Edebiyatımızda birçok yazınsal türde eser veren Ahmet Mithat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât -Cinayetlerin Sırları- adlı polisiye romanı; olayların akışındaki kurgu ustalığı ve karakterlerinin güçlü bir şekilde canlandırılmış olmasıyla yazarın övgüyü hak eden eserleri arasına girmiştir. Bir genç kızın cesedinin bulunmasıyla başlayan roman, intihar süsü verilerek öldürülmüş ikinci bir kişinin bulunmasıyla sürükleyici şekilde devam ederken, polis şefi Osman Sabri ile Muharrir Efendi’nin işbirliği ve dikkatli takipleri sonucu bambaşka bir hale bürünür. Dönemin adalet sistemini, yargılama usullerini rüşvet ve kayırmacılığı gözler önüne sererek eleştiren roman, yazarın usta işi üslubunu da yansıtarak şaşırtıcı bir sonla biter.
BİRİNCİ BÖLÜM
ÖREKE TAŞI
1
İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkmak üzere hareket eden gemiler Anadolu ve Rumeli Kavakları arasına geldiği zaman bakışlar önünde birdenbire o kadar geniş, lacivert bir alan açılır ki bunun latif seyrine hayran olmaya acele eden gözler Boğaz’ın iki sahilinde bulunan binaları, tabyaları hatta Kavaklar ve Fenerler gibi köyleri bile göremez olur.
Karadeniz’in bombeli yüzeyi ile gök kubbenin etekleri birleşiyormuş gibi görünerek göz önünde oluşan geniş ufku seyre koyulunca insanın gözleri artık Rumeli Feneri’nin üst tarafında ve tam İstanbul Boğazı bitip de Karadeniz’e de henüz çıkmış sayılamayacak bir yerde Öreke Taşı’nı görebilir mi?
Bunu korku ve çekinceyle dikkatten uzak tutamayacak olanlar İstanbul’dan Karadeniz’e çıkanlar değil, Karadeniz’den İstanbul’a girenlerdir. Özellikle yelken gemilerinin, hele hele fırtınalı bir havada Boğaz’a girmeye çalışan yelken gemilerinin içinde olanlar gözlerini bu kayadan hiç ayıramaz.
Öreke Taşı boyu dört yüz, eni iki yüz elli metre kadar büyüklükte ve şekli bir dereceye kadar beyziye yakın bir kayadır ki ortalık yerinin denizden yükseltisi beş altı metreye kadar varır. Etekleri daha alçaktır; dolayısıyla poyraz fırtınası esnasında Karadeniz’in dalgaları kabardığı zaman dalgaların hücumuyla kaya tümüyle örtülüp yeri bir beyaz köpük içinde kalır. Dalgalar çekildikten sonra aksine etrafı sudan tahliye olunarak eski yüksekliği daha da artmış sanılır. Bu halde Karadeniz’den Boğaz’a giren gemide bulunup da kayayı seyredecek olsanız, büyük bir deniz canavarı zannedersiniz. Yunus balığı gibi kâh suya batıp kâh su üzerine çıkarak her şekilde gemiye hücum ettiğine şüpheniz kalmaz. Zira gemilerde bulunanlar geminin salıntısına vücutlarının dengesini ve gözlerinin görüş gücünü alıştırarak sallanan ve yürüyenin gemi değil, sahiller olduğunu zanneder.
Boğaz’a girerken sancak bordası hizasında kalan bu taşa niçin Öreke Taşı adını vermiş olduklarını bir türlü anlayamamışızdır. Bir zamanki kadınların pamuk sardıkları fırıldak gibi örekelerle bu kaya arasında ne benzerlik görüldüğünü bir kimseden öğrenemedik. Fakat Karadeniz gemicileri nezdinde bu taşın bir ismi de Kanlı Kaya’dır ki böyle adlandırılmasının sebebini pek kolay araştırabildik.
“Sütliman” diye tanımlanan havalarda bile Karadeniz’in suları Boğaziçi’ne girerek Boğaz’ın birçok mevkiinde hızlarını herkese gösteren ve türlü adlarla anılan akıntıları teşkil etmek için Boğaz dışında o kadar girdap, anafor oluşturur ki hiç rüzgâr olmayan havalarda dümeni olmayan yelken gemilerinin bu anaforlardan, girdaplardan kurtulup kolayca ve selametle Boğaz’a girebilmesi güçtür. Bu tehlikeye fırtınalı havalarda bir de rüzgârın itici gücü eklenirse, artık İstanbul Boğazı’nın gemiciler nezdinde ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu başka türlü anlatmaya hacet kalmaz.
