Engin Akyürek’in ikinci öykü kitabı Zamansız, tam da kimsenin zamanının olmadığı zamanlara inat karşımızda. Zamansız olan ne varsa hissettiğimiz, bu kitapta ustaca anlatılmış ve okurların yüreğine girmeyi bekliyor; ilk aşkın heyecanı, önyargılara kurban edilmeyen dostluklar, ölümsüz aşkın en güzeli, patilerin ve tüylerin huzuru, en pürüzsüz karşılaşmalar, dost sohbetlerinin yumuşaklığı, teknolojinin bile aramıza giremediği zamansızlıklar ve daha niceleri…
İnsanlar öpüşürken neden gözlerini kapatıyorlardı? Karanlığın içinde yeni bir dünya keşfetmek için miydi acaba? Atalarımız belki de kendi mahremlerini yaratmanın formülünü yıllar önce bulmuştu…
***
Tanışalı bir saat on üç dakika olmuştu. Nereden mi biliyorum? Zamanı düşünmeden her şeyimle orada olduğum bir an yaşamamıştım da ondan.
***
Hissettiklerimi sindirmem için telefonun ekranına bakma ihtiyacı duymuştum. Âşık mı oluyordum, yoksa yeni tanıştığım birinin bilinmezliği beni bir yolculuğa mı davet ediyordu?
İçindekiler
Zargana İsmail……………………………………………………………………….9
Bir Aziz Hikâyesi …………………………………………………………………17
Bahtiyar Seni Seviyor……………………………………………………………25
İlim, İrfan……………………………………………………………………………..33
Bir Umut Saklıydı Yağmurun İçinde ……………………………………43
Telefondaki Kız ……………………………………………………………………51
Nezaket Hanım…………………………………………………………………….59
Bi Dünya Otobüs………………………………………………………………….69
Evde …………………………………………………………………………………….77
Zamansız ……………………………………………………………………………..85
Şipşak Hayri…………………………………………………………………………93
Kayıp Gece …………………………………………………………………………101
Karşılaşmalar……………………………………………………………………..109
Sene Doksan Beş…………………………………………………………………117
Pinokyo Olsam …………………………………………………………………..127
Aynı Yüz…………………………………………………………………………….133
Benim Yüzümden ………………………………………………………………141
Seni Çok Özledim ………………………………………………………………151
Macit Bey……………………………………………………………………………159
Benim Adım……………………………………………………………………….169
Zargana İsmail
Üşüdü de üşüdü… İsmail, ayaklarına yapışan soğukla yürümeye alışamamıştı… Ankara’nın soğuğu insanı vicdansızca en zayıf yerinden yakalar, bütün vücudu dolaşıp çoğalabileceği yerlerde pusu kurardı.
İsmail’in ayakları hep üşürdü. Zargana suratıyla uyumsuz ufacık narin ayakları, bedenini taşımakta zorlanırdı. Liseyi bitirmesine az kalmıştı. Ayakları su koyuvermezse yürüdüğü yolların yerini burslu okuyacağı üniversite koridorları alacaktı…
Nefesiyle içine dolan soğuk hava boğazına yapışmıştı. Soğuğu böğründe değil ayaklarında, nefesini de ayak tabanlarından hissediyordu. Ayakkabısının tabanına atılan dikişler zargana suratıyla uyumluydu uyumlu olmasına da şu vicdansız soğuklarda tabanı kalın bir botu olsaydı ne okul yolu koyardı ne de Ankara’nın soğuğu…
Bir solukta şu yokuşu da çıkarsa tek katlı sobalı evlerine varacaktı. Yokuşun en inatçı yerinde eskicilik yapan babasıyla karşılaşmıştı:
“Eve mi baba?”
“Eve, tut bakalım ucundan.”
İsmail dört tekerli ekmek teknesine el vermiş, babasıyla yokuşu çıkmaya başlamış, kalın tabanlı bir bot görmek umuduyla gözünün ucuyla tahta arabanın göğsüne doğru kaçamak bir bakış atmıştı. Babası, bakışlarına konan umudu görürse üzülürdü, görmemesi lazımdı. İsmail, babasıyla göz göze gelmemek için gözünü kaçırıp kafasını yokuşun en dik yerine kilitlemişti. Arabada kap kacak bir de eski bir soba vardı…
“İşler nasıldı baba?”
“Ne olacak işte, hep aynı, kap kacak tel maşa.”
“Para edecek bir şey yok yani…”
“Sen bırak şimdi bunları, dersler nasıl?”
“İyi hem de çok iyi.”
