“Kısa Bir Tarihsel Teorik Giriş”
Ergin Yıldızoğlu, bu kitapta küreselleşme, jeopolitik ve emperyalizm kavramlarını, tarihsel ve çağdaş perspektifleriyle yeniden ele alıyor. Bu kavramları açıklayıcı bir “alet çantası” sunan yazar, onları bugün aldıkları gizli açık, doğrudan dolaylı biçimler içinde tanımaya, izlemeye ve son çözümlemede değerlendirmeye çalışıyor.
Kitaptan bazı başlıklar:
- Sınıflı toplumlar ve imparatorluk
- Kriz, şiddet, genişleme, emperyalizm
- Küreselleşmeler
- Kapitalist emperyalizm
- Yeni jeopolitik
- Modern emperyalizm teorileri
***
Sema, Ayşe ve Selin için…
İçindekiler
Giriş
Emperyalizm ve Küreselleşme
Teorik ve Tarihsel Açıdan Genel ve Uzun Dönemli Bir Bakış
1.
BİR SÜREÇ ÜÇ KAVRAM……………………………………………….21
Bir Mekân Düzenleme Olarak Küreselleşme…………………………21
Tanımlamadan Denetlemeye, Coğrafya……………………………….24
Kapitalizmin Bir Aşaması Olarak Emperyalizm …………………..25
2.
SINIFLI TOPLUMLAR VE İMPARATORLUKLAR…………….27
İmparatorluk ve Küreselleşme…………………………………………….28
İmparatorluk ve Üretim Tarzı…………………………………………….29
Mülkiyet İmparatorluğu…………………………………………………….34
Ticaret Yolları İmparatorluğu …………………………………………….36
Ticaretin İmparatorluğu ……………………………………………………38
Yeni Bir Tür İmparatorluk-Modern Emperyalizmin Doğuşu ………………………………………………….43
3.
KRİZ, ŞİDDET, GENİŞLEME, EMPERYALİZM…………………45
4.
KÜRESELLEŞMELER ……………………………………………………..52
Küreselleşme ……………………………………………52
İçi Boş Bir Kavram Olarak ‘Küreselleşme’ ……………………………56
Küreselleşme ve Ekonomi …………………………………………………..60
Küreselleş(tir)me ve Bir Bilanço …………………………………………69
İkinci Bölüm
Jeopolitik ve Emperyalizm (Klasik Teoriler)
5.
JEOPOLİTİK…………………………………………………………………..77
Kavram mı, Söylem mi? …………………………………………………….77
Kriz, Paranoya, Önyargı …………………………………………………..80
İki Farklı Paradigma …………………………………………………………85
6.
KAPİTALİST EMPERYALİZM …………………………………………96
Rosa Luxemburg……………………………………………………………….99
‘Yeni Kapitalizm’ – Yeni Sorular ……………………………………….103
Modern Jeopolitik ve Emperyalizm Teorileri
7.
YENİ JEOPOLİTİK ……………………………………………………….126
Yeni Dünya Düzeni …………………………………………………………127
Yeni Hegemonya, Yeni Jeopolitik (1950-1989)…………………….131
Paradigmanın Çöküşü……………………………………………………..142
Mali Kriz-Depresyon ve 1914 Redux …………………………………158
8.
MODERN EMPERYALİZM TEORİLERİ…………………………161
Yeni Kapitalizm, Yeni Sorular …………………………………………..161
Teorik Coğrafyanın Kaba Bir Haritası……………………………….164
Sonuç Yerine Tarih Olarak ‘Bugün’ ………………………………………………………204
Bugünün Kapitalizminde Jeopolitik ve Emperyalizm Açısından Kimi Önemli Noktalar…………..209
Giriş
Emperyalizm ve Küreselleşme
Yaklaşık 25 yıl önce, küreselleşme kavramı, ‘önlenemez’, ‘engellenemez’, ‘önünde durulamaz’, ‘dışında kalınamaz’, ‘her yeri kapsıyor’ gibi büyük, adeta tanrının sıfatlarını anımsatan teolojik iddialarla günlük söyleme girdi. Bu kavram; ekonomiden sosyolojiye, uluslararası ilişkilere, siyaset bilimine kadar birçok alanda, sosyal bilimler tarihinde, büyük olasılıkla daha önce görülmemiş hızla egemenliğini kurdu. Bu durum; bugün geriye doğru bakınca, bu kavramın o zaman adeta ‘pusuda’, saldırmak için uygun zamanı beklediğini düşündürüyor.
