Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

En Karanlık Gece; Karanlığın Efendileri Serisi 1. Kitap
En Karanlık Gece; Karanlığın Efendileri Serisi 1. Kitap

En Karanlık Gece; Karanlığın Efendileri Serisi 1. Kitap

Gena Showalter

EN KARANLIK GECELERDE SAKLANIR AŞK  Showalter muhteşem bir yazar. -Karen Marie Moning Doğaüstü aşk romanlarının en önemli yazarlarından birisi. -Kresley Cole Güçleri İnsanüstü Tutkusu…

EN KARANLIK GECELERDE SAKLANIR AŞK 
Showalter muhteşem bir yazar. -Karen Marie Moning

Doğaüstü aşk romanlarının en önemli yazarlarından birisi. -Kresley Cole

Güçleri İnsanüstü Tutkusu Sonsuzluğun ötesinde Geçmişten gelen sesler tüm hayatı boyunca Ashlyn Darrowa acı çektirmiştir. Bu kâbusa bir son vermek için Budapeşteye giderek doğaüstü yetenekleri olduğu söylenen adamlardan yardım istemek durumunda kalır. Ancak grubun en tehlikeli üyesi ve kendi cehenneminde tutsak olan Maddoxın kollarına sürükleneceğinden bihaberdir. İkisi de acılarını dindiren bu ani açlığa karşı direnemez ve karşı konulmaz bir tutkunun kıvılcımları alevlenir. Ancak her sıcak temas ve yakıcı öpücük onları yok oluşa ve aşkın en zorlu sınavına doğru götürecektir. Sonsuza dek lanetlenmiş olmalarına rağmen Karanlığın Efendileri karşı konulmaz bir baştan çıkarıcılığa ve akıl almaz boyutlardaki güçlere sahiptir. Gena Showalterın bu yeni ve inanılmaz serisini kaçırmayın.

***

Sevgili okuyucu,

Karanlığın Efendileri adlı yeni kitap serimi sizlere sunmaktan do­layı büyük heyecan duyuyorum. Seri, En Karanlık Geceyle baş­lıyor. Budapeşte’deki ıssız bir kalede bulunan ve her biri diğe­rinden daha baştan çıkarıcı olan altı ölümsüz savaşçı, kimsenin bozmayı başaramadığı kadim bir lanete mahkûmdur. Savaşçılar, güçlü bir düşman geri döndüğünde, hepsini yok etmekle teh­dit ettiği tanrıların kutsal emanetini aramak için dünyayı dolaş­maya karar verirler.

Bu esrarlı ve şehvetli dünyaya yolculukta, iyi ve kötü arasın­daki çizginin belirsizleştiği ve gerçek aşkın en büyük sınava tabi tutulduğu yerde bana katılın.

En iyi dileklerimle, Gena Showalter

Birinci Bölüm

Ölüm her gece yavaş yavaş, acı vererek geliyor ve Maddox her sabah yeniden ölmek zorunda olduğunu bilerek yata­ğında uyanıyordu. Bu onun en büyük laneti ve ebedî cezasıydı.

Dişlerinin üzerinde gezinen dilinin, düşmanının boğazındaki bir bıçak olmasını isterdi. Gün sona ermek üzereydi. Zamanın git­gide azaldığını duymuştu, zihninde zehirli bir tik tak sesi vardı; saatin her vuruşu, faniliğin ve acının alaycı bir hatırlatmasıydı.

Bir saatten daha kısa bir sürede ilk darbe midesine inecek ve o hiçbir şey yapamayacak, hiçbir şey söyleyemeyecekti; bunu değiştirebilecek hiçbir şey yoktu. Ölüm onun için yine gelecekti.

“Lanet olası tanrılar,” diye homurdandı göğüs çalıştırma ale­tinin hızını artırırken.

Arkasından tanıdık bir erkek sesi geldi. “Onların hepsi bi­rer pislik.”

Torin lafa hoş olmayan bir şekilde girse de Maddox hareket­lerini yavaşlatmadı. Yukarı. Aşağı. Yukarı. Aşağı. İki saattir öfke ve kızgınlığını kum torbasından, koşu bandından ve şimdi de ağırlıktan çıkarıyordu. Çıplak göğsünden ve kollarından ter dam lıyordu, şişkin kaslarının arasındaki teri şeffaf derecikler oluş­turmuştu. Fiziksel olduğu kadar zihinsel olarak da yorulmalıydı ama duyguları giderek daha tehlikeli, daha güçlü bir hal alıyordu.

“Burada olmamalısın,” dedi.

Torin iç geçirdi. “Bak. Bölmek istemezdim ama bir şey oldu.”

“O zaman icabına bak.”

“Bakamıyorum.”

“Bu şey her neyse sen uğraş. Yardım edecek durumda deği­lim.” Bu son birkaç haftada ölümcül bir karmaşaya gönderilme ih­tiyacı pek duyulmamıştı, kaldı ki Maddox’ın etrafında kimse gü­vende olamazdı. Hatta arkadaşları bile. Özellikle de arkadaşları. Kesinlikle istemiyordu, kesinlikle böyle bir niyeti yoktu ama bazen saldırmak ve sakatlamak için duyduğu arzuya karşı gelemiyordu.

“Maddox…”

“Sınırdayım, Torin,” diye yanıt verdi boğuk bir sesle. “Yara­rım değil, zararım dokunur ancak.”