Zaten Boğaz’ın denizciler tarafından da iyi bilinen bu kadar müthiş tehlikelerinden dolayı değil midir ki birkaç seneden beri gerek Anadolu, gerek Rumeli taraflarına gayet muntazam ve donanımlı birer kurtarma heyeti konulmuştur? Bu kurtarma heyetlerinin gemileri kurtarmak için olmadığı açık ve aşikârdır. Zira sahile düşen ve hele hele Öreke Taşı’na çarpan tekneler adeta kayaya çarpılmış yumurtadan başka bir şeye benzemez. Sadece batan gemilerin içindeki adamları muhakkak bir ölümden kurtarmak için anılan kurtarma heyetleri oluşturulmuştur.
Kurtarma heyetinin oluşturulmasından önce adı geçen Öreke Taşı o kadar gemi parçalamış, o kadar adam telef etmiştir ki bu zayiatın çokluğu kendisine “Kanlı Kaya” adını vermiştir.
Kanlı Kaya’nın Rumeli sahilinde olduğu, Rumeli Feneri’nin üst tarafında bulunduğunu bildirmemizden anlaşılmıştır. Söz konusu kaya sahile o kadar yakındır ki Rumeli kenarından hızlıca bir taş atılsa hemen Kanlı Kaya üzerine düşebilir. Fakat kaya ile kara arasındaki sular derindir. Kayanın Rumeli sahilinde ufacık koy gibi bir de girintisi olduğundan -buna her ne kadar bir “liman” denilemezse dehavanın müsaadesine aldanarak balık tutmak için Boğaz’dan dışarı çıkan kayıklar birdenbire bir fırtınaya tutulup kaçacak olurlarsa, bazen şu küçücük limancığa sığınır. Bu limancık on on beş kadar balıkçı kayığını içine alabildiği gibi her taraftan gelen rüzgârlara ve dalgalara kapalı olduğundan oraya sokulabilen kayıklar fırtına afetinden kendilerini kurtarabilmiş sayılır.
Kanlı Kaya üzerinde hiçbir bina yoktur. Ağaç ve hatta ot bile yoktur. Zira Kafkas’tan, Kırım’dan, Hocabey’den, Tuna vadisinden toparlanıp gelen fırtınalara göğüs gerebilecek ağaç tasavvur edilemeyeceği gibi yalçın kaya üzerinde yetişecek bitki de güç tasavvur edilebilir. Yalnız bunların biraz daha büyüceği ve kabası demek olan deniz otlarından başka bu kaya üzerinde hiçbir şeye rastlanmaz.
Dünyada her şeyin bir zararı varsa, bir de yararının olabilmesi yaratılış kanununun istisna kabul etmeyen hükümlerindendir. Kanlı Kaya’nın açık ve sürekli bir tehlike demek olan zararı meydanda iken bunun bir işe yarayıp yaramadığını merak ederek bazı balıkçılardan tahkike girişmiştik.
Yukarıda bildirdiğimiz gibi fırtınalı havalarda bazı balık kayıklarının sığınmasından başka hiçbir şeye yaramayacağı inancıyla bu soruyu sormuşken Kanlı Kaya’nın bir yararını daha balıkçılardan öğrendik. Dediler ki:
Yaz mevsiminde bazı meraklılar buraya mehtabiye yapmaya gelir. Sakin havalarda Karadeniz üzerini mehtabın gümüş rengi nurlarıyla aydınlanmış görmek hakikaten gönüllere ferahlık verir.
Yalnız buraya gezintiye gelmek için her ne lazımsa beraber getirmek lüzumu da aşikârdır. Zira kaya üzerinde yakacak ot bile bulunmadığını evvelce bildirdik.
2
Hicretin bin iki yüz şu kadar senesine1 rastlayan temmuz ayının on yedinci salı günüydü ki İstanbul’da basılıp yayımlanan gazetelerin birinde, yurt haberleri kısmında şu yazı okundu:
Büyükdere’den şehir postasıyla matbaamıza gönderilen bir belgeden anlaşıldığına göre dünkü pazartesi günü Boğaz dışında balık avına giden kayıklardan bazıları dönüşte Öreke Taşı’na yanaşmış, üzerine çıktıklarında orada gayet müthiş bir cinayetin işlendiğini keşfetmişlerdir.