Gerçekten de 1980’li yıllar boyunca, ABD Başkanı Reagan’ın ‘İblis İmparatorluğu’na (SSCB) karşı özgür küresel ‘serbest piyasa’ projesini açıklıyordu. İngiltere’nin yeni Başbakanı “Başka alternatif yok” (TINA: There is no alternative) diyordu. Akademik yaşamdan popüler kültüre, ‘İdeolojilerin sonu’, ‘Sınıf kavramı anlamını yitirdi’ gibi savlar; ‘post-modernizm’ gibi gerçekliği yalnızca yüzeye ve parçalarına indirgeyen, ‘evrenselliği’ yadsıyıp, hakikati ‘göreceleştiren’ savlar ve akımlar egemen oluyordu. Adeta bir tarihsel ‘kültürel kayma’ başlıyordu. Bu kültürel kayma, bir ‘şey’in gelmekte olduğunu düşündürüyordu.
‘Soğuk Savaş’ın bitmesiyle kapitalizm; ilk kez yıkıldığı coğrafyaya geri dönüyor, adeta ikinci kez geliyordu, hem de karşıtından kurtularak. İkincisi, bu ‘ikinci geliş’ beraberinde, tam da kapitalizmin yapısal krizinin, mali krizleri tetiklemeye başladığı bir sırada, yeni değerlenme alanlarını uluslararası sermayenin kullanımına açarak büyük bir armağan getiriyordu.
Bu ‘peygamberin’ ikinci ve ikili geliş; 1968 yenilgisinin aydınlar arasında yarattığı moral bozukluğu, düş kırıklığı içinde başlayan Aydınlanma karşıtı post-modern kültürel kaymaya maddi bir zemin sunuyor, post-modernizmin savlarında da kendini tanımlayan bir söyleminin dayanaklarını buluyordu.
‘Küreselleşme’, bu geri gelişin adı oldu. Küreselleşme kavramı hızla yerleşirken, yerleştiği alanlarda, o güne kadar egemen olan, jeopolitik, emperyalizm, ‘dünya ekonomisi’, ‘bağımlılık ve geri bıraktırılmışlık’ gibi kavramları kovdu. Artık ‘kapitalizmden’ değil, ‘piyasadan’ söz edilecek, jeopolitik unutulacak, emperyalizm kavramı ağza alınmayacak, ‘ulusal egemenlik’ hem hedef alınacak hem de küçümsenecek, savunanlar adeta suçlu konumuna itilecekti.
Böylece bütün ekonomiler, bütün yaşam dünyaları, bütün kültürler piyasa ilişkisine açılacak, –her şey, insanlık tarihi boyunca ortak ya da kutsal olarak görünen her şey– her etkinlik metalaşma sürecinin içine çekilecekti.
Artık egemen olan söyleme göre önümüzde hızla ekonomik ve siyasi olarak bütünleşen, kültürel olarak kaynaşan bir dünya vardı; devletlerin gücünü yitirmeye başladığı, dolayısıyla jeopolitiğin ortadan kalktığı, özgürlük, demokrasi ve barışın egemen olacağı yeni bir döneme girilmişti. Ancak, bu saptamaları izlemesi beklenen “İyi de bu yeni dönem nereye aittir? Nesi yenidir?” “Eskidiğinde buradan nereye gidilecektir?” gibi sorular çok ilginç bir biçimde, bir türlü gündeme gelmiyordu. Adeta artık yalnızca, kapitalizm, serbest piyasa ekonomisi, ‘küreselleşme’ vardı, bugün için ve her zaman için… Adeta başı olan ama sonu olmayan, değişmeden büyümeye mahkûm bir zamanın, ‘kötü sonsuzun’(1) içine düşmüştük. Francis Fukuyama adlı bir ‘devlet entelektüeli’ de zaten ‘tarihin sonu’na geldiğimizi savunmuyor muydu?