Maddox sınırlarını binlerce yıldır biliyordu, ölüme mahkûm edildiği günden beri, tanrılar onun alması gereken görevi bir ka­dına verdikleri günden beri.

Pandora çok güçlüydü, evet, onların zamanındaki en güçlü kadın askerdi. Ama Maddox daha güçlüydü. Daha yetenekliydi. Ancak cehennemde bile tehlikeli olan, iğrenç ve yıkıcı iblisleri içinde barındıran kutsal kutu dimOuniak’ı korumak için zayıf bulunmuştu.

Sanki kutunun yok edilmesine Maddox izin verirmiş gibi. Bu hakaret karşısında sinirlenmişti. Şu anda burada yaşayan tüm sa­vaşçılar sinirlenmişti. Tanrıların kralı için canla başla savaşmış, ustaca öldürmüş ve onu mükemmel bir şekilde korumuşlardı.

Muhafız seçilmeleri gerekirdi. Seçilmeyince yaşadıkları utanca tahammül edememişlerdi.

Pandora’dan dimouniak’ı çaldıkları gece tanrılara sadece ders vermek istemişlerdi ama bunun yerine masum dünyaya şeytan güruhunu salmışlardı.

Ne kadar aptallardı. Niyetleri güçlerini ispatlamaktı ancak başarısız olmuşlardı; kutu çıkan kargaşada kaybolmuş, savaşçı­lar tek bir kötü ruhu bile yakalayamamışlardı.

Çok geçmeden yıkım ve düzensizlik hüküm sürmeye başla­mıştı. Tanrıların kralı sonunda müdahale edip her savaşçıyı içle­rinde bir iblis barındıracak şekilde lanetleyene kadar dünyayı ka­ranlığa sürüklemişlerdi.

Bu uygun bir cezaydı. Savaşçılar keskin gururlarını kurtar­mak için kötülüğü serbest bırakmışlardı, şimdiyse bu kötülükleri içlerinde taşıyacaklardı.

Böylece Karanlığın Efendileri doğmuştu.

Maddox a Şiddet verilmişti, artık bu iblis ciğerleri ya da kalbi gibi bir parçasıydı. Artık ne Maddox iblissiz ne de iblis onsuz ya­şayabilirdi. Bir bütünün iki parçası gibi birbirlerine bağlanmışlardı.

İçindeki yaratık en başından beri kötülük ve nefret edilecek şeyler yapması için ona davette bulunmuş, o da ilk zamanlar itaat etmek zorunda kalmıştı. Hatta bu iblis bir kadını, Pandorayı öl­dürmesine neden olmuştu. Parmakları tutunduğu metale o kadar yapışmıştı ki parmak boğumları neredeyse yerinden çıkacaktı. Yıl­lar içinde iblisin iğrenç dürtülerinin bir kısmını kontrol etmeyi öğrenmişti ama bu sürekli bir mücadele gerektiriyordu ve bu mü­cadeleyi her an kaybedip dağılabileceğim biliyordu.

Bir günü sakin geçirmek için neler vermezdi. Başkalarını incitmek için ezici bir arzu duymadan. İçinde savaş vermeden. Kay­gılanmadan. Ölmeden. Sadece… huzur dolu bir gün.

“Burası senin için güvenli değil,” dedi hâlâ kapının eşiğinde duran arkadaşına. “Gitmen gerekiyor.” Gümüş ağırlığı yerine koydu ve doğruldu. “Sadece Lucien ve Reyes öldüğüm sırada bana yakın olmalı.” Zira istemeden de olsa ölümünde ikisinin de rolü vardı. Onlar da Maddox kadar içlerindeki iblislere karşı çaresizlerdi.

“Ölümüne yaklaşık bir saat var, dolayısıyla…” Torin ona bir bez attı. “Şansımı deneyeceğim.”

Maddox arkaya uzandı, beyaz kumaşı yakaladı ve döndü. Yü­zünü sildi. “Su.”

Daha ağzından ikinci hece çıkmadan önce, buz gibi bir su şişesi havada ona doğru süzüldü. Şişeyi ustalıkla yakaladı, su damlaları üzerine sıçradı. Buzlu suyun tamamını içti ve arkadaşını süzdü.

Torin her zamanki gibi tepeden tırnağa siyah giymişti ve el­lerinde eldivenleri vardı. Açık renkli saçı, dalga dalga omuzlarına dökülmüş, ölümlü dişilerin tensel haz duyacağı türden bir yüzü çevreliyordu. Bu melek yüzlü adamın aslında iblis olduğunu bil­miyorlardı. Ama bilmeleri gerekirdi. Yüzünde ukala bir ifade, yeşil gözlerindeyse kötülük dolu bir ışıltı vardı; sanki kalbinizi sökerken ya da siz onunkini çıkarırken yüzünüze gülecek gibi görünürdü.

Hayatta kalmak için elinden geldiğince gülecek bir şeyler bul­mak zorundaydı. Aslında herkes böyleydi.

Bu Budapeşte kalesinin her sakini gibi Torin de lanetliydi. Maddox gibi her gece ölmeyebilirdi ama asla canlı bir şeye do­kunamazdı, fiziksel temasta bulunamazdı, aksi takdirde hastalı aşılamış olurdu.

Torin, Hastalık iblisi tarafından ele geçirilmişti.

