Bu bir oyun,
Seni izliyor,
Seninle konuşuyor,
Ödüller dağıtıyor,
Seni test ediyor,
Tehditler savuruyor,
Onun tek bir amacı var:
Seninle oyun oynamak istiyor.
Oyuncularıyla oynanan bir oyun!
Bu oyunu oynayacak kadar cesur musunuz?
Aklınızı sürekli meşgul edecek, etkisinden günlerce kurtulamayacağınız ve size baştan sona tırnaklarınızı
yedirtecek kadar sıradışı, gizemli, heyecan ve gerilim yüklü bir roman arıyorsanız erebos tam size göre…
***
Saat üçü on geçiyor ve Colin’den hâlâ iz yok. Nick basketbol topunu asfaltta sektirip sağ, sol ve sonra tekrar sağ eliyle yakaladı. Top yere her vurduğunda kısa, uğultulu bir ses çıkarıyor. Ritmi korumaya çalışıyordu. Yirmi kez daha tekrarlayacaktı bunu ve Colin bu süre içinde hâla gelmemiş olursa da Nick antrenmana tek basına gidecekti.
Beş, altı. Haber vermeden gelmemek Colin’in pek tarzı değildi. Antrenör Betthany’nin takımından çıkarılmanın ne kadar kolay okluğunu iyi biliyordu. Colin’in cep telefonu da kapalıydı. Kesin yine şarj etmeyi unutmuştu. On, on bir. Ama basketbolu, arkadaşlarını, takımı unutması? On sekiz. On dokuz. Yirmi. Colin yok. Nick iç çekip topu kolunun altına sıkıştırdı. Olsun. Bugün atılacak sayıların büyük kısmının kendi hanesine yazılacağı anlamına gelirdi bu.
Antrenman çok zorlu geçti ve Nick iki saatin sonunda terden sırılsıklam bir haldeydi. Bacakları ağrıyarak duşa yürüdü ve gözlerini kapatarak sıcak suyun altına geçti. Colin gelmemiş ve Betthany kendinden beklendiği üzere zıvanadan çıkmıştı. Bunun sorumlusu sanki Nİck’mİş gibi tüm sinirini ondan çıkarmıştı.
Nick şampuanı başına yayarak, antrenör Betthany’ye göre fazlasıyla uzun olan saçlarım yıkadı ve ardından da elastikliğini yitirmiş olan bir saç bandıyla atkuyruğu şeklinde topladı. Spor salonunundan çıkan son kişiydi ve dışarıda hava kararmıştı. Metroya inen yürüyen merdivenlerde ilerlerken Nick cebinden telefonunu çıkarıp Colin’in numarasının kayıtlı olduğu kısa yol tuşuna bastı. Telefon iki kez çaldıktan sonra telesekreter devreye girince Nick herhangi bir mesaj bırakmadan telefonu kapattı.
Annesi kanepeye uzanmış, bir yandan kuaförlükle ilgili dergisini okurken bir yandan da televizyon izliyordu.
“Bugün yemekte sadece sosisli var,” dedi Nick kapıdan içeri girer girmez. “Hiç halim kalmadı. Bana mutfaktan bir aspirin getirebilir misin?”
Nick spor çantasını köşeye bırakıp bir bardak suya Aspirin plus-C tableti attı. Sosisli, harika. Açlıktan bayılmak üzereydi,
“Babam evde değil mi?”
“Hayır, Geç gelecek. İş arkadaşlarından birinin doğum günü varmış.”
Fazlaca ümitlenmeden buzdolabına sosisten daha heyecan verici bir şeyler bulmak ümidiyle şöyle bir göz attı mesela dünden kalan pizza artıkları gibi- ancak bir şey bulamadı.
“Sam Lawrence olayı hakkında ne düşünüyorsun?” diye seslendi annesi oturma odasından. “Çılgınca, değil mi?” Sam Lawrence mı? İsme yabana değildi ancak gözünün önüne herhangi bir resim gelmiyordu. Şu andaki gibi yorgun olduğu zamanlarda annesinin şifreli konuşmaları gerçekten sinirlerine dokunuyordu. Annesinin istediği Anti-Baş Ağrısı-Kokteyli’ni verdi ve kendine de bir tane alıp almamayı aklından geçirdi.
“Onu aldıklarında siz de orada mıydınız? Hikâyeyi bana saçlarını boyadığım sırada Bayan Gillinger anlattı. Sam’in annesiyle aynı şirkette çalışıyor.”
“Bana biraz yardımcı ol lütfen. Sam bizim okuldan mı?”
Annesi ayıplayarak ona baktı. “Elbette! Senden iki sınıf altta. Okuldan uzaklaştırıldı. Olup bitenlerden haberin yok mu?”
Hayır, Nick’in olup bitenlerden haberi yoktu ancak annesi onu bilgilendirmek konusunda oldukça hevesli görünüyordu.
“Okul dolabında silah bulmuşlar! Silah! Söylendiğine göre bir tabanca ve iki tane de sustalı bıçak varmış. On beş yaşında biri tabancayı nereden bulur ki? Bunu hana açıklayabilir misin?”
“Hayır,” diye içten bir şekilde cevap verdi Nİck. Annesinin skandal diye nitelendirdiği bu olaydan gerçekten haberi olmamıştı. Amerikan okullarında yaşanan vahşetleri düşününce gayriihtiyari İçi ürperdî. Burada da gerçekten o denli hasta tipler var mıydı? Colin’i aramamak İçin kendini zor tutuyordu ancak hergele telefonunu açmıyordu ki. Belki de böylesi daha iyiydi çünkü annesinin olayları her zaman olduğu gibi abartıyor olma ihtimali vardı ve Sam Lawrence denen çocuğun dolabında bir su tabancası ile ufak bir çakı bulunmuş olmalıydı.
“Çocuklar büyürken başlarına nelerin geleceğini düşünmek bile yeterince kötü,” dedi annesi; bu arada benim tatlı tavşanım, sen böyle şeyler yapmazsın değil mi? bakışıyla kendisine bakıyordu.
Bu, Nîck’e acaba ağabeyimin yanına taşınsam mı? diye dü-şiindürten o meşhur bakıştı.
“Dün hasta miydin? Betthany acayip küfretti!”
“Yok. Her şey yolunda.” Colin’in kızarmış gözleri Nick’in başının arkasındaki okul koridorunun duvarına odaklanmıştı.
“Emin misin? Berbat görünüyorsun.”
“Öyle. Gece pek uyuyamadım.”
Colin’in bakışları bir an için Nick’in yüzünün üzerinden geçti ancak hemen sonra yine duvara odaklandı. Nick kendini tuttu. Az uyku Colin’i daha önce hiç etkilememişti.
“Bir yerlere mi gittin?”
Colin başını salladı. Rasta lüleleri sağa sola sallandı.
“İyi. Ancak baban yine…”
“Babamla alakası yok, tamam mı?” Colin, Nick’in yanından ona sürtünüp geçerek sınıflarına doğru yürüdü ancak içeriye girince yerine oturmadan pencerenin kenarında derin bir sohbete daimi; olan Dan ile Alex’in yanına gitti.
Dan ve Alex mi? Nick gözlerine inanamıyordu. Bu ikisi o kadar uyuzdu ki Colin onlara “Mıymıntılar” adını takmıştı. Mıymıntı 1 (Dan) bariz bir şekilde boydan kısa kalmıştı ve bunu sık sık kaşımaktan hoşlandığı şişko kıçıyla telafi etmeye çalışıyordu. Mıymıntı 2’nin (Alex) yüz rengiyse daha konuşmaya başlar başlamaz kireç beyazından dur levhası kırmızısına dönüşüverirdi; hem de rekor sayılacak bir süre içinde. Hem de her seferinde.
Colin Mıymıntı 3 mü olmaya çalışıyordu acaba?
“Anlayamıyorum,” dîye mırıldandı Nick,
“Kendi kendine mi konuşuyorsun?” Jamie arkasında belirmişti. Omzuna bîr şaplak indirdi ve parçalanmış okul çantasını sınıfın diğer köşesine fırlattı. Nick’e bakıp sırıtırken okulda görüp görülecek en yamuk dişleri ortaya seriyordu.
“Kendi kendine konuşmak iyiye işaret değildir. Şizofreninin ilk belirtisidir. Sesler de duyuyor musun?”
“Saçmalama.” Nick, Jamİe’ye dostça bir omuz attı. “Ama Colin mıymıntılarla dostluk kurmaya çalışıyor.”
Bir kez daha o yöne doğru bakıp somurttu. Dur bakalım! Orada olanlar dostluk falan değil, resmen aşağılanmaydı.
Colin’in yüzünde daha önce görmediği yalvaran bir ifade vardı. Nick istemeden onlara doğru birkaç adım yaklaşmıştı.
“,.. bana birkaç ipucu versen ne olur ki?” dediğini duydu arkadaşının.
“Olmaz. Böyle davranma; sen de biliyorsun,” dedi Dan ve kollanın sarkık göbeğinin önünde kenetledi Okul üniformasının kravatına kahvaltıda yediği yumurtanın şansı damlaımstı.
“Hadi ama… Önemli bir şey değil. Seni ele vermem, merak etme.”
Alex şaşkın bir halde bu durumdan oldukça zevk aldığı belli olan Dan’e bakıyordu.
“Yok. Başka zaman havandan geçilmiyor. İşin içinden nasıl çıkacağını kendin bul.”
“En azından…”
“Hayır! Sesini kes artık!”
İşte şimdi! Şimdi Colin, Dan’i omuzlarından tutup koridorun diğer tarafına doğru fırlatacaktı.
Ancak Colin sadece başını eğmiş, ayakkabısının uçlannı seyrediyordu.
Burada ters giden bir şeyler vardı. Nick pencereye doğru seğirtip üçlü grubun yanına geldi.
“Nasıl gidiyor bakalım?”
“Bir şey mi istedin?” diye sordu Dan saldırgan bir tavırla.
Nick’in bakışları onunla diğer ikisinin arasında gidip geldi.
“Senden değil,” diye karşılık verdi. “Sadece Colin’den.”
“Kör müsün? Sohbetteyiz şu anda.”
Nick’in nefesi kesilecek gibi oldu o anda, Kendisiyle nasıl bu şekilde konuşuyordu?
“Öyle mi Dan?” dedi yavaşça. “Seninle ne hakkında konuşuyor olabilir ki? Örgü örmek mi?”
Colin siyah gözleriyle kendisine bir bakış attı ancak tek kelime etmedi, teninin rengi bu kadar koyu olmasaydı yüzünün kızardığına yemin edebilirdi.
Buna inanamıyordu! Dan, Colin’in bir açığını mı yakalamıştı acaba? Şantaj mı yapıyordu?
“Colin,” dedi Nick yüksek sesle. “Jamie’yle birlikte okuldan sonra Camden Lock’da birkaç arkadaşla buluşacağız.
Sen de gelir misin?”
Colin’in cevap vermesi uzun sürdü.
“Bilmiyorum,” dedi gözlerini zorlukla pencereye doğru çevirerek. “Beni hesaba katmasanız daha iyi olur.”
Dan ile Alex’in arasında Nick’İn midesini kaldıran anlamlı bir bakışma oldu.
“Burada neler dönüyor?” Arkadaşını omuzlarından tuttu. “Colin? Neler oluyor söyler misin?”
Nick’in ellerini Colin’in omuzlarından uzaklaştıran, sevimsiz hergele Dan oldu. “Seni ilgilendiren bir şey yok.
Sen anlamazsın.”
Northern Line metrosu saat beş buçukta tıklım tıklımdı. Sinemaya gitmeye çalışan Nick İle Jamie yorgun ve terli insanların arasında kalmış, eziliyorlardı âdeta. Nick’in boyu çoğundan daha uzun olduğu için en azından yukarılarda biraz olsun temiz hava alabiliyordu ancak Jamie çaresiz bir şekilde takım elbiseli bir adam île kocaman göğüslü, yaşlı bir kadının arasında kalakalmıstı.
“Ortada garip bir durum var diyorum sana,” dedi Nick ısrarlı bir şekilde. “Dan, Colin’e ayakçıymış gibi davrandı.
Bana da küçük bir çocukmuşum gibi. Bir dahaki sefere…” Nick sustu. Bir dahaki sefere ne yapacaktı ki? Suratının ortasına yumruk mu atacaktı? “Bir dahaki sefer gününü göstereceğim,” diyerek cümlesini tamamladı.
Jamİe omuzlarım silkti. Daha farklı bir hareket yapmak için alanı yeterli değildi. “Bence kafanda kuruyorsun,”
dedi umursamaz bir şekilde. “Colin belki de Dan’in İspanyolca konusunda yardım etmesini istemiştir. Birçok kişiye özel ders veriyor.”
“Hayır. Konu bu değildi. Konuşmalarım duymalıydın!”
“O zaman bir şeyler planlıyordur.” Jamie otuz iki dişim gösterecek şekilde sırıttı. “Onları kafaya alıyor anlıyor musun? Hani gecen sefer Alex’İ Michelle senden çok hoşlanıyor diye dalgaya aldığı gibi. Haftalarca gülmüştük!”
Nick istemeden de olsa güldü. Colin o kadar ikna edici olmuştu kî Alex utangaç Michelle’in peşinde günlerce dolanmıştı. Tabii ki gerçek ortaya çıkmış ve Alex birkaç gün boyunca renk değiştiremez halde ortalıklarda dolanmıştı. Sürekli kıpkırmızıydı.
“Üzerinden iki yıl geçti. O zamanlar daha on dört yaşındaydık,” dedi Nick. “Çocukça şeylerdi.”
Kompartıman kapısı açıldı ve birkaç kişi indi ancak yerine daha fazla sayıda insan içeriye girdi. Uzun topuklu giymiş genç bir kadın tüm ağırlığıyla Nick’in ayağına basmıştı. Acı yüzünden Nick, Colin’in garip davranışları hakkındaki düşüncelerinden bir süreliğine de olsa uzaklaştı.
Ancak daha sonra, sinema salonunda oturmuş dev perdede reklamları izlerken Nick’in gözlerinin önüne Colin ve o iki ucubenin görüntüsü yeniden geldi. Alemin kaçamak bakışları, Dan’in üstünlük taslayan sırıtışı. Colin’in utangaçlığı.
Konu özel dersler olamazdı. Asla.
Colin tüm hafta sonu boyunca ortalarda görünmedi ve pazartesiyse Nick’le zorunlu hallerin dışında konuşmadı.
Sürekli meşgul görünüyordu. Ders aralarından birinde Nick onun Jerome’a gizlice bir şey verdiğini görmüştü.
Parlak plastikten ince bir nesneydi. Colin heyecanla bîr şeyler anlatırken Jerome onu ilgiyle dinlemişti. Colin bu sohbetin ardından yanından çabucak uzaklaşmıştı.
“Hey, Jerome.” Nick yanına gidip ona neşeli bir şekilde seslendi. “Söylesene, Colin sana biraz önce ne verdi?”
Jerome omuzlarını silkti. “Önemli bir şey değil.”
“Göstersene.”
Jerome bir an için elini ceketinin cebine sokacak gibi oldu ancak hemen sonra bundan vazgeçti.
“Bu seni neden ilgilendiriyor ki?”
“Hiç, öylesine. Sadece merak.”
“Önemsiz bir şey. Hem neden Colin’e sormuyorsun?” dedikten sonra Jerome arkasını dönüp güncel futbol sonuçlan hakkında konuşan bir grubun arasına katıldı.
Nick okul dolabından İngilizce kitaplarını alıp sınıfa doğru ilerledi ve içeri girer girmez gözleriyle Emily’yi aradı. Emily başı sıranın üzerine eğilmiş bir şekilde çizim yapıyordu. Koyu renk saçları kâğıdın üzerine dökülmüştü.
Nick aklım bu görüntüden uzaklaştırıp Colin’in sırasına doğru ilerledi. Ancak şu mıymıntı Alex de oradaydı. Colinle birlikte baş başa vermiş bir şeyler mırıldanıyorlardı.
“Lanet olsun,” diye mırıldandı Nick kızgın bir şekilde.
Colin ertesi gün okula gelmedi.
“Her türlü şey olabilir. Hem aramızda normalde şüpheci olan benim!” Jamie söylediğini vurgulamak maksadıyla dolabının kapısını hızla çarparak kapattı. “Colin’in âşık olabileceği hiç geldi mi aklına? Çoğu kişi o gibi durumlarda kafayı kırıyor.” Jamie göllerini devirdi. “Örneğin Gloria’ya. Kimbilir. Ya da Brynne’e. Yok, o hep senin peşinde. Seni gidi çapkın seni.”
Nick, Jamie’ye pek kulak vermiyordu zira koridorun ilerisinde, tuvaletlerin orada yedinci sınıftan İki kişi duruyordu. Dennis ve… ve adı o anda Nick’in aklına gelmeyen birisi daha. Dennis heyecanla konuşuyor ve diğerinin suratına doğru bir şey uzatıyordu: İnce, kare şeklinde bir paket. Bu görüntü Nick’e oldukça tanıdık gelmişti. Diğer çocuk sırıtarak paketi alıp belli etmemeye çalışarak çantasına attı.
“Colİn belki de Emily Carver’a yakmıştır abayı,” diye neşeli bir şekilde tahmin yürütmeye devam ediyordu Jamie.
“O kız ona kök söktürür. Keyfînin yerinde olmamasına şaşmamak gerekir. Ya da herkesin sevgilisi Helen!” Jamie, o anda yanlarından geçip sınıfa girmeye çalışan etine dolgun kızın kalçasına okkalı bir şaplak indirdi.
Helen arkasını dönüp onu itti ve Jamie koridorun diğer tarafına savruldu. “Dokunma bana, hayvan!” dedi Helen tıslayarak.
Jamie ilk andaki şaşkınlığından çabucak sıyrıldı. “Nasıl istersen. Ama seni gördükçe dayanamıyorum. Sivilceler ile yağ bezelerine karşı koyamıyorum!”
“Onu rahat bırak,” dedi Nick. Jamie şaşkın bir halde ona bakıyordu.
“Senin neyin var? Son zamanlarda Greenpeace’e mi üye oldun yoksa? Balinaları kurtarmacalar falan?”
“Erebos” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıErebos
- Sayfa Sayısı480
- YazarU. Poznanski
- Çevirmenİlhan Yabantaş
- ISBN6054456383
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gerçeğe Aykırı Beyanlar ~ Aslıhan Kocabal
Gerçeğe Aykırı Beyanlar
Aslıhan Kocabal
Sosyal medyaya bomba gibi düşen haberin ilk kaynağı, hale sebze taşıyan bir kamyon şoförüydü. Adamcağız kasabaya sabaha karşı girdiğini, meydandaki kavun heykelinin dibinde bir...
- On Küçük Zenci ~ Agatha Christie
On Küçük Zenci
Agatha Christie
“Adresinizi iş bulma kurumundan referanslarınzla birlikte altım. İstediğiniz ücreti ödemeye hazırım. 8 Ağustosta işe başlayabileceğinizi ümit ederim. Saat 12.40 da Paddington’dan kalkan trene binecek...
- Düş Yolcusu ~ Ian McEwan
Düş Yolcusu
Ian McEwan
“Düş Yolcusu”, çocukluğun renkli ve sınırsız dünyasında geçen, başkalarını anlamak ve büyümek hakkında, hem küçüklerin hem de büyüklerin keyifle okuyacağı bir kitap. Yetişkinler, Peter...
Ustalıkla yazılmış bir roman