Günübirlik yaşayan yoksul, sevecen bir genç adam, yavaş yavaş ve neredeyse kendiliğinden kurulan ama hiçbir zaman sonu belli olmayan dostluk ve aşk ilişkileri, kısa süren sevinçler, kolay kolay dışa vurulamayan kuşkular ve acılar… Patrick Modiano alabildiğine yalın ama aynı ölçüde duyarlı ve şiirsel bir dil kullanarak okuru yarattığı dünyanın içine çekiyor. En Uzağından Unutuşun ilk bakışta gelişigüzel yazılmış izlenimi veren kişileriyle, eksik anlatılmış gibi görünen ama yenileri eklendikçe bütünlenip derinleşen olaylarıyla kentleri, sokakları ve evleriyle bizi büyüleyen bir roman, bir ustalık dönemi romanı. “Tam anlamıyla benzersiz… Modiano’yu yanıt bulmak için okumazsınız. Modiano romanlarının okunma nedeni her birinin devasa bir dizinin parçası olmasıdır: Çözümsüz tek bir suça yeni bir tanımlama getirirler.” Adam Thirlwell, Guardian “Onun rüyamsı, görkemli, tamamıyla özgün ve şu sözümona sanatsal modalara dayanıklı eserleri zamanın akışına meydan okuyor.” Nathalie Crom, Télérama
O orta boyluydu, öteki, Gérard Van Bever, azıcık daha kısaydı. İlk karşılaşmamızın akşamı, otuz yıl önceki o kış mevsimi, Tournelle Rıhtımı’ndaki bir otele kadar eşlik etmiştim onlara, sonra kendimi odalarında bulmuştum. İki yatak, biri kapının yanında öteki pencerenin dibinde. Pencere rıhtıma bakmıyordu, sanırım kırma çatılıydı. Odada hiçbir dağınıklık ilişmemişti gözüme. Yataklar yapılmıştı. Valiz maliz yoktu.
Giysi miysi de yoktu. Yalnızca komodinlerden birinin üstünde koca bir çalar saat. Bu saate karşın, burada gizlice varlıklarından iz bırakmaktan sakınarak yaşıyorlar diyeceği gelirdi insanın. Ayrıca, o ilk akşamda çok kısa bir süre kalmıştık odada, ancak taşımaktan yorulduğum sanat kitaplarını bırakacak kadar bir süre, Saint-Michel Bulvarı’nda bir kitapçıya satmayı deneyip de başaramadığım kitapları. Onlar da gene Saint-Michel Bulvarı’nda, akşama doğru metronun ağzına dolan ve ters yönde bulvara çıkan insan selinin ortasında yanaşmışlardı yanıma. Yakınlarda nerede bir postane bulabileceklerini sormuşlardı. Açıklamalarım fazla bulanık olur diye korkmuştum. Neden derseniz, iki nokta arasındaki en kısa yolu belirtmeyi hiçbir zaman becerememişimdir. Bu yüzden onları Odéon Postanesi’ne kadar kendim götürmeyi yeğlemiştim. Yolda, kız tütün de satan bir kafede durup üç pul almıştı.
Zarfa yapıştırmıştı bunları, böylece ben de okumaya zaman bulmuştum: Mayorka. Üstünde “Dış ülkeler – Uçak” yazanı mı, değil mi hiç bakmadan posta kutulardan birine sokuşturuvermişti mektubu. Geri dönüp Saint-Michel Bulvarı’na ve rıhtımlara yönelmiştik. Kitapları taşıdığımı görmek canını sıkmıştı, “herhalde ağırdır” diye. Sonra soğuk bir sesle Gérard Van Bever’e, “Ona yardım edebilirdin,” demişti.
O da bana gülümsemiş ve kitaplardan birini –en ağırını– koltuğunun altına almıştı. Tournelle Rıhtımı’nda, odalarında, kitapları komodinin dibine bırakmıştım, çalar saatin bulunduğu komodinin. Saatin tıkırtısı duyulmuyordu. Akreple yelkovan üçü göstermekteydi. Yastığın üstünde bir leke. Kitapları yere bırakmak için eğilince, bu yastığın ve bu yatağın üstünde yüzen bir eter kokusu duymuştum. Kolu üzerime sürtünmüş ve komodinin lambasını yakmıştı. Rıhtım üzerinde, otellerinin yanında bir kafede akşam yemeği yemiştik. Tabldottaki ana yemeği istemiştik yalnızca. Hesabı Van Bever ödemişti. Param yoktu o akşam, Van Bever de beş frank eksiği olduğunu sanıyordu. Paltosunun ve ceketinin ceplerini araştırmış, sonunda ufaklıklarla denkleştirmişti bu parayı. O, arkadaşının yaptığına ses çıkarmıyor, sigarasını içerek dalgın dalgın ona bakıyordu. Benden yana dönmüş, biraz kısık bir sesle: “Gelecek sefer, gerçek bir lokantaya gideriz,” demişti. Daha sonra Van Bever odadan kitaplarımı almaya gidince, ikimiz otelin kapısında kalmıştık. Burada uzun zamandır mı oturduklarını, taşradan mı, yoksa bir dış ülkeden mi geldiklerini sorarak sessizliği bozmuştum. Hayır, Paris dolaylarında doğmuşlardı. İki aydır burada kalıyorlardı. O akşam bana bütün söylediği bu olmuştu işte. Bir de adı: Jacqueline.
Van Bever yanımıza gelmiş ve kitaplarımı vermişti. Ertesi gün de satmaya çalışıp çalışmayacağımı ve böyle bir ticaretin kazançlı olup olmadığını bilmek istiyordu. Gene görüşebileceğimizi söylemişlerdi bana. Kesin bir saate randevu saptamak zordu ama sık sık Dante Sokağı’nın köşesinde bir kafeye geliyorlardı. Düşlerimde bazı bazı dönerim oraya. Geçen gece, Dante Sokağı boyunca, batmakta olan bir şubat güneşi gözlerimi kamaştırıyordu. Bunca zamandır değişmemişti. Camlı ön bölmenin önünde durdum, tezgâha baktım, tilte, bir dans pistinin çevresine dizilir gibi dizilmiş birkaç masaya baktım. Sokağın ortasına geldiğim zaman, karşıdaki, SaintGermain Bulvarı’ndaki büyük yapının gölgesi düşüyordu buraya. Ama arkamda, kaldırım hâlâ güneşliydi. Uyandığımda, yaşamımın Jacqueline’i tanıdığım dönemi de aynı gölge ve ışık karşıtlığı içinde göründü. Soluk, kışçıl sokaklar, bir de panjur aralıklarından sızan güneş.
Gérard Van Bever kumaşı balıksırtı çizgili bir palto giyerdi; bedenine fazla büyük gelirdi. Dante Sokağı’ndaki kafede, tiltin önünde ayakta duruşu geliyor gözlerimin önüne. Tiltin şıkırtıları ve ışıklı işaretleri birbirini izlerken kolları ve gövdesi ancak kımıldıyor. Van Bever’in paltosu genişti, dizlerinden daha aşağıya inerdi. Çok dik dururdu, yakası inik, elleri ceplerinde. Jacqueline saç örgülü, balıkçı yaka bir kazak ve yumuşak deriden kahverengi bir ceket giymişti. Onları Dante Sokağı’nda ilk kez bulduğumda, bana döndü, gülümsedi sonra tilt partisini sürdürdü. Kolları ve gövdesi koca aygıtın karşısında incecik görünüyordu, sarsıntıları her an geriye fırlatabilirdi onu.
Ayakta kalmaya çabalıyordu, iskeleden aşağı düşmesine ramak kalmış biri gibi. Gelip masama oturdu, Van Bever de tiltin önünde yerini aldı. Başlangıçta, bu oyunu böylesine uzun süre oynamalarına şaşmıştım. Çoğu kez ben kesiyordum oyunu, yoksa sonsuza dek sürecekti. Öğle sonları, bu kafede hemen hiç kimse olmuyordu ama akşam altı dedi mi müşteriler tezgâhla birkaç masa çevresinde sıkışıyordu. Konuşmaların gürültüsü, tiltin çıtırtıları ve sıkış tıkış oturmuş insanlar arasında, Van Bever ile Jacqueline’i hemen seçemiyordum. Önce Van Bever’in balıksırtı çizgili paltosunu, sonra Jacqueline’i görüyordum. Birkaç kez gelmiş, onları bulamamıştım, her seferinde de bir masaya oturup uzun süre beklemiştim. Bir daha onlarla karşılaşma fırsatını bulamayacağımı, kalabalığın, gürültü patırtının içinde yitip gittiklerini düşünüyordum.
Ve bir gün, hemen öğleden sonra, oradaydılar; ıssız salonun dibinde, tiltin önünde yan yana. Yaşamımın bu döneminin öteki ayrıntılarını zar zor anımsıyorum. Annemle babamın yüzlerini neredeyse unuttum. Daha bir süre onların dairesinde oturmuş sonra öğrenimimi bırakmıştım, eski kitaplar satarak para kazanıyordum. Onlarınkine yakın bir otele, Lima Oteli’ne Jacqueline ile Van Bever’i tanıdıktan kısa bir süre sonra yerleştim. Pasaportumda yazılı doğum tarihini değiştirerek bir yıl yaşlandırmıştım kendimi, böylece erginlik yaşımdaydım. Lima Oteli’ne gelişimden önceki hafta, nerede yatacağımı bilmediğimden, odalarının anahtarını bana vermişler ve gitme alışkınlığında oldukları taşra kumarhanelerinden birine gitmişlerdi. Karşılaşmamızdan önce, Enghien Kumarhanesi’yle bir de Normandiya’da iki-üç küçük plaj kasabasının kumarhanesiyle başlamışlar işe. Sonra Dieppe, Forges-lesEaux ve Bagnoles-de-l’Orne’da karar kılmışlar. Cumartesi gidiyor, pazartesi de hiçbir zaman bin frankı geçmeyen bir kazançla dönüyorlardı. Van Bever –kendi deyimiyle– beş civarında nötr oynamıştı ama rulette ancak ufak paralarla oynanınca kazançlı olunuyordu. Hiçbir zaman onlarla bu yerlere gitmedim. Semtten ayrılmadan, pazartesiye kadar bekliyordum onları. Derken bir süre sonra, Van Bever –kendi deyimiyle– “Forges”a gider oldu; çünkü Bagnoles-de-l’Orne kadar uzak değildi, Jacqueline de Paris’te kalıyordu.
Odalarında yalnız geçirdiğim geceler sırasında, şu eter kokusu hep yüzüyordu havada. Mavi şişe lavabonun rafındaydı. Dolapta giysiler vardı: bir erkek ceketi, bir pantolon, bir sutyen ve Jacqueline’in giydiği balıkçı yaka gri kazaklardan biri. Bu gecelerde doğru dürüst uyuyamamıştım. Uyanıyor ve nerede bulunduğumu bilemiyordum. Ben odayı tanıyıncaya dek uzunca bir süre geçmesi gerekiyordu. Van Bever ve Jacqueline konusunda sorular soracak olsalar, yanıt vermekte ve burada neden bulunduğumu açıklamakta çok sıkıntı çekerdim. Geri dönecekler miydi? Kuşkulanıyordum sonunda. Otelin girişinde koyu renk tahtadan bir tezgâhın arkasında duran adam odaya çıkmama ve anahtarı üzerimde saklamama aldırmıyordu. Başıyla selamlıyordu beni.
Son gece beşe doğru uyanmıştım, uyuyamıyordum. Herhalde Jacqueline’in yatağındaydım, çalar saatin tıkırtısı da öyle güçlüydü ki, dolaba koymak ya da yastığın altına saklamak istemiştim. Ama sessizlikten korkuyordum. O zaman kalkmış, otelden çıkmıştım. Rıhtımda botanik bahçesinin parmaklıklarına kadar yürümüştüm sonra şimdiden açılmış olan tek kafeye girmiştim, Austerlitz Garı’nın karşısındakine. Önceki hafta, Dieppe Kumarhanesi’ne oynamaya gitmişler ve sabah çok erken dönmüşlerdi. Bugün de aynı şey olacaktı. Beklenecek bir saat, iki saat daha… Banliyölüler Austerlitz Garı’ndan gittikçe daha kalabalık çıkıyor, tezgâhta bir kahve içiyor ve metronun ağzına dalıyorlardı. Daha ortalık karanlıktı. Gene botanik bahçesi ve eski şarap halinin parmaklıkları boyunca yürüyordum. Uzaktan, karaltılarını gördüm. Van Bever’in balıksırtı çizgili paltosu karanlıkta açık renk bir leke oluşturuyordu. Her ikisi de rıhtımın öbür yanında, eski kitap satıcılarının sandıklarının karşısında bir banka oturmuştu.
Dieppe’ten yeni gelmişlerdi. Odanın kapısını çalmışlardı ama kimse ses vermemişti. Az önce ben anahtarı cebime koyarak çıkmıştım. Lima Oteli’nde, pencerem Saint-Germain Bulvarı’na ve Bernardins Sokağı’nın yukarısına bakardı. Yatağıma uzandığım zaman bu pencerenin çerçevesi içinde şimdi adını unuttuğum bir kilisenin çan kulesi belirirdi. Gece, arabaların gürültüsü kesildikten sonra saatler çalardı. Jacqueline ile Van Bever sık sık benimle yürürlerdi. Bir Çin lokantasında yemek yemiş olurduk. Sinemada bir film izlemiş olurduk.
Bu akşamlarda, Saint-Michel Bulvarı’nda karşılaştığımız üniversitelilerden hiçbir şey ayırmazdı bizi. Van Bever’in biraz eskimiş paltosu ve Jacqueline’in deri ceketi Quartier Latin’in donuk dekorunda erirdi. Ben, bej rengi kirlenmiş eski bir yağmurluk giyerdim ve elimde kitaplar olurdu. Hayır, gerçekten neyimiz dikkati üzerimize çekebilirdi, bilmiyorum. Lima Oteli’nin fişine “üniversitede edebiyat öğrencisi” olduğumu yazmıştım ama yalnızca formaliteydi bu, resepsiyonda duran adam hiçbir zaman en ufak bir bilgi istememişti benden. Her hafta odanın parasını ödemem yetiyordu ona.
Bir gün, tanıdığım bir kitapçıda satmayı denemek üzere elimde bir kitap torbasıyla çıkarken, “Ne haber, dersler nasıl?” demişti. Önce sesinde belirli bir alay seçer gibi olmuştum. Ama oldukça ciddiydi. Tournelle Oteli de Lima Oteli gibi sakindi. Otelin çok yakında kapatılıp apartmana dönüştürüleceğini açıklamışlardı bana. Ayrıca gündüzleri, komşu odalardan çekiç sesleri gelmekteydi. Bir fiş doldurmuşlar mıydı, meslekleri neydi? Van Bever bu kâğıtlara “gezici kitap satıcısı” yazdığı yanıtını verdi ama şaka edip etmediğini bilmiyorum. Jacqueline omuz silkti. Onun mesleği yoktu. Gezici kitap satıcısı, bir kitapçıdan ötekine kitaplar taşıdığıma göre, bu sanı ben de üstlenebilirdim ne de olsa. Havalar soğuktu. Kaldırım ve rıhtımlarda erimiş karlar, kışın kara ve gri renkleri geliyor usuma. Ve Jacqueline sokağa mevsime göre fazla hafif deri ceketiyle çıkıyordu hep.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEn Uzağından Unutuşun
- Sayfa Sayısı136
- YazarPatrick Modiano
- ISBN9789750742576
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Faust ~ Johann Wolfgang Goethe
Faust
Johann Wolfgang Goethe
Gençliğimde bana görünmüş olan belirsiz’ şekiller, yine yaklaşıyorsunuz. Acaba bu defa sizi tutmayı denesem olur mu? Kalbimde hala o şüpheye karşı bir eğilim var....
- Çılgın Orlando – 2 ~ Ludovico Ariosto
Çılgın Orlando – 2
Ludovico Ariosto
Ludovico Ariosto (1474-1533): Ünlü İtalyan şair. Hukuk öğrenimi görmüş, kalabalık ailesine bakmak için Ferrara dukalarının yanında çalışmak zorunda kalmıştır. Çağdaşı Machiavelli gibi Hümanizma-Rönesans’ın temelini...
- Suç ve Ceza (Rusça Orijinal Tam Metinden) ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Suç ve Ceza (Rusça Orijinal Tam Metinden)
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ölümsüz yazar Dostoyevski’yi dünyaya tanıtan ve onun en büyük eseri olarak anılan Suç ve Ceza, her okurun hayata bakışı ve inançları doğrultusunda yorumlayabileceği bir...