DÜNYA. ŞİMDİ. BUGÜN. YARIN.
ENDGAME GERÇEK.
VE ENDGAME BAŞLADI.
GELECEK BELİRSİZ.
HER ŞEY OLACAĞINA VARACAK.
On iki Oyuncu. Bedenen gençler ama kadim bir geçmişten geliyorlar. Binlerce yıl önce yaratıldılar ve seçildiler. O günden beri hazırlanıyorlar. Doğaüstü değiller. Ne uçabilir ne de kurşunu altına çevirebilirler. Ölüm geldiğinde onların da yapacak bir şeyleri yok. Onlar için de, hepimiz için de. Onlar Dünyanın mirasçıları ve Büyük Kurtuluş Bulmacasını çözmeliler.
Biri yapmalı yoksa hepimiz yok oluruz.
KİTABI OKU.
İPUÇLARINI BUL.
BULMACAYI ÇÖZ.
KAZANAN SADECE BİR KİŞİ OLACAK.
ENDGAME GERÇEK.
ENDGAME BAŞLADI.
***
Endgame başladı. Geleceğimiz belirsiz. Geleceğimiz, senin geleceğin. Her şey olacağına varır.
Her birimiz, buraya nasıl geldiğimize dair farklı inançlara sahibiz. Bizi Tanrı yarattı. Bizi Uzaylılar ışınladı. Şimşek çaktı ya da zaman tünellerinden geldik. Günün sonunda, nasıl sorusu önemsiz. Bu gezegen, bu dünya bizim. Geldik, burada yaşadık ve hâlâ buradayız. Sen, ben, biz, bütün insanlık. Başlangıçta ne olduğuna dair inancın önemsiz. Ama sonumuz önemli. Nasıl biteceği önemli.
Bunun adı Endgame.
12 kişiyiz. Bedenen genciz ama kadim bir geçmişten geliyoruz. Soylarımız binlerce yıl önce belirlendi. O günden beri hazırlanıyoruz. Oyun başladığında, planlarımızı yaparak şifreleri çözmeli, harekete geçip öldürmeliyiz. Bazılarımız, diğerleri kadar hazır değil, zayıflar ilk ölenler olacak. Endgame bu kadar basit. Basit olmayan, içimizden biri öldüğünde, sayısız insanın da onunla birlikte ölecek olması. Büyük Karşılaşma ve sonrasında olacaklar, her şeyi belirleyecek. Sen, bütün bunlardan habersiz milyonlardan sadece birisin. Sen masum seyircisin. Sen şanslı kaybeden, talihsiz şampiyonsun. Sen, kaderini belirleyecek oyunun izleyicisisin.
Biz Oyuncularız. Senin Oyuncuların. Oynamamız gerekiyor. 13 yaşından büyük, 20 yaşından küçük olmamız gerekiyor. Kural bu. Bugüne kadar hep böyleydi. Süper güçlerimiz yok. Hiçbirimiz uçamıyoruz, hiçbirimiz dokunduğumuzu altına çeviremiyoruz, hiçbirimiz kendimizi iyileştiremiyoruz, ölüm geldiğinde, ölüyoruz, ölümlüyüz. İnsanız. Dünyanın mirasçılarıyız. Son Kurtuluş Bulmacası’nı biz çözmek durumundayız. İçimizden biri bulmacayı çözmeli, yoksa hepimiz yok olacağız. Birlikteyken her şeyiz: güçlü, nazik, acımasız, sadık, zeki, aptal, çirkin, arzulu, adi, dönek, güzel, hesapçı, tembel, hayat dolu, zayıf.
İyi ve kötüyüz.
Senin gibi.
Herkes gibi.
Ama birlikte değiliz. Arkadaş değiliz. Birbirimizi arayıp mesajlaşmıyoruz. İnternette sohbet edip kahve içmek için buluşmuyoruz. Dünyanın farklı yerlerinde yaşıyoruz. Doğduğumuz günden beri temkinli ve akıllı olmak üzere eğitilerek yetiştirildik. Kurnaz ve acımasız olmayı öğrendik. Son Bulmaca’nın anahtarlarını bulmaya çalışırken bizi hiçbir şey durduramaz. Başarısız olamayız. Başarısızlık ölüm demek. Başarısızlık, Her Şeyin Sonu demek.