Dört yüz yılı aşkın bir süredir kadın dokunuşu nedir bilmi­yordu. Şehvetine yenik düşüp muhtemel bir sevgiliye dokunmaya kalkınca köyden köye bulaşan bir hastalığın yayılmasına neden olmuş, böylece dersini almıştı.

“Senin saatinle beş dakika” dedi Torin, kararı kesindi. “Sen­den tüm istediğim bu.”

“Bugün tanrıları aşağıladığımız için cezalandırılacağımızı düşünüyor musun?” diye sordu Maddox ricayı görmezden gele­rek. İyilik istemesine izin vermeseydi, geri çevireceği için suçlu­luk da duymazdı.

Arkadaşı yine iç geçirdi. “Aldığımız her nefesin bir ceza ol­ması gerekiyor.”

Doğru. Tavana doğru bakarken Maddox’ın dudakları ağır, keskin bir gülüşle kıvrıldı. Piçler. Size meydan okuyorum, beni daha fazla cezalandırın da görelim. Belki o zaman sonunda hiç­liğe dönüşürdü.

Tanrıların onlarla ilgilendiği konusunda şüpheliydi. Ona ölüm lanetini bahşettikten sonra onu umursamayıp affedilmek ve ce­zasının bağışlanması için yaptığı yalvarışları duymazdan gelmiş­lerdi. Verdiği sözleri ve umutsuzca pazarlık etmeye çalışmasını duymamış gibi yapmışlardı.

Ona daha başka ne yapabilirlerdi ki?

Hiçbir şey tekrar tekrar ölmekten ya da elinden iyi ve doğru olanın alınmasından veya zihninde ve bedeninde Şiddet’in ru­hunu barındırmaktan daha kötü olamazdı.

Maddox ayağa kalkıp ıslanmış bezi ve boş su şişesini en ya­kındaki sepete fırlattı. Geniş adımlarla odanın ucuna yürüyüp ellerini başının üzerine kaldırdı, yarım daire biçimindeki vitray pencerenin cumbasına eğildi ve renksiz cam bulunan tek yerden geceye baktı.

Cenneti gördü.
Cehennemi gördü.
Özgürlüğü, tutsaklığı, her şeyi ve hiçbir şeyi gördü.
Evi gördü.

Kale oldukça yüksek bir tepenin üzerine yapılmıştı, tüm şehri doğrudan görebiliyordu. Işıklar ışıl ışıl parlıyor, pembe, mavi ve mor ışıltılar kasvetli kadife geceyi aydınlatarak Danube Nehri’nin üzerinde parlıyor ve bölgedeki karla kaplı ağaçları çevreliyordu. Rüzgâr şiddetle esiyor, kar taneleri dans ederek havada fırıl fı­rıl dönüyordu.

Buradayken o ve diğerleri dünyanın geri kalanından az da olsa uzaktaydılar. Buradayken soru yağmuruna tutulmadan ya­şamalarına izin vardı. Neden yaşlanmıyorsun ? Neden her gece or­manda çığlıklar yankılanıyor? Neden bazen bir canavar gibi gö­rünüyorsun?

Burada halk mesafesini koruyor, çekiniyor, saygı gösteriyordu. “Melekler.” Bir ölümlüyle karşılaştığı nadir anlardan birinde on­lara böyle seslenildiğini bile duymuştu.

Bir bilselerdi.

Maddox’ın tırnakları hafifçe uzamıştı, taşı deliyordu. Buda­peşte heybetli bir güzelliğe, eski dünyanın çekiciliğine ve modern eğlencelere sahip bir yerdi ama kendini burada hep bir yabancı gibi hissetmişti. Bir caddede eski binalar, diğerindeyse gece ku­lüpleri sıralanmıştı. Dar sokaklardan birinde meyve ve sebze sa­tılırken bir diğerinde insan vücudu satılıyordu.

Belki de şehri keşfe çıksa bu yabancılık hissi kaybolurdu ama keyfince gezebilenlerin aksine, Maddox kale ve çevresine kapa­tılmıştı, tıpkı binlerce yıl önce Şiddet’in, Pandoranın kutusuna kapatılması gibi.

Tırnakları daha da uzadı, şimdi neredeyse pençeye dönüş­müşlerdi. Kutuyu düşünmek her zaman içini karartıyordu. Du­vara yumruk at, diye dürttü Şiddet. Bir şeyi yok et. İncit, öldür. Tanrıları yok etmeye itiraz etmezdi, hatta hoşuna bile giderdi. Bi­rer birer. Belki başlarını koparmak daha büyük zevk verirdi. Ka­rarmış, takatsiz kalplerini çıkarmayaysa bayılırdı.

İblis onavlarcasına mırıldadı.

Tabii, şimdi mırıldarsın, diye düşündü Maddox tiksinerek. Kurbanın ne olduğunun önemi yoktu, kana susamış her hali ca­navarın desteğini kazanırdı. Kaşlarını çatarak yukarı doğru öfkeli bir bakış daha attı. O ve iblis çok uzun zaman önce bağlanmış olsa da o günü hâlâ çok net hatırlıyordu. Masum insanların çığ­lıkları hâlâ kulaklarında çınlıyordu; etrafındaki yaralı, ölü, kanlar içindeki insanlar, bir delilik anında ruhlar tarafından etleri par­çalanmış varlıklar hâlâ gözlerinin önündeydi.

Şiddet bedeninin içine hapsedilince gerçeklikle bağlantısı kop­muştu. Ses yoktu, görüntü yoktu. Sadece her şeyi yok eden ka­ranlık vardı. Pandora nın kanı göğsüne sıçrayıp son nefesi kulak­larında çınlaymcaya kadar mantığını kaybetmişti.

Pandora, öldürdükleri içinde bir ilk ya da son değildi ama kılıcını tadan ilk ve son kadındı. Bir zamanlar etkileyici olan di­şinin yıkıldığını görmek ve bundan kendinin sorumlu olduğunu bilmek… Bugüne kadar hâlâ suçluluğunun, pişmanlığının, utan­cının ve üzüntüsünün üstesinden gelememişti.

O gün bu iblisi kontrol etmek için ne gerekirse yapacağına yemin etmişti ama çok geç kalmıştı. Daha da öfkelenen Zeus, ona ikinci bir lanet daha bahşetmişti: Her gece bir yarısı tıpkı Pandora nın öldüğü gibi ölecekti; karnına altı kez kılıç saplanacak, cehennem azabı yaşayacaktı. Kendi acısının Pandoranın ölümün­den tek farkı, onun işkencesinin dakikalar içinde bitmiş olmasıydı.

Maddoxınki ise sonsuza kadar sürecekti.

Çenesini öne çıkardı, yeni bir korkunç saldırıya karşı rahat­lamaya çalışıyordu. Tek acı çekenin o olmadığını hatırlattı ken­dine. Diğer savaşçıların da kendi iblisleri vardı, hem gerçekten hem de mecazi olarak. Torin içinde Hastalık’ı barındırıyordu. Lucien, Ölümün muhafızıydı. Reyes, Acının. Aeron Gazap’ın, Pa­ris Şehvet’in.

Neden ona bu en sonuncusu verilmemişti ki? Dilediği zaman kasabaya inebilir, arzuladığı kadını alabilir, her sesin, her doku­nuşun tadına varabilirdi.

Durumundan ötürü asla uzağa gidememişti. Ya da uzun süre kadınlar etrafında olduğunda kendine güvenememişti. Eğer ib­lis onu ele geçirir ya da geceyarısından önce eve dönemez ve bi­risi onu ölü bulursa, onun kanlı cesedini gömer ya da daha kö­tüsü onu yakarsa…

Bu sefil varlığına son verecek bir şeyi nasıl da arzuluyordu. Uzun zaman önce burayı terk etmeli ve bir çukurda çürümeliydi. Ya da belki kalenin en yüksek camından atlayıp beynini kafata­sından çıkarmalıydı. Ama hayır. Ne yaparsa yapsın bir kez daha uyanacaktı, yara bere içinde. Kesik ve kırıklar da cabası.

“Yeterince camdan baktın,” dedi Torin. “Neler olduğunu me­rak bile etmiyor musun?”

Düşüncelerinden sıyrılırken Maddox gözlerini kırpıştırdı. “Hâlâ burada mısın?”

Arkadaşı gümüşi beyaz saçma ürkütücü bir aykırılık katan siyah kaşını kaldırmıştı. “Sanırım sorumun yanıtı hayır. Sakin­leştin mi bari?”

Gerçekten sakin olmuş muydu hiç? “Benim gibi bir yaratı­ğın olabileceği kadar sakinim.”

“Sızlanmayı kes. Sana göstermem gereken bir şey var ve bu kez beni reddetmeye kalkma. Seni rahatsız etmemin nedenini yolda konuşabiliriz.” Başka bir şey söylemeden çizmelerinin to­pukları üzerinde döndü ve uzun adımlarla odadan çıktı.

Maddox birkaç saniye olduğu yerde kaldı, arkadaşının kö­şede gözden kayboluşunu izledi. Sızlanmayı bırak, demişti Torin. Evet, yapacağı şey de tam olarak bu olacaktı. Merak ve buruk bir keyif onu ölümcül ruh halinden çıkarmıştı. Maddox spor salo­nundan koridora doğru adım attı. Kalın bir nem tabakası ve kışın taze kokusuyla birlikte soğuk bir hava dalgası etrafını sardı. Bir­kaç adım öteden Torin’i takip etti ve ağır adımlarla ona yaklaştı.

“Neyle ilgili?”

Aldığı tek yanıt, “Sonunda. İlgi,” oldu.

“Bu da numaralarından biriyse…” Torin yüzlerce şişme bebek sipariş etmiş ve onları tüm kaleye yerleştirmişti çünkü Paris kasa­badaki kadın eksikliğinden aptal aptal yakınıp duruyordu. Plastik “bayanlar” her köşeden çıkıyor, koca gözleri ve seni-yalamama- izin-ver ağızlarıyla yanlarından geçen herkesle alay ediyordu.

Torin sıkılınca böyle şeyler yapardı.

“Seni kandırmakla zamanımı boşa harcamam,” dedi Torin yüzünü ona dönmeden. “Senin espri anlayışın yok, dostum.”

Bu doğruydu.

Maddox yürümeye devam ederken taş duvarlar iki yanında uzayıp gidiyordu; avizeler parlayarak ışık ve ateş yayıyor, altın göl­geler oluşturuyordu. Lanetliler Evi -Bu ismi Torin vermişti- yüz­yıllarca önce inşa edilmişti. Ellerinden geldiğince modernize etmiş olsalar da dökülen taşlar ve yerlerdeki çizikler yaşını ele veriyordu.