Babasının yüzünde her daim anlamlı bir gülüş vardı, şimdi oğlunun sözüyle gülüşü tekrardan ısınmış, kalın bıyığının kenarına bağdaş kurup oturmuştu. “Eskici Nizam’ın oğlu doktor olmuş” diyeceklerdi, bunu aklında dolandırır durur, hoşuna gider, kendi kendine gülerdi.
Baba oğul yokuşu devirmişler, evlerinin sokağına girmişlerdi. İsmail çelimsiz bedeniyle tahta arabayı itince soğuğu az da olsa unutmuştu. Evlerinin bahçesi küçük bir hurdacı dükkânına benziyordu. Demir çubuklar, paslanmış eşyalar, soğuktan büzüşmüş eski kıyafetler…
İsmail tek katlı evlerinin bacasına bakmış, annesinin işten gelip sobayı yakmasını umarak adımlarını hızlandırmıştı.
“İsmail, bir el at da şu sobayı eve taşıyalım.”
Evin bacası tütmüyor, İsmail’in ayak parmakları iyice büzüşüyordu.
“Sobayı kullanacak mıyız?”
“Evdeki soba iyice delindi sıcağı tutmuyor artık…”
İsmail, soğuğa iliğini kemiğini kaptırmadan öç alırcasına sobayı tek başına evin salonuna getirmişti. Gövdesi delinmiş soba ile botu arasında bir benzerlik kurmuştu, sıcak tutması gereken şeyler deliniyordu, hem de hiç beklemediğin yerden…
Eskici Nizam, soba kurmanın tekniğini oğluna anlatırken, İsmail’in üşümüş ayaklarını fark etmişti:
“Üstünü değiştir. Kir pas olmasın, annen gelir şimdi.”
“Sobayı yakarsın di mi baba?”
“Yakarım yakarım.”
İsmail ütülü beyaz gömleğini ve ceketini özenle kapının arkasına asmıştı. Üşüyen ayaklarına tek çare, yanan soba ve kalın yünlü bir çoraptı. Elini yüzünü yıkarken içeriden bir sıcaklık geliyordu. Yeni sobanın maşallahı vardı, bütün salonu ısıttığı yetmezmiş gibi sağ olsun diğer odaları da düşünüyordu. Yünlü çoraplarıyla yanan sobanın yanına büzüşüp ders çalışabilir, sobanın çıkardığı sesle usulca uyuyabilirdi.
Babası bahçede soğukla kavga edercesine eski sobayı parçalıyordu. İsmail pencereden babasına bakar gibi olsa da kafasını göstermek istememişti. Eskici Nizam’ın yardıma ihtiyacı olabilirdi. Ayaklarını sobaya iyice yaklaştırmış, büzüşmüş küçülmüştü.
İsmail, gürül gürül yanan sobanın sesini ninni niyetine dinliyordu. Göz kapakları sıcağa teslim olurken, kızaran kulakları huzura ermiş bir suratı temsil ediyordu.
“İsmail, İsmail…”
İsmail’in gözkapakları uykunun en harlı yerine geçmek üzereydi.
“İsmail, uyudun mu oğlum?”
İsmail, babası yardım istemesin diye uykusunu ses tellerine yollamıştı:
“ … ”
“İsmail, oğlum?”
“Baba…”
“Anneni işten alıp pazara gidicem.”
“Tamam baba.”
İsmail, babasının yardım istememesine sevinmiş, olduğu yerde, yerini sağlamlaştırarak sobayı biraz daha kucaklamıştı. Ayakları yeni yeni ısınmış, ayak parmakları görevini hatırlamış, bedeninden rol çalmamaya başlamıştı.
“İsmail, acıkırsan dolapta yemek var, geç kalmayız.”
Gün batmak üzere, karanlık gri gökyüzünü usulca boyamaktaydı. Salı pazarının elde kalan malları, çerçöple karışık domates patates Eskici Nizam’la karısının çekçekli arabasını bekliyordu. Pazara hangi saatte gidildiği önemliydi, güneşin kendini biraz salması, karanlığın salkım saçak duran sebzenin meyvenin üstüne çökmesi gerekiyordu.
Harlı yanan sobanın içi çekilmiş, hızlı yandığı için altta kalan kömürler tutuşmadan kendi heyecanıyla sönmeye başlamıştı. İsmail, koynunda kitabı, karnında kalemi, ayaklarında yün çorabıyla sobanın bir parçası haline gelmişti. Ayakları kıpırdanmaya başlamış, soğuğun habercisi olan dışsal bir uyanışın emareleri ortaya çıkmıştı. Bilirdi bu kıpırdanmayı, hele ki kıpırdanma ayaklarda başlamışsa bütün bedenini ele geçirecek, zargana bedeninin üzerine çökecek ve saatlerce kalkmayı bilmeyecekti.
Gözkapaklarını aralayınca soğuk, yeni bir görme biçimi yaratmış, ağzından çıkan soğuk havayla karışarak evin içini flulaştırmıştı. Yattığı yerden doğrulup sobanın içine bakıyordu. Kovalı sobalar, iyi yakılmadığında sönmek için fırsat kollayan, soğukla işbirliği yapan bir vicdansıza dönüşebiliyordu… İsmail delik botuyla benzerlik kurmak istese de aklı gürül gürül yanan vicdan sahibi bir sobadaydı… Saate baktı, evdekiler birazdan gelirdi ama İsmail beklese, ayakları beklemezdi. Sobanın dibine saklanmış kömür parçalarını tutuşturmak için gözleriyle bütün odayı taramış kayda değer bir şey bulamamıştı. Defterinden birkaç yaprak yırtıp kömür parçalarının üstüne istiflenen tahta parçalarını yakmaya çalışsa da yakamamıştı. Bahçeye çıkmak, soğukla daha fazla yüz göz olmak istemiyordu. Evin içinde yanıcı madde olmaya gönüllü eşyalara bakıyordu. Dolapları karıştırırken eski bir ceket gözünü kırpıp selam vermişti. Kadife bir ceket, astarı yırtılmış, kendi rengini unutmuş bir halde dolapta yer kaplıyordu. Babasının uzun zamandır giymediği bir ceketti…
Kadife ceketi eline almış, saygı duyar gibi kenarlarından dörde katlayıp sobanın içine atmıştı. Kadife ceket tutuşunca köşelere saklanan kömür parçaları yanan ateşe teslim olmuştu. İsmail ara verdiği uykusuna sarılmış, harlanmış sobayı yorgan niyetine üstüne örtmüştü. Sobanın içinden gelen sesler, sefere çıkan bir ordunun ayak seslerine benziyordu… Kapı açılmış çekçekli arabayla beraber Eskici Nizam ve karısı eve girmişlerdi. Yüzlerinde gizlenmiş bir tebessüm vardı. Pazar bereketli geçmiş, haftalık mutfak ihtiyaçlarını karşılamışlardı. Eskici Nizam, aldıklarını dolaba yerleştirirken seslenmişti:
“Oğlum hadi uyan, gece uykun gelmez sonra…”
İsmail uyanmak istemese de sıcak karnını acıktırmıştı.
Annesi bütün ses tellerine basarak:
“Ayyy Allah!”
“Ne oldu hanım?”
“Eve hırsız girmiş.”
İsmail olduğu yerde doğrulmuş, hırsız lafını anlamaya çalışmıştı.
“Hırsızzz ya!”
Annenin ağlayan ses tonu şimdi göz pınarlarına oturmuştu.
“Hırsız girmiş eve, kadife ceket yok.”
Kadife ceketi duyunca İsmail iyice doğrulmuştu.
Eskici Nizam ağlayan karısını anlamaya çalışarak:
“Ya ne diyorsun? Ne ceketi, ne hırsızı?”
“Dolaptaki eski kadife ceket yok!”
“Eee yoksa yok, giymiyordum zaten.”
“Ben onun içine biriktirdiğim parayı saklamıştım, yırtık astarına.”
İsmail olduğu yerde küçülmüş, ufalmıştı.
“O parayla İsmail’e bot alacaktım, kesin bilen biri çaldı.”
İsmail olduğu yerde ayaklarına bakarak yere çökmüştü.
Ayakları yanıyor, tabanları cehennem ateşiyle harlanıyor, parmak uçlarının sıcaklığı kulaklarını huzursuzca yakıyordu. Ne ceketi yaktığını söyleyebilmişti ne de yırtık botunu…
Eve hırsız girmişti, hırsız…
O günden sonra İsmail’in ayakları hiç üşümedi…
Bir Aziz Hikâyesi
Bir süre kuytu köşe bir yerde saklandığını düşünmüştüm. Ortalıkta görünmediği, ayağımın altında dolaşıp sırnaşmadığı zamanlarda ön patileriyle kapalı dolap kapaklarını açıp içine saklanırdı. “Aziz, Aziz oğlum neredesin?” desem de sesini çıkarmaz, karanlık bir köşede hırıl hırıl uyurdu. Saatler geçmiş bütün dolaplara saklanabileceği, yaratıcılığıyla her defasında beni delirten zulalarına bile bakmış, zaman geçtikçe endişelenmeye onu kaybetme korkusuyla birleşen içimi cız cız yakan bir hisle karşı karşıya kalmıştım. İçimde cızırdamaya başlayan cız cızlar sanki sesime de yanmıştı. “Aziz, Aziz” derken z harfinin boğazımda düğümlenmesi bir kaybın ses tellerimdeki karşılığıydı. Dış kapı kilitli, pencereler sıkı sıkıya kapalıydı. Bütün apartmanı dolaşmış, merdiven boşluklarına, depoya bakmış, konu komşuyu bile darlamıştım. Apartmanın bahçesinde dolaşan diğer kedilere de sormuştum. Sokakta her “Aziz, oğlum neredesin?” dedikçe içimin cızları biraz daha çoğalmıştı.
Aziz hayatıma bir yıl önce girmişti. Oturduğum binaya yakın bir sokakta gecenin bir vakti önce sesini duymuş, sonra da bacağıma sürtünmesiyle selamlaşmış, tanışmıştık.
Burnunda yüzünde çizik yoktu, tüylerinin de pırıl pırıl, boynunda çamura bulanmış ince bir tasma olması, onun bir ev kedisi olduğunu gösteriyordu. Belliydi, sokağa atılmış ya da yolunu şaşırıp evden kaçmıştı. Eğilmiş parmak uçlarımla kafasını okşamıştım. Kafasını avuçlarıma sürterken çıkardığı sesten aç olduğunu düşünmüştüm. Göbüşünü avuçlayıp, emanet bir malı taşır gibi ön patileri sallana sallana yürümeye başlamıştık. Hem yürüyor hem de aklıma dolanan soruları cevaplıyordum: “Eve götürmeli miyim, yoksa köşedeki bakkaldan süt alıp karnını doyurup onu orada bırakıp fıymalı mıyım?” Bakkaldan aldığım sütü, kuşlar su içsin diye duvar kenarına konmuş yoğurt kabının içine koymuştum. Önce yoğurt kabına, sonra süte, sonra da bana bakmıştı. Kedilerin, aç olsalar da öyle sütün peşinden koşmadıklarını, kirli yoğurt kabını açlığın önüne koyamayacaklarını daha sonra öğrenecektim. Ufak diliyle bakkaldan aldığım sütü nazlı nazlı yalandan içmiş kafasını kaldırıp tekrardan bana bakmıştı.
O gece onu evime getirmiştim. “Biraz ısınsın da karnını doyursun”la başlayan cümlelerim, “Bir de veterinere göstereyim”e, en iyi mamalara, renkli kedi yastıkları almaya kadar giden bir süreci başlatacaktı. Kirli yoğurt kabından kafasını kaldırıp bana baktığı an, beraber geçireceğimiz bir yılın özeti gibiydi.
Kaybolduğu gece onu bulma umudumu yitirmiştim. Kediler böyle mi yapardı bilmiyordum. Aziz belki de geldiği gibi gitmesini de bilmişti. Tam yaşını bilemesem de veterinerin söylediğine göre yedi yaşından fazlaydı. Kedi için deneyimli, bir insan için okula başlama yaşıydı… Aziz hayat okulunu çoktan bitirmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıZamansız
- Sayfa Sayısı176
- YazarEngin Akyürek
- ISBN9786256417144
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırmızı Han ~ Honore de Balzac
Kırmızı Han
Honore de Balzac
Balzac “İnsanlık Komedyası” isimli devasa yapıtının “Felsefi İncelemeler” bölümünde yer alan Kırmızı Han’ı arkadaşını haksız bir idam cezası nedeniyle kaybeden eski bir ordu cerrahından...
- Hayalet Şehir ~ Patrick McGrath
Hayalet Şehir
Patrick McGrath
Aslında hiçbir şehir bugün gördüğümüz şehir değildir. Her şehrin, tüm yaşanmışlıklarıyla, geçmişinden bugününe uzanan bir ruhu vardır. Ünlü Ameerikalı romancı Patrick McGrath, üç anlatıdan oluşan Hayalet Şehir’de, New York’a ruhunu veren üç dönemden birer öykü anlatıyor.
- Alleben Öyküleri ~ Ülkü Tamer
Alleben Öyküleri
Ülkü Tamer
Alleben neresi? Anteplilerin iyi bildiği gibi Alleben, Antep’in içinden onu çoğaltarak geçen, kentin kültürünü biçimlendiren uzun ve güçlü Fırat Nehri’nin geçmişte “gürül gürül akan”,...