Yaşama arzusu, gücü yenebilecek mi? Aptallık, nezaketi yener mi? Tembellik, güzelliği alt eder mi? İyi mi, yoksa kötü mü kazanacak? Bunu öğrenmenin tek bir yolu var.
Oyna.
Hayatta kal.
Sırları çöz.
Geleceğimiz belirsiz. Geleceğimiz senin geleceğin. Her şey olacağına varır.
O yüzden dinle.
Takip et.
Neşelen.
Umut et.
Dua et.
İnanıyorsan bütün gücünle dua et.
Biz oyuncularız. Senin oyuncuların. Senin için oynuyoruz.
Gel , sen de bizimle oyna.
Dünyanın bütün insanları.
Endgame başladı.
MARCUS LOXIAS MEGALOS
Hafız Alipaşa Sk., Aziz Mahmut Hüdayi Mh., İstanbul, Türkiye
Marcus Loxias Megalos’un canı sıkılıyordu. Zaten hayatı boyunca sıkılmadığı tek bir günü bile hatırlayamıyordu. Okul sıkıcıydı. Kızlar sıkıcıydı. Futbol sıkıcıydı, özellikle de büyük aşkla tutkun olduğu Fenerbahçe, şu anda Manisaspor karşısında yenilirken, futbol fazlasıyla can sıkıcı oluyordu.
Marcus, çok sade döşenmiş küçük odasında, televizyona küçümsercesine baktı. Oturduğu pofuduk, siyah deri koltuk, yerinden oynadıkça etine yapışıyordu. Gece olmasına rağmen Marcus, odasının ışıklarını yakmamıştı. Pencere açıktı. Sıcak, Boğaziçi’nden geçen gemilerin İstanbul üzerinde yankılanan uzunlu kısalı düdükleri, şamandıra çanları eşliğinde bunaltıcı bir hayalet gibi içeri sızıyordu.
Marcus, üzerine bol gelen siyah spor şortunu giymişti. Üstü çıplaktı. Güneş yanığı teninin altından 24 kaburgası sayılabiliyordu. Kolları güçlü ve kaslıydı. Ciğerleri kuvvetliydi. Karnı dümdüz, siyah saçları kısacık, gözleri yeşildi. Bir ter damlası burnunun ucuna doğru süzüldü. İstanbullular sıcaktan bunalıyordu ve Marcus onlardan farklı değildi.
Kucağında, deri kaplı antika bir kitap açık duruyordu. Sayfalardaki kelimeler Yunancaydı. Açık sayfadaki bir parça kâğıdın üzerine kendi elyazısıyla şunları yazmıştı: Girit’ten göçen zengin bir adamın soyundan geldiğimi beyan ederim. Bu kadim kitabı defalarca okumuştu. Kitap savaşın, keşfin, ihanetin, aşkın ve ölümün hikâyesini anlatıyordu. Marcus her seferinde gülümseyerek okuyordu bunu.
Marcus kendi yolculuğuna çıkmak, bu sıkıcı şehrin bunaltıcı sıcağından kaçmak için her şeyini verebilirdi, önünde sonsuzluğa uzanan mavi denizleri, tenini sarmalayan serin rüzgârları, yaşayabileceği maceraları ve ufukta dizilmiş düşmanlarını hayal etti.
Hayıflanırcasına iç çekerken kâğıt parçasına dokundu. Diğer elinde 9.000 yıl önce Knossos’un ateşinde dövülmüş tek parça bronzdan antika bir bıçak tutuyordu. Bıçağı göğsünde dolaştırıp sağ bileğine dayadı. Etini kesmeyecek şekilde bastırdı. Nerede durması gerektiğini biliyordu. Bıçağı tutabildiği günden beri eğitimini almıştı. Altı yaşından beri, bıçağı yastığının altında uyurdu. Onunla bir sürü tavuk, sıçan, köpek, kedi, domuz, at, şahin ve kuzu öldürmüştü. Ve de onunla 11 kişiyi öldürmüştü.
16 yaşındaydı. Oyun yaşındaydı. 20 yaşını geçtiği gün Oyuna katılma hakkını kaybedecekti. Oysa Marcus Oynamak istiyordu. Oyun’u oynayamayacaksa ölmeyi tercih ederdi.
Gerçi Oyun’a denk gelme olasılığının zayıf olduğunu kendisi de biliyordu. Odysseus’un aksine, Marcus savaşı göremeyecek, büyük yolculuğuna çıkamayacaktı.