“Herkes nerede?” diye sordu Maddox. Diğerlerinin ortalıkta olmadığını daha yeni fark etmişti.

“Dolaplarımız neredeyse boşaldığı ve bu onun tek görevi ol­duğu için Paris’in alışverişe çıktığını düşünürsün ama hayır. Yeni bir kadın peşinde.”

Şanslı piç. Şehvet tarafından ele geçirildiği için Paris aynı ka­dınla iki kez yatamazdı, o da yeni birisini ya da ikisini, üçünü baştan çıkarırdı. Tek riski? Bir kadın bulamadığı zamanlarda Maddox’ın düşünmek bile istemeyeceği kadar aşağılayıcı şeyler yapmak zo­runda kalırdı. Normalde iyi huylu bir adamın tuvalete eğilip midesindekileri çıkaracağı türden şeyler. Bu gibi anlarda Maddox’ın kıskançlığı azalsa da Paris sevgililerinden birinden bahsedince bu his geri dönerdi. Baldırın yumuşak sürtünüşü… alev alev yanan tenlerin buluşması… zevk dolu inlemeler…

“Aeron, şey… Kendini hazırla,” dedi Torin, “çünkü seni aşağı indirmemin esas sebebi o.”

Maddox, “Ona bir şey mi oldu?” diye sordu ısrarla. Aklın­dan karanlık düşünceler geçerken öfke onu ele geçirmişti. Zih­ninin köşelerini tırmalarken, Yok et, parçala, diye yalvardı Şid­det. “İncindi mi?”

Aeron ölümsüz olabilirdi ama buna rağmen incinmesi müm­kündü. Öldürülmesi bile mümkündü, bu gerçeği mümkün olan en kötü yoldan öğrenmişlerdi.

“Öyle bir şey değil,” diyerek onu temin etti Torin.

Maddox yavaşça rahatladı ve Şiddet ağır ağır geri çekildi. “O zaman ne? Ortalığı toparlarken tepesi mi attı?” Her savaşçının özel sorumlulukları vardı. Bu, ruhlarının karmaşası altında dü­zeni koruma biçimleriydi. Aeron’ın görevi hizmetçilikti, her gün bundan şikâyet edip dururdu. Maddox evle ilgili tamir işlerinden sorumluydu. Torin borsa ve bonolarla oynardı, ne olursa olsun her zaman bol paraları olurdu. Lucien evrak işlerini hallederdi ve Reyes de silah takviyesinden sorumluydu.

“Tanrılar… onu çağırdı.”

Maddox tökezledi, bir an için yaşadığı şok onu kör etmişti. “Ne?” Kesinlikle yanlış duymuş olmalıydı.

“Tanrılar onu çağırdı,” diye tekrarladı sabırla Torin.

Ama Yunanlar Pandoranın öldüğü günden beri içlerinden hiçbiriyle konuşmamıştı. “Ne istemişler? Ve neden bunu şimdi duyuyorum?”

“Öncelikle bunu kimse bilmiyor. Koltuğunda doğrulup sanki evde kimse yokmuşçasına ölü gibi bir ifade takındığında biz film izliyorduk. Birkaç saniye sonra bize çağrıldığını söyledi. Hiçbi­rimizin tepki vermeye fırsatı olmadı, az önce bizimle olan Ae­ron bir anda gitmişti.

“Ve İkincisi,” diye ekledi Torin bir süre durduktan sonra. “Sana söylemeye çalıştım. Sen umursamadın, hatırladın ini?”

Maddox’ın gözünün altındaki bir kas seğirdi. “Yine de bana söylemeliydin.”

“Halterlerine ulaşabileceğin bir mesafedeyken mi? Lütfen. Ben Hastalık’ım, Aptal değil.”

Bu… bu… Maddox bu konu üzerinde düşünmek istemiyordu ama düşüncelerinin oluşmasını engelleyemiyordu da. Aeron bazen Gazap’ın muhafızı olan ruhunun kontrolünü tamamen kaybeder, öfke nöbeti geçirerek ölümlüleri günahları yüzünden cezalandı­rırdı. Yüzyıllar önce Maddox’ın ikinci kez lanetlendiği gibi yan­lışlarından ötürü ona da mı ikinci bir lanet verilecekti?

“Buradan gittiği zamanki gibi geri dönmezse yukarıyı altüst etmenin ve karşılaştığım her tanrısal varlığı öldürmenin bir yo­lunu bulacağım.”

“Gözlerin kırmızı renkte parlıyor,” dedi Torin. “Bak, hepimi­zin kafası karışık ama Aeron yakında dönecek ve bize neler ol­duğunu anlatacak.”

Mantıklıydı. Kendini rahatlamaya zorladı. Yine. “Başka çağ­rılan oldu mu?”

“Hayır. Lucien ruhları toplamak için dışarı çıktı. Reyes kimbilir nerede, muhtemelen kendini doğruyordur.”

Tahmin etmeliydi. Maddox her gece katlanılmaz bir acı çek­mesine rağmen Reyese acırdı, kendine işkence etmeden tek bir saat geçiremiyordu.

“Bana başka ne söylemen gerekiyor?” Maddox yukarı çık­maya başlamadan önce parmak uçlarını merdivenlerin yanındaki iki yüksek sütunun üzerine sürttü.