Ancak on beş on altı yaşlarında bir kız maktul olduğu gibi yanında iki de erkek naaşı görülmüştür. Kızın Müslüman olduğu tırnaklarında kına rengi bulunmasından çıkarılıyor. Fakat kıyafeti alafranga imiş. Maktul erkeklerinse Elenoz veyahut Maltız olduğu anlaşılıyor.
Bu acayip keşif hakkında mektup sahibi başka açıklamalarda bulunuyorsa da gerçekleşen cinayetin zaten ortada olan önemine göre söz konusu ayrıntıyı aynen almada ihtiyatlı davrandık. Bundan sonra yapacağımız tahkikatın göstereceği sonuç üzerine durumu okurlarımıza ayrıntılı olarak sunacağız.
Böyle bir yazının gazetede görülmesinin okurların ne derecelere kadar dikkatlerini açacağı, ne kadar merak uyandıracağı anlatılmaya muhtaç değildir. Ertesi gün de bu konu hakkında gazetenin açıklama yapacağı beklenirken izah yollu hiçbir şey görülememesi halkın beklentisini bir kat daha artırmıştı.
Gerçi memlekette yalnız bir gazete bulunmayıp daha başkaları varsa da doğrudan doğruya haber ve malumat almak öyle her gazeteciye nasip olmaz. Birtakımları birbirinden haber çalma âdetinde olduğundan, başka gazetelerin verdiği bilgi şu ilk yazıdan fazla değildi. Fazla gibi görünen tarafları sırf gazete yazarlarının kendi hayal dünyalarında bulduğu olaylardan ibaretti.
Daha ertesi, yani perşembe günü yine anılan gazetede şu yazı okundu:
Öreke Taşı’nda keşfini evvelki günkü nüshamizda bir nebzecik beyan ettiğimiz müthiş ve garip cinayet hakkında Beyoğlu Zabıtası tarafından gönderilen resmî yazıyı aşağıda aynen aktarıyoruz:
… Gazetesi Matbaasına;
İtibarlı gazetenizin dünkü nüshasında, Boğaz girişinde yer alan ve Öreke Taşı denilen kaya üzerinde on beş on altı yaşlarında bir İslam kızı ile Maltız veya Elenozlu iki kişinin naaşlarının balıkçılar tarafından keşfedildiğine dair yazıyı okuduk. Söz konusu cinayet, içinde bulunduğumuz rûmî ayın on altıncı pazar akşamı yani pazartesi gecesi vuku bulmuş, ertesi pazartesi günü balıkçıların Büyükdere Zabıtası’na durumu bildirmeleriyle adı geçen zabıta tarafından tahkikine derhal memurlar gönderilmiştir. Keyfiyetin Beyoğlu merkezine de bildirilmesi üzerine merkez müstantiklerinden2 Osman Sabri Efendi’nin maiyetine bir teftiş ve iki de çavuş verilerek derhal cinayet yerine gönderilmişlerdi. Anılan müstantik tarafından verilen raporun çıkarılan bir sureti ilişikte gönderildiğinden, gereğinin yapılması hakkında…
Bir gazeteye gönderilen raporun yapılacak gereği neden ibaret olabilir? Bu “gereğinin yapılması” iki kelimeden ibaret bir sözdür ve kime hitap ediliyorsa manası “aklına….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Klasik Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıEsrâr-ı Cinâyât
- Sayfa Sayısı264
- YazarAhmet Mithat Efendi
- ISBN9786254052026
- Boyutlar, Kapak12,5 x20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tansel Tozan Serüvenleri: Uçan Dalgalar ~ Mehmet Atilla
Tansel Tozan Serüvenleri: Uçan Dalgalar
Mehmet Atilla
Kapıyı çalan biri var. Yavaşça açıyoruz. Karşımızda ilginç bir adam duruyor. Görüyoruz, konuşuyoruz fakat bir türlü dokunamıyoruz. Bir şimşek hızıyla hareket ediyor ve istediği...
- Perina ~ Naşide Gökbudak
Perina
Naşide Gökbudak
Albay başını önüne eğmiş düşünüyordu, aniden atıldı. “Çok üzgünüm Mikail! Kızını kaybettiğin için cidden üzgünüm. Ne olur ölüm haberini evdekilere duyurmadan birazcık daha düşün!...
- Kalk Yerine Yat ~ Şermin Yaşar
Kalk Yerine Yat
Şermin Yaşar
Hayat bazen bir uyku sersemliğiyle karşılar bizi. Üstümüze bir ağırlık basar, olmayacak yerde uyuyakalırız, tutulup kalır her yanımız. Hep özlemini çektiğimiz bir ses gelip...