Ancak tarih, çok kaprisli bir sevgili gibidir. Kendisinden emin olunduğu anda beklenmedik bir kriz çıkarıverir. Küreselleşme iddiaları almış başını gider, artık bu kavram her şeyi açıklayan bir ‘anahtar sözcüğe’ dönüşürken, eskidiği, geride kaldığı söylenen şeyler geri gelmeye başladılar.
Küreselleşme denen şeyin ilk on yılına, 1990’lara bakınca, her birkaç yılda bir tekrarlanan, her tekrarlandığında çapı ge-nişleyen şiddetli mali krizler görüyoruz: Meksika, Türkiye, derken Asya krizi… Rusya, Brezilya… Bu on yılın ikinci yarısın-da, Avrupa’nın kıyısında, Balkanlar’da kanlı savaşlar patlak verdi. ABD savunma entelijensiyası imparatorluktan (American Emporium), ‘uluslararası terörizm’den söz etmeye, kaynak savaşları önemli bir ilgi alanı olarak öne çıkmaya başladı.
O yıllarda, Ortadoğu’da artan istikrarsızlıkların, nihayet çevre ülkelerini sarsan mali krizlerin kapitalizmin merkezlerine ulaşarak, borsalardaki sert düşüşlerle genelleştiğini görüyoruz. Yine o dönemde, 1990’ların son yılının son aylarında, 1999 Kasımı’nda, Dünya Ticaret Örgütü ilk toplantısını yaparken Seattle’da patlak veren kitlesel eylemle küresel çapta, yeni bir antikapitalist hareketin geri gelmesine şahit oluyoruz.
(1) Kötü sonsuz (Schlechte Unendlichkeit): Başı olduğu ama sonu olmadığı varsayılan bir sonsuz. Bir nitelik değişikliği getirmeden biteviye niceliksel olarak değişerek canavarlaşan bir süreç.
Bu hareket, 2000-2003 arasında Avrupa’ya ve dünyanın başka bölgelerine sıçrayarak devam etti. Ancak 2001 yılının 11 Eylülü’nde ‘İkiz Kuleler’e yönelik terörist saldırının yarattığı iklimin rüzgârları ve nihayet 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte sönümlendi. Benzer bir kitlesel muhalefet dalgasının yeniden yükselmesi için en az yedi yıl beklemek gerekecekti…
İki binli yıllara girdiğimizde, artık ‘jeopolitiğin geri geldiği’, yüz yıl öncesinin büyük borsa krizlerini izleyen büyük bunalımı andıran bir durumun gündemde olduğu, ‘küreselleşmenin meyvelerinin iyi dağıtılamadığı’ konuşulmaya başlanmıştır. Gelir dağılımdaki bozulmalar artık uluslararası finansın gazetelerinin sayfalarında günlük yorumların parçasıdır; kapitalist ekonominin zirvelerinde Bill Gates ve Ali Koç gibi isimler kapitalizmden yakınmaktadır.
Artık, küreselleşmenin yeni bir şey olmadığı, daha önce yaşanan bir döngünün tekrarı olduğu bilinçlere çıkmıştır. Şimdi, yine kendi çelişkileri altında, bir önceki küreselleşme döneminde olduğu gibi, çökme riski değerlendirilmekte, çökerse bir önceki dönemde olduğu gibi yine büyük savaşlara yol açmasından korkulmaktadır.
“Önünde durulamaz”, “Engellenemez” iddiaları, yerlerini “Aman dikkat edelim de yine çökmesin” yalvarmalarına bırak-maya başlamıştır.
Bu korkulara, 2000’li yıllarda ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, ‘yükselen güçler’, ‘kaynak rekabeti’, ‘jeo-ekonomi’ gibi kavramlar eklenecek, Afganistan ve Irak gibi iki ülkenin devleti yıkılarak toprakları işgal edilecek, bu arada ‘American Emporium’ gibi kavramlar oluşacak; bugünün dünyası, dünün, 19. yüzyılın sonunda, gelişerek, 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaşa yol açan dünyasına giderek daha çok benzemeye başlayacaktır.
Küreselleşmenin, 1930’dan bu yana en sert krizi denen ‘şey’ 2007’de patlak verince resim tamamlandı. Bu resme bakanlar, şimdi 20. yüzyılın başını ve türlü ekonomik, siyasi, insani felaketleri görüyorlardı. 2014 yılına gelindiğinde en önemli tartışma konularından biri de I. Dünya Savaşı, buna benzer bir felaketin tekrarlanma olasılığıydı.
1. Dünya Savaşı’yla noktalanan dönem aynı zamanda, jeopolitik ve modern emperyalizm kavramlarının neredeyse aynı yıllarda, ‘Büyük Buhran’ın (1873-1888) hemen ertesinde ve ağırlığı altında doğduğu dünyayı işaret ediyordu.
Oysa o dünyaya benzer bir dünyanın şekillendiği konusunda korkutucu savlar; 2000’li yılların başında ortaya gelmeye başlarken, belki küreselleşme kavramı, giderek daha az kullanılıyor, jeopolitik kavramına daha sık rastlanıyordu ama uzun yıllardır ilk kez çok gerekli olduğu bir dönemde ‘emperyalizm’ kavramına ilişkin, genel bir suskunluk, kısmen ‘ulusalcılık’ suçlamasından, kısmen, ‘küreselleşme’ kavramının etkisiyle unutturulmuş olmaktan, kısmen dünyanın artık çok değiştiğine ilişkin bir inançtan dolayı egemenliğini sürdürüyordu.
Sonra dört gelişme, bu suskunluğun artık devam etmesinin olanaksız olduğunu ortaya koydu.
Birincisi; Rusya, Irak savaşının etkisiyle yükselen petrol fiyatlarının yarattığı gelirlerden yararlanarak toparlanmaya, askeri gücünü restore etmeye başlamıştı. Çin, dünyada yeni bir güç olarak yükselmiş, ekonomisinin hammadde, enerji ve gıda maddesi açlığını doyurmak için ‘modern emperyalizmin’ tipik yöntemleriyle kapitalizmin ortaya çıktığı dönemden bu yana egemen olan Batılı güçlerin nüfuz alanlarında kendine yer açmaya başlamıştı.
Artık ‘güçler dengesi’nin, ‘jeopolitik oyunlar’ın dünyasındaydık. ABD, Çin’in genişleme, hegemonya inşa etme eğilimlerini engellemeye, bunun için, onu dünya ekonomisinin geçerli kurallarını kabul etmeye, var olan düzenle bütünleşmeye, düzeni stabilize etme konusunda sorumluluk üstlenmeye ikna etmeye çabalıyordu. Ancak Çin, kendi kurmadığı bir düzeni stabilize etmeye çalışmak yerine, kendi çıkarlarına daha uygun yeni bir düzen kurmayı amaçlıyor; “Çin, tarihin gördüğü en yaygın küresel ticari-askeri imparatorluğu inşa ediyordu.”(2)
Bugün de Çin; dünya yüzeyinde özellikle, ABD’li jeopolitik uzmanlarının, küreselleşmenin (merkezin) dışında kaldığını düşündükleri alanlarda (‘çatlakta’) yayılan yollar, demir yolları, limanlar, havaalanları, barajlar, petrol gaz boru hatları gibi altyapı yatırımları gerçekleştiriyor ya da planlıyor. Bunları inşa edecek mali kaynakları harekete geçiriyor; karşılığında, doğal kaynaklar, madenler, enerji havzaları alanlarında imtiyazlar elde ediyor; yeni uluslararası ittifaklar kuruyor. Bu ittifaklardan, bu ittifaklarla kurulan altyapıdan yararlanmak için gelen Çinli şirketler, Çin piyasalarında sıkışınca, dış pazarlara gitmeye çalışan girişimciler, mali yatırımcılar, işçi-uzman nüfusu, bir ticari-diplomatik ‘network’ inşa ediyor: Çin, kendi çıkarlarına uygun bir kesel mekân yaratıyor.
Çin’in oluşturmaya başladığı bu ‘network’ içindeki başlamış ya da planlanan projelere bakınca karşımıza, Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya, Kuzey’den Güney Kutbu’na uzanan bir alan; bu alanda, Samoa’dan Rio’ya, St. Petersburg’dan Cakarta’ya, Mombasa’dan vanuatu’ya, Çin’in Yiwu kentinden Madrid’e, Orta Çin’den Belçika’ya kadar uzanan ekonomik düğüm noktalarını birbirine bağlayan hızlı tren hatları, deniz yolları, limanlar, havaalanları ağı çıkıyor. Avrupa’da da Çin, Pire Limanı’nı genişletiyor ve yeniliyor.
(2) Steve Levine, ‘China is building the most extensive global commercialmilitary empire in history’ Reuters 09.6.2015
Bu alan içinde, Pakistan’da planlanan 42 milyar dolarlık altyapı projesi, Çin’i Malaka Boğazı’nı kullanmaktan, dolayısıyla ABD’nin deniz yolları üzerindeki kontrolüne takılmaktan kurtarmayı amaçlıyor. Çin, ilk deniz ötesi askeri üssünü Aden Körfezi’nin Afrika kıyısında Cibuti’de açıyor. Çin ve Avrupa Birliği 250 millik bir hızlı tren projesinin finansmanı üzerinde anlaşıyor.
Çin ‘yeni’ jeopolitiğin tüm araçlarını kullanıyor, internet üzerinden çaldığı bilgilerle askeri teknolojisini geliştiriyor; Çin Denizi’nde, üzerine askeri tesislerin kurulabileceği yapay adalar yaratarak alan hâkimiyetini arttırıyor. Çin Asya Altyapı Yatırım Bankası, IMF’nin Çin parasını rezerv para olarak kabul etme olasılığını, jeopolitik adımları ‘jeo-ekonomik’ gelişmelerle destekliyor.
Böylece “Dünyanın ağırlık merkezi Batı’dan Doğu’ya doğru kayıyor” gözlemleri, “jeopolitik geri geldi”, “tarihe geri döndük” saptamalarıyla birlikte değerlendiriliyor, Batı savunma çevrelerinde gittikçe artan kaygılara yol açıyor.
İkincisi; 1990’ların sonunda ABD dış politika çevrelerinde neo-con (yeni-muhafazakâr) olarak adlandırılan militarist bir kesim, “Ekonomik gücümüz geriliyor ancak askeri gücümüz hâlâ rakipsiz” sonucuna varmıştı. “Dünyadaki üstünlüğümüzü buna dayanarak restore edelim” olarak özetlenebilecek bir savı öne sürüyor, ABD egemen sınıfları arasında hızla taraftar buluyordu.
Bu sav, “ABD aslında bir imparatorluktur” savıyla destekleniyordu. ABD’nin dünyanın kimi bölgelerine askeri müdahalede bulunacağına ilişkin işaretler birikiyordu. On bir Eylül 2001’de, New York’un mali merkezinde, ABD hegemonyasının simgelerinden biri olan Dünya Ticaret Merkezi’nin ‘İkiz Kuleleri’ne yönelik terörist saldırı, ABD’nin yeni savunma stratejisi adı altın-da imparatorluk projesini fiilen uygulamaya koyması için gereken fırsatı yarattı. Bu projenin ilk hedef olarak kendine ‘Büyük Ortadoğu’ kavramıyla tanımladığı bir coğrafyayı, yeniden yapılandırılmak üzere seçmiş olması, ister istemez, emperyalizm tartışmasının ve teorilerinin canlanmasına yol açtı.
Üçüncü gelişme, adeta ‘küreselleşmenin prototipi, dünyanın gelecekteki hali’ olarak sunulan Avrupa Birliği ile ilgili. 2000’li yılların ilk on yılında patlak veren mali kriz Avrupa Birliği’ni vurunca, merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki modern emperyalist ilişkilerin, çok büyük bir benzerinin, birliğin içine, üstelikte, işleyiş, hatta var olma koşulu olarak kurulmuş olduğu ortaya çıktı.