“Sanırım göstersem daha iyi olur.”

Televizyon odasını -mabetlerini- geçerlerken Maddox, Aeron la ilgili duyduklarından daha kötü bir şey olup olamayacağını me­rak etti. Hiçbir masraftan kaçınmadıkları oda, lüks mobilyalara ve bir savaşçının arzu edebileceği her türlü konfora sahipti. Özel şarap ve biralarla tıka basa dolu bir buzdolabı vardı. Bir bilardo masası. Bir basket potası. Büyük plazma ekranda bir seks parti­sinin ortasında bulunan üç çıplak kadının görüntüsü vardı.

“Paris’in burada bulunduğunu görüyorum,” dedi.

Torin yanıt vermedi ama adımlarını hızlandırdı, ekrana bak­mamıştı bile.

“Boş ver,” diye mırıldandı Maddox. Torin’in dikkatini cinsel­liğe çekmek gereksiz bir zalimlikti. Cinsellikten uzak duran bu adam varlığının her zerresiyle seksin, dokunuşun açlığını duy­mak zorunda kalmış ama bu zevki yaşama fırsatı hiç olmamıştı.

Maddox bile bir kadınla birlikte olmanın hazzını duymuştu.

Onun sevgilileri genellikle Paris’in artıklarıydı, bu kadınlar onun yatağına bir kez daha girmeyi umarak Paris’i eve kadar izle­yecek kadar aptaldı, böyle bir şeyin nasıl imkânsız olduğunu bil­miyorlardı. Şehvet’i hayatlarına kabul etmenin sonucu olarak sü­rekli cinsel açıdan uyarılmış ve sarhoş halde olurlardı. Bu yüzden bacaklarının arasına sonunda kimin girdiğini nadiren önemserlerdi. Çoğu kez Maddox’ı vekil olarak kabul etmekten fazlasıyla mutlu olurlardı, arada hisler olmadığı için duygusal olarak çok boş olsa da fiziksel olarak oldukça tatmin ediciydi.

Bunun böyle olması gerekiyordu. Sırlarını saklayabilmek için savaşçılar, insanların kalenin içine girmesine izin vermiyordu. Bu yüzden Maddox kadınları ormana götürmek zorunda kalıyordu. Elleri ve dizleri yerde, yüzleri ondan dönük şekilde gerçekleşen hızlı birleşmeleri tercih ediyordu çünkü Şiddet’i uyandırmaktan ve ona ebedî bir lanet daha getirecek, unutamayacağı bir şey yap­tırmasından korkuyordu.

Birlikte olduktan sonra kadınları bir uyarıyla gönderiyordu: Asla geri dönme yoksa ölürsün. Bu kadar basitti. Daha uzun süreli bir ilişki aptallık olurdu. İlişkiyi önemseyebilirdi. Eninde sonunda kadına zarar verir, bu da ona daha fazla suçluluk ve utanç getirirdi.

Yine de sadece bir kez olsun Paris gibi bir kadınla uzun süre birlikte olmayı dilerdi. Kadının tüm bedenini öpmeyi ve yalamayı, kontrolünü kaybedip onu incitmekten korkmadan, kendini tama­men unutarak içinde olmayı isterdi.

Sonunda Torin m odalarına ulaştıklarında bu düşünceleri zih­ninden sildi. Vaktini boş dileklerle geçirmek zaman kaybından başka bir şey değildi.

Etrafa bir göz attı. Bu odada daha önce de bulunmuştu ama uvar boyunca sıralanan bilgisayar sistemini ya da sayısız moni­törü, telefonu ve dizili bir şekilde duran diğer ekipmanları hatır­lamıyordu. Torin in aksine, Maddox teknolojiden oldukça uzak durmuştu. Çünkü bazı şeylerin çok çabuk değişmesine ve her yeni ilerlemenin onu savaşçı kimliğinden uzaklaştırmasına alı­şamamıştı. Yine de cihazların sağladığı rahatlığın tadını çıkar­madığını söylese yalan olurdu.

Etrafını inceledikten sonra arkadaşına döndü. “Dünyayı ele mi geçirdin?”

“Hayır. Sadece izliyorum. Bu bizi korumanın ve biraz para kazanmanın en iyi yolu ” Torin döner sandalyeye pat diye oturdu. En büyük ekranın önündeki klavyeye bir şeyler yazmaya başladı. Boş monitörlerden biri aydınlandı, siyah ekran gri ve beyaza dö­nüştü. “Tamamdır. İşte görmeni istediğim şey.”

Maddox arkadaşına dokunmamaya dikkat ederek öne doğru bir adım attı. Belli belirsiz bir bulanıklık, anlaşılmaz çizgiler oluşturarak giderek yoğunlaştı. Ekranda ağaçların olduğunu fark etti. “Güzel ama görmeye ihtiyaç duyduğum bir şey değil.”

“Sabır.”
“Çabuk.”

Torin ona küçümseyici bir bakış attı. “Madem bu kadar na­zikçe sordun… Arsamıza ısı sensörleri ve kameralar yerleştirmiş­tim, böylece izinsiz giren birisinden her zaman haberdar olacağız.”

Birkaç saniyelik bir ayardan sonra görüntü sağa kaydı. Ekranda bir anlığına bir kırmızılık belirdi ve hemen ardından kayboldu.

“Geri dön,” dedi Maddox gerilerek. Bir gözetim konusunda uzman değildi. Hayır, onun becerisi öldürmekti. Kırmızı çizgi­nin neyi temsil ettiğini biliyordu. Vücut ısısı.

Ayak seslerinin ardından kırmızı çizgi bir kez daha ekranı kapladı.

“insan mı?” diye sordu. Silüet küçüktü, hatta ufak tefek bile denilebilirdi.

“Kesinlikle.”
“Erkek mi kadın mı?”

Torin omzunu silkti. “Büyük ihtimalle kadın. Çocuk olama­yacak kadar büyük, erkek olamayacak kadar küçük.”

Kimse kolay kolay gecenin bu saatinde tepeye çıkmazdı. Hatta gün içinde bile çıkmazdı. Bunun sebebi arazinin tekin olmayışı mı, kasvetli oluşu mu yoksa onlara saygı duydukları için miydi bilmiyordu. Sonuçta geçen yıl buraya gelmeye cesaret eden teslimatçıların, keşfe çıkan çocukların ve seks peşinde olan kadınla­rın sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.

“Paris’in sevgililerinden birisi mi?” diye sordu.

“Belki. Ya da…”

Arkadaşı tereddüt edince, “Ya da?” diye ısrar etti Maddox.

“Bir Avcı,” dedi Torin sertçe. “Büyük olasılıkla Yem.”

Maddox dudaklarını sertçe birbirine bastırdı. “Benimle dalga geçiyorsun.”

“Bir düşünsene. Teslimatçılar her zaman kutuyla gelir ve Paris’in kızları da doğrudan ön kapıya dayanır. Bunun eli boş ve daire çi­zip duruyor, her birkaç dakikada bir duruyor ve ağaçların orada bir şeyler yapıyor. Bize zarar vermek için dinamit yerleştiriyor olabilir. Ya da gözetlemek için kamera koyuyordun”

Eğer eli boşsa…

“Dinamit ve kameralar görünmeyecek kadar küçük olurlar.”

Ensesini ovuşturdu. “Avcılar Yunanistan’dan beri bizi gizlice izlemedi ya da bize işkence etmediler.”

“Belki çocukları ve çocuklarının çocukları bunca zamandır bizi aramışlardır. Belki sonunda bizi buldular.”

Maddox’ın aniden korkudan midesi düğümlendi. Önce Aeron’ın şoke edici çağrılışı ve şimdi de davetsiz misafir. Tamamen tesa­düf müydü? Yunanistan’daki o karanlık günleri hatırladı birden; savaş ve barbarlığın, çığlıkların ve ölümün olduğu günleri. O za­manlar savaşçılar insandan çok iblise benziyorlardı. Tüm eylem­lerini duydukları yok etme açlığı yönetiyordu. Sokaklar insan be­denleriyle dolmuştu.

Çok geçmeden işkence gören bu toplumdan Avcılar doğmuştu. Ölümlü erkeklerden oluşan bu avcı takımı kendilerine kötülük yapanları yok etmeye ant içmişlerdi. Bunun sonucunda bir kan davası başlamıştı. Maddox kendini bir savaşın içinde bulmuştu, her yer cayır cayır yanıyor, kılıç sesleri her yerden yükseliyordu, yanık et kokusu her yeri sarmıştı.

Kurnazlık, Avcıların en büyük silahı olmuştu. Dişi Yem’i on­ları baştan çıkarması ve dikkatlerini dağıtması için eğitmişlerdi, böylece öldürmek için üzerlerine atlayabileceklerdi. Güvensizlik’in muhafızı Badem bu şekilde öldürmeyi başarmışlardı. İblisin ken­disini öldürmeyi başaramamışlardı tabii. Güvensizlik, ruhu kay­bettiği muhafızının ölen bedeninden aklını kaçırmış, çıldırmış ve biçimsizleşmiş bir halde kaçmıştı.

Maddox iblisin şimdi nerede olduğunu bilmiyordu.

“Tanrılar kesinlikle bizden nefret ediyor,” dedi Torin. “Tam biraz huzura kavuşacağımız sırada bize Avcıları göndermekten daha iyi nasıl zarar verebilirler ki?”

Maddox’ın korkusu artmıştı. “İblislerin delirmiş gibi dün­yaya saldırmasını istemezler, değil mi?”

“Onların neyi neden yaptıklarını kimbilir?” Bu bir soru de­ğildi. Aradan geçen onca yüzyıla rağmen hiçbiri gerçekten tan­rıları anlamıyordu. “Bir şeyler yapmalıyız, Maddox.”

Maddox duvar saatine göz attı ve gerildi. “Paris’i ara.”

“Aradım. Cebine cevap vermiyor.”

“Ara…”

“Başka birisi olsaydı sence seni geceyarısı rahatsız eder miy­dim?” Torin koltuğunda dönüp ciddi bir kararlılıkla ona baktı.

“Elimizde bir tek sen varsın.”

Maddox başını salladı. “Birazdan öleceğim. Bu duvarların dışına çıkamam.”

“Ben de.” Torin in gözlerinden acı dolu, tehlikeli ve bulanık bir bakış geçip gözlerinin yeşilini zehirli bir zümrüde çevirdi. “En azından sen, tüm insan ırkını yok etme tehlikesi taşımıyorsun.”

“Torin…”

“Zamanını boşa harcama çünkü bu tartışmayı kazanamaya­caksın, Maddox.”

Maddox elini çenesine kadar gelen saçlarının arasından ge­çirdi, öfkesi artıyordu. Onu burada ölüme terk etmeliyiz, dedi Şid­det. O insanı.

“Ya bir Avcı ise,” dedi Torin, sanki düşüncelerini duymuş gibi, “ya bir Yem ise? Yaşamasına izin veremeyiz. Yok edilmeli.”

“Ya masumsa ve benim ölümcül lanetim devreye girerse?” diye karşı çıktı Maddox, iblisi elinden geldiğince bastırmaya Ça­lışıyordu.

Torinin yüzünden bir suçluluk ifadesi geçti, sanki sona er­mesinden sorumlu olduğu her yaşam, vicdanını zorluyor, elin­den geldiğince diğerlerini kurtarması için ona yalvarıyordu. “Bu riski almak zorundayız. Biz, iblislerimizin bizden olmamızı iste­diği canavarlar değiliz.”

Maddox dişlerini gıcırdattı. Zalim bir adam, bir canavar de­ğildi. Kalpsiz değildi. Onu sürekli altüst etmekle tehdit eden kö­tülük dalgalarından nefret ediyordu. Yaptıklarından, olduğu şey­den karanlık arzularına ve şeytani düşüncelerine karşı savaşmayı bıraktığı anda olacağı şeyden nefret ediyordu.

“Nerede şimdi?” diye sordu. Bu ona çok pahalıya patlasa bite risk alıp gerekirse tüm gece onu takip edecekti.

“Danube sınırında.”

On beş dakikalık koşu mesafesindeydi. Silahlanıp insanı bu­lacak ve masum olup olmadığı ve öldürülmesi gerekip gerekme­diği konusunda kararını verip kaleye dönecek kadar vakti vardı. Herhangi bir şey onu yavaşlatırsa arazide ölecek ve tepeye çı­kacak kadar aptal olan başkalarının hayatı tehlikeye girecekti. Çünkü ilk acı saplandığında Şiddete dönüşecek ve karanlık ar­zuları onu içine alacaktı.

Yıkımdan başka bir amacı olmayacaktı.

“Geceyarısı dönmezsem, diğerlerini bedenimi bulmaları için gönder, Lucien ve Reyes’inkini de tabii. Maddox nerede olursa ol­sun, Ölüm ve Acı her geceyarısı ona gelirdi. Acı darbeleri indi­rir ve Ölüm de ruhunu cehenneme götürürdü. Maddox iblisiyle orada kalır, sabaha kadar ateşe ve Şiddet kadar iğrenç diğer ib­lislerin işkencesine maruz kalırdı.

Ne yazık ki Maddox arkadaşlarının güvenliğini dışarıda sağ­layamazdı. Görevlerini tamamlayamadan önce onları incitebilirdi. Böyle bir durumda da onu her gece ziyaret eden ölüm lanetinin işkencesi ikiye katlanırdı.

“Bana söz ver.”

Torin umutsuz bakışlarla başını salladı. “Dikkatli ol, arka­daşım.”

Maddox uzun adımlarla odadan çıktı, hareketleri hızlıydı. Koridorun yarısını geçmemişti ki Torin seslendi: “Maddox. Bunu görmek isteyebilirsin.”

Maddox yeni bir korkuyla geri döndü. Şimdi ne olmuştu? Daha kötü ne olabilirdi? Bir kez daha monitörlerin önünde du­runca Torine kaşlarını çattı, acele etmesi için sessiz bir emirdi bu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. En Karanlık Öpücük ~ Gena ShowalterEn Karanlık Öpücük

    En Karanlık Öpücük

    Gena Showalter

    BİRÇOK ERKEĞİ BAŞTAN ÇIKARDI… FAKAT HİÇBİR ZAMAN ARADIĞINI BULAMADI. BUGÜNE KADAR… Asırlardır hayatta olmasına rağmen Anya, anarşi tanrıçası, bugüne dek tutku denilen şeyi tatmamıştır....

  2. En Karanlık Zevk ~ Gena ShowalterEn Karanlık Zevk

    En Karanlık Zevk

    Gena Showalter

    Onu kaybetmek dışında her acı ona zevk verebilirdi… İçinde Acı iblisiyle yaşayan Reyes, zevkten mahrum bırakılmıştır. Ama çılgınca arzuladığı ölümlü Danika Ford’a sahip olabilmek...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Trenin Tam Saatiydi ~ Heinrich BöllTrenin Tam Saatiydi

    Trenin Tam Saatiydi

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da...

  2. Fransız Teğmenin Kadını ~ John FowlesFransız Teğmenin Kadını

    Fransız Teğmenin Kadını

    John Fowles

    İngiliz edebiyatının en büyük ustalarından biri olan John Fowles, anlatı kurmaktaki mahareti, çarpıcı üslubu ve deneyciliğiyle dikkati çeken bir yazar. Hiç abartmadan yüzyılın en...

  3. Sis ~ Miguel de UnamunoSis

    Sis

    Miguel de Unamuno

    Ne büyük acılar ne de büyük sevinçler öldürür insanları; bu yüzden bu acı ve sevinçler, küçük küçük değersiz şeylerden oluşmuş muazzam bir sisle sarılı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur