Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Eski Şehrin Gölgesinde
Eski Şehrin Gölgesinde

Eski Şehrin Gölgesinde

Burak Akgüç

“Nazilerle İngilizleri Sirkeci Garı’nda karşı karşıya getiren şeyin ne olduğunu öğrenmeden kimse rahat uyuyamaz burada. Bu harbin bir şekilde bize bulaşma ihtimali bile herkesi…

“Nazilerle İngilizleri Sirkeci Garı’nda karşı karşıya getiren şeyin ne olduğunu öğrenmeden kimse rahat uyuyamaz burada. Bu harbin bir şekilde bize bulaşma ihtimali bile herkesi büyük endişeye sevk ediyor.”

“Bu akşam elçilikle konuşurken öğrendim. Angelov’un takip edilmesini Ahnenerbe istemiş.” “Ahnenerbe mi? Okült ve parapsikoloji üzerine çalışan şu gizli teşkilat değil mi o? Hitler’in kurduğu…”

“Siz ne bulmayı ümit ediyorsunuz orada?” “Doğruyu söylemek gerekirse fikir yürütmek zor. Bir yeraltı mabedi veya gizli bir hazine odası olabilir. Bu kadar patırtı kopması, mühim bir keşif ihtimalini fısıldıyor kulağıma.”

II. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında, İstanbul’da Gestapo tarafından işlenen bir cinayetin izini sürmeye ve Bizans’ın gizemli tarihi içinde bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?

“Burak’ın kitabını okuyunca büyük keyif aldım. Özellikle Türk polisiye yazınında pek işlenmeyen bir dönemde, II. Dünya Savaşı’nın o entrika, çekişme dolu ortamında 1940’lı yıllarda geçen olay örgüsü çok ilginçti.”

BİRİNCİ BÖLÜM 

Yugoslav Demiryolu İşletmesi’ne ait eski püskü bir tren Kapıkule Sınır Kapısı’ndan girerken iyice yavaşladı ve durdu. Şafak söküyordu. Karakol binasının etrafı yer yer kar öbekleri ve bolca çamurla kaplıydı. Türk güvenlik görevlileri soğuktan hafifçe titreyerek vagonlara doğru yürümeye başladılar. Trenin içi de dışından pek farklı değildi. Kompartımanda lüksten eser yoktu. Nevresim takımları eskimiş, mobilyalar aşınmış, hatta çürümeye başlamıştı. Ranza yatakta ve karşısındaki koltukta iki adam oturmuş beklemekteydi. Yaşlı olan, ufak tefek, altmış yaşlarında, seyrek saçlı ve ince bıyıklıydı. Üstünde eski bir takım elbise vardı. Gözlük camlarını sildi ve pencereden dışarıya bir göz attı. Yorgun görünüyordu. Yatakta oturan iyi giyimli, sarışın genç adam saatine baktı, gülümsedi; İngilizce, “Yediyi beş geçiyor, sıkın dişinizi profesör, öğleye İstanbul’dayız” dedi. Yaşlı adam gözünü pencereden ayırmadı.

Hafifçe iç geçirdi, “Martın ortası geldi, yerde hâlâ kar var” diye mırıldandı. Kapı vuruldu, ardından iki görevli içeri girdi. Öndeki, İngilizce, “Pasaportlar lütfen” diyerek elini uzattı. Profesör hafifçe gülerek pasaportunu verdi ve Türkçe, “Buyurun memur bey” dedi. Görevli şaşkınlıkla yaşlı adama baktı. “Türkçe biliyor musunuz?” Sarışın genç adam, profesörün cevabını beklemeden pasaportunu uzattı; o da Türkçe, “Ben de biraz bilirim memur bey” dedi. Yüzünde hafif müstehzi bir tebessüm vardı.

Görevli iyice afallamıştı; her iki adamı da gözucuyla süzdü, sonra pasaport bilgilerini yüksek sesle okumaya başladı. Arkasındaki görevli de not almaktaydı. “Dimitri Goran Angelov. Doğum, bin sekiz yüz seksen, Üsküp, Yugoslavya…” “Makedonya” diyerek buyurgan bir sesle düzeltti yaşlı adam. Görevliyle tekrar göz göze geldiler. “Burada tarih profesörü olduğunuz yazıyor Bay Angelov.” “Evet, İstanbul Üniversitesi’nde de tarih dersleri veriyorum.” “Ne tarihi?” “Doğu Roma. Bizans yazın isterseniz, daha anlaşılır olur.” “Yanlış görmüyorsam üç ay önce Belgrad’a gitmişsiniz, şimdi de geri dönüyorsunuz.” “Ailevi işlerim vardı.” “Pekâlâ, teşekkür ederim.”

Görevli pasaportu Angelov’a verdi ve yüzünü genç adama dönerek yine okumaya başladı. “Andrew Scott Dawson. Doğum, bin dokuz yüz beş, Manchester, Birleşik Krallık. Demek otuz beş yaşındasınız Bay Dawson…” Bir an duraksadı. “Çok daha genç gösteriyorsunuz.” Dawson hafifçe sırıtarak, “Teşekkür ederim memur bey, çok naziksiniz” diye cevapladı. “Antika ticareti yapıyorsunuz, öyle mi?” “Ülkeniz bu konuda tam bir cennet.” Görevli bu kez Dawson’a ters bir bakış attı ve devam etti. “Türkçe’yi nerede öğrendiniz?” “Babam Elias Dawson, dokuz yüz yirmi beş ile yirmi sekiz arasında Imperial Tobacco’nun İstanbul temsilciliğinde çalıştı. Eh, ben de yazları gide gele konuşmaya başladım…” “Yirmi sekizden sonraki ilk gelişiniz mi bu?” “Evet. Artık buradaki potansiyeli değerlendirme zamanı geldi diye düşünüyorum.” “Profesör’le tanışıyor muydunuz?” “Hayır. Belgrad’daki izdiham sebebiyle Bay Angelov büyük nezaket gösterdi ve kompartımanını benimle paylaşmayı kabul etti. Kendisine müteşekkirim…” Angelov başıyla onayladı. “Doğrudur memur bey.” “İstanbul’da nerede kalacaksınız Bay Dawson?” “Bezirgân Otel, Sultanahmet.” Görevli başını salladı ve kısa bir süre düşündükten sonra tekrar Dawson’a döndü.

“Sizden bir ricamız olacak. Yarın sabah Birleşik Krallık Konsolosluğu’na gidip imza vereceksiniz. Biz bugün küçük bir tahkikat yapacağız. Basit bir emniyet tedbiri, meraklanmanıza hacet yok.” “Tamamdır memur bey. Savaşla beraber her şey değişti, farkındayım.” Dawson yine sırıtmaktaydı. “Şimdi kontrol için bagajlarınızı hazırlayın lütfen.” Az sonra, iki görevli vagondan inip karakol binasına doğru yürümeye başlamıştı. Gün ağarmış, ancak güneş kara bulutların arasından yüzünü gösterememişti. Not alan görevli, “İngiliz’i hiç gözüm tutmadı” dedi. Diğeri yüzünü buruşturdu. “Haklısın da, adamın evrakı tamam. İşgüzarlık yapıp başa bela alınacak zaman değil.” Yaklaşık yarım saat sonra, düdük sesiyle birlikte tren hareket etti. Dawson pasaportunu ceketinin içcebine koydu ve derin bir nefes aldı. Sonra pencereden dışarıya, yağmurdan yer yer çamura dönmüş toprağa ve ıslanmış ağaçlara baktı. Uzakta küçük bir köy ve gürül gürül akan Meriç nehrini gördü. Angelov’a dönerek, “Endişelenmeyin, problem yok, imza işi formalite” dedi.

Profesör huzursuz görünüyordu. “Türkçe konuşmasa mıydınız acaba?” “Bu adamların İngilizce’si kötüdür. Anlaşamayacaktık. Bürokrasi çıkacak, iş uzayacaktı. Birkaç defa İstanbul’a gelmiş olduğumu görecekler nasılsa…” Angelov cevap vermedi. Eski bir kitap çıkarıp sayfalarını çevirdi. Pek çok dinsel tablonun resmini sırayla geçti; Da Vinci’den “İsa’nın Vaftizi”, Rafaello’dan “Çarmıhtan İndirilme”, Mikelanj’dan “Cenaze Töreni” ve diğerleri…

Çok geçmeden, Sırpça yazılmış satırlara daldı ve dış dünyadan koptu. Dawson karşısındaki adamı süzdü. Nasıl oluyor da bazı insanlar kendilerini bir konuya bu kadar kaptırabiliyorlardı? Bunu hiç anlamayacaktı. Sehpaya uzanıp The Daily Telegraph’ın 8 Mart 1940 tarihli nüshasını aldı. Gazete üç günlüktü. Dawson yol boyunca, belki de yüz defa bu sayfaları çevirmişti. Bir sigara yaktı, duman dışarı çıksın diye pencerenin üst tarafını araladı. Soğuk hava Angelov’u kendine getirdi.