Soyu, 9.000 yıldır beklemişti. Bronz bıçak da o günlerde dövülmüştü.
Marcus, soyunun kendisinden sonra bir 9.000 yıl daha bekleyeceğinden, kucağındaki kitabın sayfalarının toza dönüşeceğinden emindi.
Marcus çok sıkılıyordu.
Televizyondaki taraftarlar coşarken, Marcus başını bıçaktan kaldırdı. Fenerbahçe’nin kalecisi, sağdan yay gibi gelen topu kurtarıp iriyarı orta saha oyuncusuna doğru degaj yaptı, o da kafayla ileri gönderdi. Top bir dizi defans oyuncusunun üzerinden uçarak Manisaspor kalesinin önündeki iki forvetin yakınına düştü. Futbolcular, topu kapmak için hemen fırladı, içlerinden biri defansın yokluğunda kaleden 20 metre beride rahatça topla buluştu. Kaleci hazırdı.
Marcus öne eğildi. Maçın süresine baktı. 83:34. Fenerbahçe’nin gol atması gerekiyordu. Ancak sıkı bir golle bu maçtan yüzünün akıyla çıkabilirdi. Eski kitap kucağından yere kaydı. Kâğıt parçası, sayfaların arasından kurtulup düşen bir yaprak gibi havada süzüldü. Taraftarlar ayaktaydı. O sırada gökyüzü aniden aydınlandı. Sanki Gök Tanrıları, Fenerbahçe’ye yardım etmek için yere iniyorlardı. Kaleci geriledi. Forvet bütün gücünü toplayıp şut çekti.
Top ağlarla buluştuğunda, bütün stat aydınlandı, taraftarlar çılgın gibi haykırıyordu, önce golün heyecanıyla çığlıklar atıyorlardı, ardından bir anda herkesi dehşet ve kafa karışıklığı esir aldı. Gerçek, yoğun, fazlasıyla yoğun bir dehşet ve kafa karışıldığıydı bu. Dev bir ateş topu, yanan bir meteor, kalabalığın üzerinde patlayarak sahayı ikiye böldü. Fenerbahçe defansı tarafında ve kale arkası tribünlerde korkunç bir çukur oluştu.
Marcus’un gözleri kocaman olmuştu. Gözlerinin önünde kıyamet kopmuştu. Şu Amerikan felaket filmlerindekine benzer bir katliam söz konusuydu. Stadın yarısını dolduran on binlerce kişi yanarak ölmüştü.
Marcus’un hayatı boyunca gördüğü en güzel şeydi bu.
Nefesi sıklaştı. Alnında ter damlaları birikti. Dışarıda insanlar bağırıp çağırıyor, çığlıklar atıyordu. Aşağıdaki kafeden bir kadının ulurcasına hıçkırdığını duydu. Marmara’yla Karadeniz’i birbirine bağlayan Boğaziçi’ne kurulmuş kadim şehir İstanbul’un sokaklarında sirenler çalıyordu.
Televizyonda, bütün stadyum alevler içindeydi. Futbolcular, polisler, taraftarlar, antrenörler, yanan birer kibrit çöpü gibi oraya buraya koşuyorlardı. Maç yorumcuları, yardım için ağlıyor, Tanrı’ya yakarıyorlardı ama bu olanı anlayamazlardı. Henüz ölmeyenler ya da ölmeye koşanlar, kaçarken birbirlerini eziyorlardı. Bir patlama daha olduğunda ekran karardı.
Marcus’un kalbi göğsünden fırlamak istercesine atıyordu. Beyni, alevler içindeki futbol sahası gibi yanıyordu. Midesi, asit yatağındaki taşlardan ibaretti. Terli avuçları ateş gibiydi. Gözlerini indirdiğinde kadim bıçağın etini kestiğini, elinden süzülen kanın koltuğa, yerdeki kitaba damladığını fark etti. Kitap mahvolmuştu ama artık bunun önemi yoktu. Kitaba ihtiyacı olmayacaktı. Çünkü Marcus, şu andan itibaren hayalini kurduğu Yolculuk’a çıkacaktı.
Marcus, kararan ekrana baktı. O yıkıntıların içinde bir şeyin onu beklediğini biliyordu. Bu her neyse, bulması gerekiyordu.
Tek bir parça.
Kendisi ve soyu için tek bir nesne.
Gülümsedi. Marcus hayatı boyunca bu an için eğitilmişti. Eğitimlerden kalan zamanlarda Çağrı’nın hayalini kurardı. Ergen zihninin hayal ettiği bütün felaketler bir araya gelse, Marcus’un bu akşam tanık olduğu felaketin yanına bile yaklaşamazdı. Stadyuma düşen bir meteor, 38.676 kişiyi öldürmüştü. Efsaneler, başlangıcın muhteşem olacağını çok önceden bildirmişti. Ve bu sefer, efsaneler harika bir şekilde gerçekleşiyordu.
Marcus, bütün hayatı boyunca Endgame’i beklemiş, Oynamak için yanıp kavrulmuş, her gün hazırlık yapmıştı. Artık canı sıkılmıyordu ve kazanana ya da kaybedene kadar canı bir daha hiç sıkılmayacaktı.
Zamanı gelmişti.
Marcus biliyordu.
Oyun başlıyordu.
CHIYOKO TAKEDA
22B Hateshinai Tori, Naha, Okinawa, Japonya
Kalaylı küçük bir çanın üç kez çınlamasıyla Chiyoko Takeda uykusundan uyandı. Başını yana çevirdi. Dijital saati 5:24 ü gösteriyordu. Saatin ve dakikanın farkındaydı. Gördüğü rakamlar gittikçe ağırlaşıyordu. Anlamlıydı. 11:03, 9:11 ya da 7:07 gibi sayılara bir anlam yükleyenlerle aynı durumda olduğunu hayal edebiliyordu. Hayatı boyunca 5:24 rakamını görecekti ve hayatının geri kalanında bu rakamlar ağırlaşacak, önemli olacak, anlam kazanacaktı.
Chiyoko, gözlerini komodinin üzerindeki saatten karanlığa çevirdi. Çarşafın üzerinde çıplak yatıyordu. İnce dudaklarını diliyle ıslattı. Karanlık tavanda her an bir mesaj görünecekmiş gibi gözlerini kısarak gölgeleri seyretti.
Çan çalmamalıydı. Onun için çalmamalıydı.
Hayatı boyunca ona Endgame ve fantastik derecede tuhaf ataları anlatılmıştı. Çan çalmadan önce, eğitimini okula gitmeden evde alan 17 yaşında usta bir denizci, bir kâşif, yetenekli bir bahçıvan, kıvrak bir tırmanıcıydı. Semboller, diller ve kelimeler alanında uzmandı. İşaretleri okuyabiliyordu. Wakizashi kılıcı, hojo kordonu ve shuriken Ninja yıldızlarını kullanabilen usta bir suikastçıydı. Çan çaldığından beri kendisini 100 yaşında hissediyordu. 1.000 yaşında hissediyordu. 10.000 yaşında hissediyor, her geçen saniye daha da yaşlanıyordu. Asırların ağır yükü, onu aşağı çekiyordu.
Chiyoko gözlerini yumdu. Karanlık geri geldi. Başka bir yerde olmak isterdi. Bir mağarada. Sualtında. Dünyanın en kadim ormanlarında. Ama buradaydı ve buna alışması gerekiyordu. Yakında karanlık her yeri saracaktı ve herkes karanlığın ne olduğunu anlayacaktı. Karanlıkta ustalaşması gerekiyordu. Karanlıkla dost olmalı, onu sevmeliydi. 17 yıldır hazırlanmıştı. İstemese, hatta gerçekleşeceğine ihtimal vermese de olacaklara hazırdı. Karanlık, tam da Chiyoko’nun sevdiği türden şefkatli bir sessizlik olacaktı. Sessizlik, onun bir parçasıydı.
Duyabiliyordu ama hiç konuşmamıştı.
Açık pencereden dışarı bakıp derin bir nefes aldı. Gece boyunca yağmur yağmıştı. Nemi genzinde, boğazında ve göğsünde hissedebiliyordu. Hava güzel kokuyordu.
Odasının sürgülü kapısını biri hafifçe tıkladı. Chiyoko, Batı tarzı yatağında doğrulup omzunun üzerinden kapıya baktı. Ayağını iki kere yere vurdu. Bu içeri gel anlamına geliyordu.
Parke zeminde kayan ahşap kapının sesini duydu. Kapı açıldığında sessizlik oldu. Sonra yere sürtünen ayakların belli belirsiz sesi geldi.
