“Leylâ Erbil’in ilk novellası olan Eski Sevgili’deki aynı adlı uzun metin 1973-76 tarihlidir. Novella biçimi, hayat kısıtlanır ve olasılıklar teker teker sönerken bile bu olasılıkların titreşiminin hissedilmesine fırsat verir. [Bu ilk novelladaki] modern öznenin etkisiz ve yabancılaşmış zihinselliği, bu zihinsellikten geri çekilerek değil, tersine onu daha da ileriye götürerek eleştirilmekte ve ‘demonte’ edilmektedir. Eleştiriyi yapan, tuzukuru bir tecrübe değil, kendi çelişki ve zaaflarının sürekli farkında olan o genişlemiş, ama etkisiz içselliktir. Özne, kendininkiler de dahil, bütün ruhsal saiklerin farkındadır, hem de o yükü önemsemeyecek kadar ‘aşmıştır’ ve şimdi de bu aşmanın nihai temelsizliğinin farkındadır. ‘Çilekeş’ motifi de Cüce’den çok önce ilk kez burada devreye girer –demonte edilmek üzere. Dünyadan ve arzudan elini eteğini çekmiş çilekeş figürü, herhangi bir somut nesneyle yetinemeyecek kadar azgınlaşmış bir ‘metafizik arzu’nun (Rene Girard) öznesidir aslında. ”
Orhan Koçak.
“Bir kimse saçı sakalı ağarmayan yüz yaşına kadar yaşamak isterse cevizi tayyip, ak fülfül, kara fülfül, zencefil, sekakali lisan, asfuru halile, kırlangıç otu, üdül kahir, udu salip, aksink otu, behmeni ahmer otlarının her birinden bir miktar iyice dōvdükten sonra peteğinden yeni ahırırmış balla macun yapıp sabah ve akşam aç karnına ceviz iriliğinde yemelidir,” derdi Tekvin ninem.
Yüz yaşındaydı, ölene değin yedirdi bana da macunundan. Pembesi ağarmış diş etlerine taktı son lokmasını o sabah, yutmaya uğraştı, yutamadı, sonsuz bir kahkaha atacakmışcasına açtı ağzını, babam yetişip soktu kollarını o çukura; o, ucu bucağı belli olmayan, ancak tanrıyı ve günahı anmak için aralanan, vaktiyle, her türlü deniz, hava, kara hayvanlarını, kabukluları, perde ayaklılar parçalayarak yutan, son yıllarda tarhana çorbası içen, kapalıyken içindeki ayetlerin duvarlarına çarpa çarpa yansıdığı o derin çukura soktu kollarını, gırtlağı tıkayan topağı tutup bir ucundan çekti dışarı. Uzun, katı, katranlı çubuklar saçaklandı, uzun ömürlü kapkara saçlar parça parça havalandı yastıktan, uzun uzun zıplaştılar, bir vakitler onca yiğidin canını yakan koygun yeşil gözler gerilip ceviz iriliğinde, yırttılar gözkapaklarını, uzun uzun titreştiler ve canını verdi ninem.
Yüzyıllardır koyup kotarılmaktan dibi tutmuş, ağırlaşmış, atalar yadigarı kararmış kutsal çanağı fırlattım bahçeye pencereden. O pencere, Tekvin ninemin kemikleri buruşuk yeşil ellerini uzatıp, ipekböceklerimize parlak yapraklarımı kopardığı dut ağacıydı. Önce gövdesine vurarak yaraladı onu, ardından arılarımızın ninemle benim çarparak kovanına yerlere çalındı.
Dışarı fırlayan sürüden biri ayrılıp süzülerek boynumdan gizlice içeri, sol mememin peteğini soktu. Ceviz iriliğinde kabaran ucu emdi ve tükürdü annem ve dedi: “Tekvin’in ruhudur cezalandıran seni, ne denli emsern alarriam ağunun türünü oradan yüreğine işledi, dolaşacaksın böyle bağışlayası seni.” Açık sarı ilkokul kuşları, papatyalar koyu beyaz, yedi yaşımdı o sabah.
Sağ olsaydı ninem, şurada oturmuş olsaydı karşınızda şimdi, bir başka em (ilaç) salık verirdi size bayan: Her ayın (gökteki aym) ilk çarşamba günü, yedi tane inciri yanıp içine şu duayı yazarak (dua usumda kalmadı) aç karnına yemeli, kurtulur şişmanlıktan, soluma darlığından insan, incelir ve gençlenir.
Çenesini bağlayamadı babam, ak bir tülbentle ve dedi: “Kapanmıyor gözleri de ayrılmış çuvallarından havadan bakıyorlar.” Babam ufak bir bakkal cych, satardı çöreotu, pirinç, şeker, meyankökü, üzerlik tohumu. Tütün, ince boğa kemüğüi, sedefotu, mastaki. Balmumu, güllap, zerdeçal ve kızılşap irili ufakh çuvallar içinde ve çok para yaptı ninemin hayır duasıyla ve bakkalının duvarına astığı ayetiyle ve bu paralarla kolejde okuttu beni. O ayet şuydu: BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM VE GULİL HAMDÜLİLLAHİ SEYRÜ-KİM AYATİHİ FETARİFÜNEHA VEMA RABBÜKE Bİ GAFİLİ AMMA TÅGLEMUN.
Hava pek güzel değil mi bayan? Gök sümbül mavisi sarı, şunlar okullarına giden köylü çocukları, toprak da katı mı katı, buralarda ne mercimek yetişir, ne bakla, ne kantaron mürkū yakı yapmaya. Boşuna uğraşmayın: “Nereden nereye efendim, yolculuk hoş geçsin, konuşmadan geçmez ki!” diye tepinerek. Gündem: Elli yıldır biriktirdiğiniz paralarla kat satın almaya gitmek, en küçük kızın doğumunda bulunmak, bel ve baş ağrılını, damatlar ve torunlar ve oğullar. Pah! Neden atmıştım o çanağı bahçeye… Evi temizlemek için mininernin anılarından, kutsal macunla birlikte her sabah ve her akşam yaşanılan ölüm korkusundan arınmak için mi dirimimize ayak bej olan…
Eskişehir (Dorylaeum), Iskender (Alexander) burada çözüvermiş kördüğümü, with a bold blow of his sword, Anadolu bu topraklar, insanları göçüren üzerinden milyonlarca, Tekvin ninemi bile, hoş görerek, susarak, yarı gülümser, seyrederek saburla… Sabırla ve düşman, çekiyor beni de bağrına zerdali, timur hindi, badem, turp, koruk ve soğanlarıyla benevşe kökü, kocayemiş kökü (sidik zoruna iyi gelir) ve gülleriyle. Bir ermiştir bu topraklar, sürgünü olduğum üzerlerinde.
Gelelim size bayan, en iyisi girin tabutunuza çamdan yapılır tabut orta ve güney Anadolu’da mı çoktur çam? Oğlanın biri yapıştı bile koluna tabutun, ağlıyor da. Ne konuşaydım sizinle? Öteki oğlana haber ulaşamadı, Almanya’da çalışana. O orada. O topraklarda… Brant, Luther, Kant’s göçürmüş. Makinelerinden biri önündedir Schiller, Hölderlin, Telemann ve Bach’ın. Konserve kapaklarını deler aman vermeden. Hegel, Schelling, Marx, Hoffmann’m konserve kapaklarını, oğlunuzun burnuna dayadıkları tezgâhın başında trink! trank! delinir kapak. Ankara keçileri bunlar püskül püskül, onlar da sahip bu topraklara ve değiştiriyorlar dünyayı (!) Gene de oğlunuzun orada iş bulması mutlu kıldıydı sizi doğru söyleyin, gurur bile denilebilir buna. Sivas’ta (Sebasteia) bir çağda 4000 Ermeni süvarisinin canlı gömüldüğü, 1919’da Atatürk’ün kararlı ve çetin çizmelerinin ezdiği topraklarda bir oğul. Trink! Trank! düşer kapak. Üst üste beş oğlan. Tann isteyene vermez, biz de dört kızmışız. Ninern dermiş anneme, dinletememiş: “Bir kadın oğlan doğurmak isterse tavşan beynini on dirhem çakal ödünle eze, bir fincan suda kaynata ve gebeliğinde her akşam bununla belden aşağısı uva.” Baş eğmez civalı bir kadındı annem, babam öldükten sonra bakkal.
Uzun boylu, esmer, çatı katını andıran çenesi olan, portakalları kabuğuyla yiyen bir başkaldırıdır oğul. Sevgililerin kalçalarını da portakal kokutur o yüzden. Çok haklı bir biçimde yatıyorsunuz tabutta. Toprakları tırnaklarıyla eşeleyerek evinin çukurunu açmış, içine girmiş, boyundan büyük çukura, orada kalmış,artık çıkamayan dışarıya, gelen geçene seslenen: “Alın beni kucağınıza, çıkarın beni buradan!” diye uzatıp kollarını koca kadın ! Döndükçe tekerlekler taştan taşına vuran başını tabutun, Trink Trunk! Trink Trunk!
Öyle katı ki toprak incecik beyaz bir tabaka bile koparamıyor yeller üzerinden. Kimi vakit de insan bulamasa kökünü toprakta, vuruyor denizlere. Deniz dümdüz görünecek günün sonuna doğru uçuk mavi balkımalarla. Tam kıyı serüvencilerine yakışır bir gün diyeceğim içimden o zaman. Içimden… bir insan yüzüyle karşılaştığımda böyle karıncalar üşüşür beynime, onlarla konuşacağıma, çıkaracağıma dilin tadını, bir dilsizcesine kargışlınmış, Tekvin ninemin ruhuyla.
Doğu’ya gideceğim ben; Van Gölü kıyılarına, el güneşe siper edilerek bakıldığında göl mavisinin görülemeyeceği, su kokusunun erişemeyeceği yerlere, uyup sesine omuriliğin içindeki tükenmeyen, her sabah kendi kendisini yaratan, dipdiri uzlaşmazhığım. Oralarda aratacak kendisini biliyorum, Van dolaylarında, aranıp duracağım bulana dek… NEYİ? Rastlayana mı yoksa?.. NEYE? Ninem yürek yanmasına meryem kökü, zeliha otu, ekşi tere kökü bolca kaynatalar içireler derdi, hayz tutuğu olan hatunlara da iyidir derdi… Yürek yansımasının bu bendeki?.. Hayz tuttuğu muyum yoksa?..
Ninem öldükten çok sonraları bir genç kız kene artık, sol peteği anı sokuğu, sızıldayan ya da sızıldadığım sanan korkuyla “ölür müyüm!” diye için için, 17’nci baharımda örneğin insanlaşmaya uğraştım o günler, henüz kesmediğim umudumu onlar gibi olmaktan, delikanlılarla ilişki kurmaya bile yeltendiğim o günler…
Hih! Neler çekiyor insan yaşarkene şaşarsınız bayan… Bir gün yazdım bir delikanlıya bir mektup şöyle: “Okuduğum kitaplar birisiyle konuşmalıyım. Size yazmak içimden gelirken kadın doğmuşum diye kendimi tutup yazmamak, onuruma dokunur benim. Ayrıca bu, hem toplumun bana sormadan koyduğu yasaklara boyun eğmek, hem de benim kadınlığımı çok önemsemem demek olur. Bense almışımdır bu soy saplantıları çoktan. (Neler yazmışım!) Ben aştığıma yernin ederim, giderek diyebilirim ki kadın olmanın çok ötelerinde, ola ki bir yarı tanrıyım ben. Buna inanmanızı isterim. Benimle arkadaşlık etmeyi göze almanın ilk koşuludur bu. Ne dersiniz buluşalım mı?
Evet BULUŞALIM. Bu sözcüğü kullanmaktan korkmuyorum, altında başkalarının niyeti yatmıyor çünkü. Ve böylesi bir dostluk kuramadan ölürsem gözlerim açık gidecek (tıpkı Tekvin nineme benzemiş koygun yeşil gözlerim) (böyle bir dostluk kuramazsam ölmek! Demek ki insanları değiştirmeyi kuruyormuş daha o vakitlerden bir peygamber, bir hakan, kahraman gibi) ve kendimi kargışlayacağım, ölene dek; yapayalnız dolaşacağım topraklarında ülkemin, bir çilekeş olarak, aşağılayacağım kendimi (kurnazlıktı bu elbette yalnızlığın, aşağılanmanın ve çile çekmenin kişiye getireceği yeni güçleri bilmekti) sürünerek, bir solucan denli sürünerek bu topraklar üzerinde. (Örneğin Ağn (Ararat) Dağı’nda, orası ki traditional resting place of NOAH’s ark GENESIS: 8] kim bilir ola ki ülkenin sınırlarını da aşarak dolaşacağım ama buna cesaret edemem sanıyorum, olsa olsa yakınlarında [Artashat’ta (Artaxata) aranacak, eski Ermenistan’ın başkenti olan, giderek Nakhichevan Daki çok eski bir Ermeni söylentisine göre o kenti de ilk Nuh kurmuş. Neden ille de Nuh’la ya da Ermeni’yle ilgili yerler? (Oralarda yer-gök magenta rengi olur, evler doğadan saklar varlıklarımı penceresiz, ağaçlar yoktur ıhlamur, erikli kayısı, ipekböcekleri, mavi serçeler, arılar sarı ağularıyla.)] Böyle yani benim sandığımca kendini yüceltebilmiş bir kişiyseniz, öylesiniz bunu fakülteye gidip gelirken rastlaştığımız 8.15 vapurunun güvertesinde gözünüzü denizden ayırmamanızdan, nerdeyse görmemenizden insanları, bakmamamızdan onlara (çünkü onları çok iyi tanıyorsunuzdur, bıkmış tiskinmişsinizdir onlardan benimleyin) (oysa şimdi onları sevememenin acısını ödemiyor muyum ben!) sakal koyvermenizden kıvırcık
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıEski Sevgili
- Sayfa Sayısı192
- YazarLeyla Erbil
- ISBN9786254296840
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yarın Yok ~ Ayşe Kulin
Yarın Yok
Ayşe Kulin
Ayşe Kulin Yarın Yok romanında, her zamanki ustalıklı ve sürükleyici üslubuyla bizi bu kez bambaşka bir zamana götürüyor. Günümüzden yüzlerce yıl sonra, Dünya’dayız. Aradan...
- Paradokya – Sırlar Geçidi ~ Cem Gülbent
Paradokya – Sırlar Geçidi
Cem Gülbent
Kitabı eline aldığın an gizemli yolculuğun başladı. Kim bilir nereye gideceksin? Tanımadığın insanlar belirecek yanı başında Her birinize farklı görevler verilecek. Birbirine bağlanan şifreler,...
- Uzak Bir Ülke ~ Memduh Şevket Esendal
Uzak Bir Ülke
Memduh Şevket Esendal
“Uzak Bir Ülke”de yazarın çekmecesinde kalmış ve ancak 1983’ten sonra kitaplarına alınmış öyküleri okuyacaksınız. Bu tarihsiz öyküler bir araya getirilirken yazım ve anlatım biçimleri...