AB üyesi oldukları için kendilerini gelişmiş merkez ülke olarak gören kimi ülkeler aniden, bu birliğin içindeki ilişkinin ‘çevre’ ülkeler kısmında olduklarını, yıllardır kullanıldıklarını, egemenliklerini kaybetme durumuna geldiklerini görmeye başladılar. Bu durum en çarpıcı biçimde Yunanistan özelinde ortaya çıktı.
Almanya önderliğinde Troyka olarak bilinen IMF, Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu üçlüsü, Yunanistan’da, kemer sıkma politikalarına karşı yükselen tepki dalgasının üzerinde iktidara gelen sol reformist Syriza hükümetiyle alacaklılar adına yaptıkları pazarlıklarda son derece katı ve uzlaşmaz davrandı. Syriza beş ay direndikten sonra çekilecek bir yeri kalmayınca, Yunanistan ekonomisini ayakta tutabilmek için Troyka’nın tüm koşullarını kabul ettiğinde ortaya son derecede ilginç bir durum çıkacaktı:
Liberal, New York Times’ta Krugman “Bu, bir darbedir. Yunanistan’ın ulusal egemenliğinin imha edilmesidir” diyordu. Muhafazakâr Daily Telegraph’ta Evans-Pritchard’a göre, “Yunanistan’a işgal edilmiş düşman ülke muamelesi yapıldı; bir AB jandarmaları eksikti”. Foreign Policy’de yazan Phillipe Legrain’in, ‘Berlin Buldozeri ve Atina Yağması’ başlıklı yazısı, “Almanya; demokrasi, ulusal bağımsızlık gibi değerlerin üzerine bastı geçti, ardında bir köle devlet bıraktı. Sırada hangi ülke var” saptamasıyla başlıyordu.
Avrupa Birliği böyle sarsılırken Avrupa’da küreselleşme ve AB karşıtı bir halk muhalefeti dalgası; yabancı düşmanı, hatta ırkçı, faşist partilere ilgi göstererek yükselmeye başladı. Bu dalga, ilk meyvesini, Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinden birinde, (İngiltere) Avrupa Birliği’nden çıkma kararıyla sonuçlanan halkoylamasıyla (Brexit) ortaya koydu.
Dördüncüsü; genelde radikal İslam ve terörizm, özelde IŞİD olarak bilinen dinci ölüm kültünün halifelik kurma iddialarına ilişkindir. Bu modern halifelik, Irak ve Suriye topraklarında, dünyanın gösteri toplumunun ekranlarında da yansıtılan ina-nılmaz hunharlıkları sergileyerek egemenliğini kurmaya çalışıyordu. Kafa kesme, toplu idamlar, kafese koyup yakmalar, tank paletiyle ezmelere ilişkin video klipleri, kadınların köle gibi alınıp satıldığına ilişkin haberler, kurtulan tanıkların ifadeleri, önce interneti sonra gazete-dergi sayfalarını dolduruyor, birer propaganda aracı olarak işliyor, on binlerce Müslüman genç dünyanın her tarafından, IŞİD’e katılmak için yollara düşüyordu.
IŞİD’in etkisi, Suriye ve Irak topraklarıyla sınırlı kalmıyordu. Kuzey ve Batı Afrika’da, Afganistan’da, Yemen’de yeni örgütler türeyerek halifeye sadakat deklare ediyor; IŞİD militanlarının, Avrupa’da, Türkiye’de hatta Amerika’da gerçekleştirdikleri eylemler yüzlerce cana kıyıyordu.
Rusya’nın IŞİD’le savaşmak, Esat rejimini korumak için Suriye’ye gelmesiyle Batı’nın bu terörizm tehlikesine karşı, özellikle Paris katliamından sonra, mücadele azmi birden arttı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, çok uzun bir süredir ilk kez, tüm üyelerinin katılımıyla “Gereken her şey yapılmalıdır” anlamında bir karar aldı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Aktüel Siyaset Siyaset Uluslararası Siyaset
- Kitap AdıEmperyalizm ve Jeopolitik
- Sayfa Sayısı224
- YazarErgin Yıldızoğlu
- ISBN9789751418135
- Boyutlar, Kapak134 x 198 mm, Karton Kapak
- YayıneviRemzi Kitabevi / 2017