“Çanı çaldım,” dedi amcası, başını saygıyla eğerek. Oyuncuya sonsuz hürmet göstermek âdetti, hatta bir kuraldı. “Çalmak zorundaydım,” dedi adam. “Geliyorlar. Hepsi geliyor.”
Chiyoko başını salladı.
Adam gözlerini yerden kaldırmadı. “Üzgünüm,” dedi. “Zamanı geldi.”
Chiyoko, ayağıyla aynı tempoda yere beş kez vurdu. Tamam. Bir bardak su.
“Peki, hemen.” Amcası geri geri kapıya gitti, sonra hızla uzaklaştı.
Chiyoko ayağa kalktı, havayı yeniden koklayıp pencereye gitti. Şehir ışıklarının belli belirsiz pırıltısı, solgun tenini sardı. Naha’ya baktı. Park oradaydı. Hastane. Liman. Kapkara, uçsuz bucaksız, kıpırtısız deniz oradaydı. Hafif bir yel esiyordu. Penceresinin altındaki palmiyeler fısıldıyordu. Alçaktan süzülen gri bulutlar, gökten bir uzay gemisi iniyormuş gibi aydınlanmaya başlamıştı. Yaşlılar uyanmış olmalı, diye düşündü Chiyoko. Yaşlılar erken kalkıyor. Çay içiyor, pilav ve turp turşusuyla kahvaltı yapıyorlardı. Yumurta, balık yiyip ılık süt içiyorlardı. Bazıları savaşı hatırlayacaktı. Gökten inip her şeyi yerle bir eden, her şeyi yok eden ve ardından yeniden doğuşa zemin hazırlayan ateşi hatırlayacaklardı. Olacaklar, onlara o günleri hatırlatacaktı. Ama ya yeniden doğuş? Hayatta kalmaları ve gelecekleri, tamamen Chiyoko’ya bağlıydı.
Bir köpek çılgın gibi havlamaya başladı.
Kuşlar ciyakladı.
Bir arabanın alarmı acı acı çaldı.
Gökyüzü parladı ve devasa boyutlarda bir ateş topu şehrin kıyısına düşerken bulutlar aniden dağıldı. Islık çalarak hızla inen ateş topu marinaya çarptı. Büyük bir patlamayı takip eden dev bir mantarı andıran duman bulutu, sabah karanlığını aydınlattı. Naha’nın üzerine toz, toprak, taş, plastik ve metal yağıyordu. Ağaçlar öldü. Balıklar öldü. Çocuklar, hayaller ve servetler öldü. Şanslı olanlar, ölüme uykusunda yakalandı. Şanssız olanlar ya yandı ya da sakat kaldı.
Başta deprem olduğunu sanacaklardı.
Ama sonra göreceklerdi.
Bu sadece başlangıçtı.
Şehrin üzerine moloz yağıyordu. Chiyoko, beklediği parçanın geldiğini sezebiliyordu. Uzun bir adımla pencereden uzaklaştığında, orkinos şeklinde parlak, kor renkli bir nesne ayaklarının dibine düşerek yuvarlanırken yer minderini yaktı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEndgame: Çağrı
- Sayfa Sayısı552
- YazarJames Frey,Nils Johnson Shelton
- ÇevirmenUğur Mehter
- ISBN9786055057671
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPena Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İsa’nın Okul Günleri ~ J.M. Coetzee
İsa’nın Okul Günleri
J.M. Coetzee
David devamlı soru soran bir çocuktur. Simón ve Inés ise onu okula göndermez, Estrella’daki yeni evlerinde yetiştirirler. David oranın dilini öğrenir, arkadaş edinmeye başlar....
- Gelin ~ Julie Garwood
Gelin
Julie Garwood
Kralın emrine karşı gelmek olanaksızdı ve İskoçya’nın en güçlü toprak sahibi Alec Kincaid,İngiliz bir gelinle evlenmek zorunda kalmıştı.Baron Jamios’un en güzel kızı Jaime, Alec’in...
- Şeytanın Labirenti ~ John Saul
Şeytanın Labirenti
John Saul
Bu işaret ilk kez 4. yüzyılda Roma lahitlerinin üzerinde görüldü.Daha sonra 16. yüzyılda bir İspanyol el yazmasıyla yeniden ortaya çıktı.Şimdiyse burnumuzun dibinde, tarihi bir...