Dawson’un elindeki gazetenin ön sayfası kendisine dönüktü. Manşette, “Finlandiya, Sovyetler Birliği’nden barış talep etti” yazılıydı. Yaşlı adam kitabı bıraktı; gözünü başlıktan alamıyordu. “Finler için hiç umut yok mu?” Dawson gazeteyi elinden bırakmadan Angelov’a baktı. Derin bir nefes aldı ve hafifçe somurtarak cevap verdi. “Ruslara yenilecekleri baştan belliydi. Artık olabildiğince iyi şartlarda bir ateşkes yapmaya gayret edecekler. Ben asıl Danimarka için endişeleniyorum. Hitler’in saldırması artık an meselesi…” “Avrupa’yı aralarında bölüşüyorlar, sizler de bakıyorsunuz.”

“Her şeyin bir zamanı var profesör. Sabırlı olun. Şu an kimse Nazilerin önünde duramaz.” “Öyle demeyin. Kimse, tahmin edildiği kadar kudretli değildir. Herkesin bir zayıf noktası vardır; herkes hata yapabilir. Tarih bana bunu öğretti.” “Umarım siz haklı çıkarsınız. Fakat korkarım bunu görmemiz için çok zaman geçmesi ve çok insanın ölmesi gerekecek.” Angelov’un yüzüne acı bir tebessüm oturdu. Sanki geçmişte kalmış bir şeyleri hatırlarmışçasına konuştu. “Her defasında böyle olmuyor mu Bay Dawson? Her defasında…” Dawson gazeteyi sehpaya geri koydu. Yine hafifçe somurttu ve sigarasından bir nefes çekti. “Tek söylemek istediğim, bir bedel ödenecek. Çok büyük bir bedel…

Dolayısıyla boş iyimserliğin hiç faydası yok. Eminim tarih bunu da öğretmiştir size.” “Merak etmeyin, o kadar naif biri değilim. Boş umutlara kapıldığım da yok. Savaşın eninde sonunda benim ülkeme de, buralara da geleceğini çok iyi biliyorum.” “Savaş bu topraklardan hiç gitmiyor ki…” Aniden şiddetli bir yağmur başladı. Dawson hemen sigarasını söndürüp pencereyi kapattı. Tren, Meriç Ovası içinde kıvrılarak yoluna devam etti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Talihsiz Bir Hadise ~ Burak AkgüçTalihsiz Bir Hadise

    Talihsiz Bir Hadise

    Burak Akgüç

    Dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın, daha kazananın kim olduğunun bilinmediği 1940’lı yılların başı. Türkiye tarafsız olarak bu zor dönemi geçirme sevdasında ama İnönü başkanlığındaki hükümet...

  2. Bahar Temizliği ~ Burak AkgüçBahar Temizliği

    Bahar Temizliği

    Burak Akgüç

    Bir “Cemil Arıkan” Macerası Burak Akgüç’ün ilginç kahramanı eski subay, eski polis ve yeni sahaf Cemil’in yeni macerası yine İkinci Dünya Savaşı’nın gizemli ve...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kocan Kadar Konuş ~ Şebnem BurcuoğluKocan Kadar Konuş

    Kocan Kadar Konuş

    Şebnem Burcuoğlu

    “Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu...

  2. Mahallenin Çocukları ~ İsmet AciMahallenin Çocukları

    Mahallenin Çocukları

    İsmet Aci

    Bir gün üç arkadaş, köyün içinden akıp giden dereye yüzmeye gittik. O kadar balık vardı ki, balıklarla birlikte yüzdük… Biz oyun oynarken evden koşarak...

  3. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi ~ Barış BıçakçıHerkes Herkesle Dostmuş Gibi

    Herkes Herkesle Dostmuş Gibi

    Barış Bıçakçı

    Cadde tarafından her zamanki uğultu geliyordu. Çarşambanın uğultusuydu bu, işe giden insanların, dükkâncıların, işportacıların, işsiz güçsüzlerin uzattığı eldi bu, düşmesin diye ihtiyarlar kendi çukurlarına....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur