Emma, Aşk ve Gurur yazarının ölümünden önce kaleme aldığı son romandır. Bu romanda Londra’nın güneybatısında, sınırlı sayıda ailenin bir araya geldiği köy-kasaba arası bir yerleşimde (Highbury), işi gücü bu insanlar arasındaki ilişkileri yönlendirip onları evlendirmek olan bir kızla karşılaşıyoruz. Yapıtlarında dönemin İngilteresi’nin ve kendi sosyal çevresinin dışından hiçbir konuya el atmamış olan Jane Austen, taşradaki bu küçük yerleşim merkezini, insanların girip çıktığı bir tiyatro sahnesi gibi kullanıp özellikle soylular ve burjuvalar arasında kalmış bir sosyal statü olan centilmenlik tanımını temsil eden kişilerin üzerinden ironik, acımasız bir toplumsal eleştiri gerçekleştiriyor.
Emma: Yalanın, kendi kendini aldatmanın, ikiyüzlülüğün sarmalında mutluluğa doğru.
***
ÖNSÖZ
Dilimize nedense farklı adlarla çevrilmiş olan Gurur ve Önyargı (Aşk ve Gurur) romanın yazarı Jane Austen’ın Emma romanı yazarlık kariyerinin doruğu olarak kabul edilir. Romanın dönemin en ünlü yayıncılarından biri tarafından basılmış olması da bu konuda bize bir fikir verebilir.
Emma ile birlikte yazarın daha önce çıkmış eserlerinin de yayın haklarını satın alan John Murray, Londra’daki en ünlü yayıncılardan biriydi ve Lord Byron, Walter Scott gibi ünlü edebiyatçıların eserlerini de yayınlamaktaydı. Jane Austen’ın 1803’te Northanger Abbey (Northanger Manastırı) romanın ilk elyazmalarını yayıncı Crosby’ye yok pahasına sattığını, üstelik metnin yayınlanmamış olduğunu ve Austen’ın kendi metnini 1816’da gene yok pahasına geri aldığını düşünecek olursak, yazarın yaklaşık 15 yıl içinde ne türden bir çıkış yaşadığını kavramamız kolaylaşacaktır.
Emma Jane Austen’a, edebiyat dünyasının dışında da bir ün sağlamakta gecikmemişti. İlerde İngiltere tahtına çıkacak olan Prens IV. George, Jane Austen’ı, Pride and Prejudice’in yayınlanmasının ardından Londra’da, Carlton House’daki Kraliyet kütüphanesine davet etmiş ve kütüphanenin sorumlusu aracılığıyla, yazarın bir sonraki romanının kendisine ithaf edilmesinden memnuniyet duyacağını belirtmiştir. Emma bu davetten bir ay sonra veliahta hitaben bir ithafla çıkacaktır. Kaldı ki yazar, asıl baskının piyasaya çıkmasından üç gün önce kırmızı deri ciltle kaplı bir nüshayı Carlton House’a yollamıştır.
Romana duyulan ilginin büyüklüğü bununla da sınırlı kalmamıştır. İngiltere’nin edebiyat otoriteleri dikkatlerini romana toplamakta gecikmemiş, 1816 yılında yayıncı Murray’ın çıkarttığı Quarterly Review’da Walter Scott’un yazdığı, ama imzasız çıkan ve bir edebiyat metni için alışıldık dışı uzunluktaki on sayfalık bir değerlendirme yayınlanmıştır. Gerçekten de o günlerde tek bir romana on sayfa eleştiri ayrılması pek görülmüş bir durum değildir, çünkü o dönemde roman öteki edebiyat türleri arasında onlardan daha aşağı bir düzleme yerleştirilmiş, tanıtımlarda, eleştirilerde romana ayrılan yer yarım sayfa, en çok bir sayfayla sınırlı tutulmuştur.
Sözünü ettiğimiz eleştiri yazısında, W. Scott, Jane Austen’ın romanının olaylarının ve kahramanlarının büyük ölçüde gündelik, yaşanılan hayatın içinden aldığına, bu yönüyle genel roman kurallarının ötesine geçerek tamamen yeni bir roman anlayışını temsil ettiğine dikkat çeker. Yazarın, ortalama, sıradan bir hayat süren insanlara (who occupy the ordinary walks of life) sımsıkı bağlı kalması, Scott’a göre, onun ‘taslaklarına’ müthiş bir canlılık ve özgünlük kazandırmıştır ve roman bu özelliğiyle, (okuru) zihinsel yetenekleriyle, duygularıyla, yaşama tarzıyla (okurlardan) çok üstün olan kişilerin tamamen olağanüstü yaşantılarını öyküleştiren anlatılardaki çekiciliğe muhtaç olmaktan kurtarmaktadır. Jane Austen bu yeni tip romanı handiyse tamamen tek başına temsil etmektedir. Scott, okurun, öykünün eylemsel akışını zevkle ama kendini kaptırmadan okuyup izlediğini, onu belki ikinci bir kez daha eline alıp okumak isteyeceğini, böyle bir durumun ise, ilk okuyuşta yoğun bir merak uyandıran anlatılar için geçerli olmadığını hatırlatır. Ona göre, Austen dünyayı çok iyi tanımakta, karakterlerini canlandırırken dikkat çekici bir duyarlılık göstermektedir, bu da insana, Flemenk (Hollanda) resim ekolünün başarılı örneklerini hatırlatmaktadır. Canlandırmalar, kibar, asil, hele hele ihtişamlı değillerdir kesinlikle, ama buna karşılık hayata tamamen sadık; okuru heyecanlandırıp sarsan bir ayrıntı ustalığıyla verilmişlerdir.
1816 yılındaki bu yazı, elbette, her ciddi değerlendirme gibi, Jane Austen’ı tanıtmaya olduğu kadar yönlendirmeye, desteklemeye de yönelikti. Bizden güzel bir deyişle, bir bakıma “çiçeği burnunda” bir yazardı Austen, ama çiçeğiyle birlikte solacağını elbette ne bu değerlendirme-eleştiri yazısını kaleme alan Scott ne yayıncısı, ne okur, ne de Austen’ın kendisi bilebilirdi. Emma’nın, onun son romanı olacağını da.
Jane Austen bir yıl sonra hayata gözlerini yumdu; ölüm ender olarak bir sanatçının yolunu bu kadar erken kesmiştir, demek kalıyor geriye.
Dönelim edebiyata. Daha sonraki eleştiri de, Scott’un izlenimini pekiştirdi. Emma, Jane Austen’ın büyük anlatılarından biri olarak kabul edildi. Aşk ve Gurur Jane Austen’ın edebiyatında bir doruk sayılırken, Emma onun en olgun eseri olarak değerlendirilmektedir. İki roman arasında sadece üç yıllık bir zaman aralığı bulunmaktadır, ama biraz yanıltıcı bir ölçü sunar bu zaman aralığı bize. Jane Austen’ın tamamlanmış altı romanından üçü onun gençlik döneminin ürünü sayılmaktadır: Sağduyu ve Duyarlık, Aşk ve Gurur ve Northanger Manastırı. Bu üç roman 20, 25 yıl elden geçip büyük ölçüde değiştirildikten sonra yayınlanmış olmakla birlikte, 18. yüzyılın sonunda tasarlanmış ve geliştirilmiş metinleri temsil ederler. Bunların ardından tamamlanmamış bölükpörçük metinler gelir: Lady Susan, The Watsons.
Jane Austen’ın erken ölümü ve romanlarının hemen hepsinin yedi yıl gibi kısa bir süre içinde yayınlanmış olması, daha önce tasarlanmış metinler ile sonraki romanlar arasındaki farkları görmeyi zorlaştıran bir etmendir. Aşk ve Gurur’u Emma ile yanyana koyduğumuzda, bu üç yıl arayla birbirini izleyen iki metinde bile bir gelişmenin izdüşümlerini buluruz. Jane Austen okurlarının farkına varmış olmaları gerekir; onun bütün romanlarında kadın kahraman romanın odağında yer alır ve okur olup biteni bu kişinin perspektifinden yaşar. Bu iki romana bu yönden baktığımızda, yüzeysel de olsa, bu bağlamda bir ilk gelişmenin izlerini buluruz: Yazarın, kadın kahramanı karşısındaki tavrı değişmiştir. Daha önceki kitaplarında kadın kahramanlarına pek merhametli davrandığı söylenemezken, Emma konusunda, kuzeni J. E. Austen-Leigh’ın 1870 yılındaki biyografisinden, Austen’ın ona, ‘kendisinden başka kimsenin öyle fazla aldırmayacağı bir kahramanı’ ele aldığını söylediğini yazar.
Ama elbette gelişmenin yol açtığı farklılıklar bundan ibaret değildir. Austen’ın topluma bakışı daha kesinleşmiş, daha net bir hal almıştır; anlatımının gücünü sadece, Aşk ve Gurur’da Lady Catherine de Bourgh’un toplumsal düşüncelerini ya da biraz yozlaşmış Hıristiyanlığıyla Bay Collins’i anlatırken yaptığı gibi, eleştirel bir mercek altına aldığı “tiplerine” ya da kişilerine yöneltmekle kalmaz; ilgisi kişilerden toplumsal kurumlara doğru kaymış, bu kurumlar eleştirinin hedefi haline gelmişlerdir. Yazarın, modern okullar hakkındaki düşüncelerini (Bl.3), ya da Jane Fairfax’in Londra İşbulma kurumlarını köle pazarlarına benzeten açıklamalarını (Bl. 35) düşünecek olursak, bunların Aşk ve Gurur romanında rastlanması mümkün olmayan eleştiriler olduğunu kavrarız. Ayrıca İngiltere o sıralarda Napolyon ile yaklaşık yirmi yıl sürmüş bir savaş yaşamıştı. Jane Austen İngiltere’yi yoğun bir şekilde etkilemiş olan bu olaya ilgisiz kalmamış, kitabında İngiliz toplumu ile Fransız toplumunu bir tür karşılaştırma yoluna gitmiştir. Mr. Knightley ve Mr. Frank Churchill’in kimliğinde, bir İngiliz centilmeni ile Fransız etkisi altındaki bir genç karşı karşıya gelirler. Yazar Fransız etkisi altındaki gencin karşısında İngiliz centilmeninden yana gibidir; çünkü tecrübeli bir centilmen pek yanılmaz. İngilizlerin duyarlı olmasını sağlayan o ince ruhtan, incelik duygusundan, yazara göre, yoksundur Fransızlar. (Bl. 18) Genç Frank Churchill, Bay Knight-ley’in ağzından duyulması imkânsız Fransızca tabirler kullanır. Okur, Jane Austen’ın, doğru anlaşılması durumunda, İngiliz olma özelliğini, “iç, ruhsal tavır ile dış tavrın birbirine uyumu olarak” anladığını fark edecektir. Böyle bir özelliğe sahip olmak için onu istemek, onu elde etmek gerekir. Bu anlayış, romanın tematik boyutunun merkezini oluşturur, demek yanlış olmamalı. Bay Martin’in çiftlik evi Donwell’den, “hem göze hem de ruha” iyi gelen bir görünüş sunar. “İngiliz yeşili, İngiliz kırsal (peyzaj) kültürü, İngiliz rahatlığıdır” bu. (Bl. 42). İngiliz olmanın bu özelliklerini roman kişisi Emma’nın kavramış olduğu şüphelidir.
Demek ki Bay Knightley’in ve Bay Churchill’in kimliğinde birbirine zıt iki tip buluyoruz; toplumsal değerlere bakışları, toplumun kendilerine öğrettikleri bakımından farklı iki kişilik. Emma’nın, bu erkeklerden önce biri ile ilişki kurup ondan çıkardığı dersler sonucunda ikincisine eğilim göstermesi, onun değerini kavraması, onun bir tür yetişme, eğitim sürecinden geçmesi anlamına gelmektedir. Bay Knightley aslında yoğun duygular taşımakla birlikte çekingen, mesafeli biridir. Çok konuşmaz, davranır, harekete geçer; belirleyici olan eylemdir onun için. Bay Knightley, alışıldık toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek için faytonunu kullanmazken, onu yoksul sayılabilecek Bates’leri aldırmak için yollar; oysa züppe Elton’lar Bates’leri arabalarına alacaklarına söz vermiş oldukları halde bunu unuturlar. (Bl. 38) Bu olay bize Bay Knightley’in kararlı ve tutarlı davranışları hakkında fikir vermeye yetecek türdendir. Hakikilikten, sahicilikten hoşlanan Bay Knightley, her türlü gösterişten, aşırılıktan, züppelikten uzak durur. Emma henüz romanın başlarında arkadaşı Harriet’e, Bay Knightley’in alnında gerçekten “centilmen” yazılı biri olduğunu hatırlatır. Buna karşılık Bay Churchill, toplumsal, yapay davranışlarını, gerçek iç dünyasını, içinden geçenleri gizlemek için kullanan biridir. Bay Knightley, Emma’nın hem kendi kişiliğine hem de çevresine karşı dürüst olması için olanca gücüyle çabalayıp didinirken Frank Churchill bütün bir Highbury’yi, en başta da anne babasını, nişanlısını ve Emma’yı madrabazlıklarının, sahtekârlıklarının içine çekmeye çalışır. Yüzeydeki pürüzsüz görünüşün altında Fransız riyakârlığını temsil eder yazara göre bu tip.
Churchill’in bütün bu davranışlarıaşkını kurtarmak uğruna girişilmiş oyunlar olarak anlaşıldığı ölçüde, davranışını belki ahlaki açıdan hoş görmek mümkündür.
Jane Austen’ın son romanında edebiyat tekniği, alabildiğine karmaşık eylem yapısının bütünü bozmasını engelleyecek yetkinlik düzeyine ulaşmıştır. Romanın eylem yapısı, girenin çıkanın belli olmadığı bir sahneyi andırır. Austen zekice dokumuştur bu eylem örgüsünü. İlintilemeler, bağlantılar, okura olayları izleme zorluğu çıkarmazken, yazar, anlatıcı olarak konusu ile kendisi arasına ironik bir mesafe yerleştirmeyi de çok iyi başarmıştır. Kendi sosyal-kültürel dünyası dışındaki konulara hiçbir zaman el atmayı düşünmemiş olan Austen, bir yandan da bir kadın olması nedeniyle dönemin muhafazakâr İngiltere’sinde ‘dar bir dünyaya’ hapsedilmişti. Onun konuları İngiltere’de, onun yaşadığı dönemde ve algılarının çizdiği sınırlar içinde geçer. İngiliz orta sınıfının bir üyesi olarak, bireylerin, teklerin hayatı içinde, toplumsal yapının genel taşıyıcı ilişkilerinin ortak paydalarını, sözünü ettiğimiz mesafeli anlatımıyla belli eder bize.
Köy ya da kasaba olarak tanımlayabileceğimiz o ortamda tespit edilen tipik ilişkiler, toplumsal genelin temsili ilişkileri olarak romanı ironik bir eleştiri düzlemine çekerler.
Austen bir taşlama, ironi ustası olarak ‘eleştirisini’, kısa, öz, ana hatları korunmuş betimlemelerle ve diyaloglarla pekiştirir. Sinemadan tanıdığımız ‘atlamalı kurgu’ gibi bir şeyler bile bulabiliriz bu anlatımda. (Bl. 26. Şarkıdan sonra ve yemekte)
Üç Aile
“Bir köyde/kasabada üç dört aile… bu ideal roman malzemesidir,” diye yazar Austen 1814’te kuzenlerinden birine. Romanlarından hiçbiri bu ilkeye Emma kadar sadık kalmamıştır. Dönemin eleştirisi, Austen’ın bu ilkesinde, hakim Aristotelesçi tragedya kuramının haklı olarak izdüşümlerini yakalamaya çalışmıştır: Tiyatrodaki üç birlik ilkesine göre, yer/mekân, zaman ve eylem arasında varolması gereken bir birliktir bu. “Çok az romanda, Emma’da olduğu gibi mekânın (yerin) birliği korunmuştur,” diye yazar British Critic (1916) “küçük bir köyün/kasabanın üzerine ilgiyi böylesine çekmeyi tek bir yazar bile becerememiştir.”
Okur kitabı eline aldığı andan itibaren Londra’nın güney batısındaki Highbury’yi terk etmeyi boşuna bekler; Donwell, Hartfield ve Randall aileleri de bu yerleşimin demirbaşlarıdırlar. Kırsaldaki bir köyde/kasabada üç aile vardır demek ki karşımızda: Woodhouse ailesi, 38 yaşındaki bekâr Bay Knightley, Weston’lar ve yan figürler olarak görebileceğimiz yoksul sayılabilecek Bates ailesi, papaz Elton, okul müdüresi Bayan Goddard, Harriet Smith, yeni zengin Cole’lar, çiftçi ailesi Martin’ler. Karşımızda 1800 yılının İngiltere kırsalında bir taşra kasabası, öteki deyişle bir mikrokozmos duruyor. Okur bütün olayları Emma’nın anlatımından, daha doğrusu perspektifinden izlediği gibi, herkesin birbirini tanıdığı, herkesin evlilik peşinde koştuğu ve dedikodunun eksik olmadığı bu ‘küçük dünyayı’ da Emma ile birlikte, onun üzerinden algılar. Emma 27. bölümde kapının önüne çıkar ve sokağın izlenimlerini anlatır: “… Emma oyalanmak için kapıya çıktı. Highbury’nin en civcivli yerinde bile, fazla bir trafik olması beklenemezdi. Bay Perry telaşla önünden geçiyordu. Bay William Cox bürosunun kapısını açıyordu. Bay Cole’un arabasının atları talimden dönüyordu, sıska bir ulak çocuk inatçı bir katırın üstünde gidiyordu…(327)
Emma romanının paradoks oluşturan yanı, eylemlerin geçtiği mekânı Austen’ın öteki romanlarına göre daha da daraltıp yoğunlaştırması, öte yandansa, az önce de söylediğimiz gibi, bu daraltılmış ‘mekâna’ girenin çıkanın neredeyse belli olmamasıdır. Bu ‘hareket’ hali de gene üç farklı şekilde gerçekleşir. Highbury’yi sıkça ziyaret edenler; bölgenin yerleşik sakinleri, bölgeyi geçici olarak terk eden ve Londra’ya gidenler; üçüncü bir grup ise kendileri bizzat ortaya çıkmadıkları halde ‘büyük’ dış dünyayı Highbury’ye taşıyanlar. Örneğin Bay Elton’ın hayatı kız kardeşinin Maple Grove’daki dünyasına odaklanmıştır; Frank Churchill’in gerisinde de Enscomble’daki soylu ailesi asıl belirleyici dünya olarak ikide birde ortaya çıkar. Kırsaldaki bu dünyayı, bir tiyatro sahnesi olarak tasarlarsak, giriş çıkışlar, orada bulunuşlar ve sahnede görmediğimiz, kişilerin gerisindeki (belirleyici) dünya, bu ‘oyuna’ okurun (seyircinin) hareketini canlı tutacak bir dinamizm boyutu katmaktadırlar. Bu kişiler topluluğuna, aşk oyunları renk katar, yap boz gibi, yeni ilişki kombinasyonları kurulup bozulur.
Emma bu ilişkiler içinde baştan sona bir üçgen ilişkisinin köşelerinden birini temsil eder; açmazlara sürüklenir, ruhsal acılar çeker, ama bu acıların temelinde, onun öteki insanları anlama konusundaki yetersizliği belirleyici etmendir. Yazar, sanki Emma’nın mutluluğu hak eden biri olduğunu göstermek istercesine, onun iyi yanlarını öne çıkartabilmek için, adeta elinden geleni yapar; kızın babasının bakımını itina ile sürdürmesi, babasının aç kalmaması için yemek ziyaret saatlerini ayarlayışı, yoksullar için çabalayışı, akrabalarına davranışları; utanma duygusunun derinliği, vb. bütün bunlar, Emma’nın katlanılmaz şeyler yapıp tökezlediği, hatadan hataya yuvarlandığı durumlarda, okuru, Emma’da iyi bir öz olduğuna inandırmaya yönelik gayretler sayılabilirler.
Emma’nın hatalarını üç öbekte toplamak mümkündür. A. Emma çevresindeki insanları dış görünüşlerine ve dışa yansıyan davranışlarına göre değerlendirir. B. Bencilce insanları yönlendirmeye çalışır; bu tutumuyla insanları kendi oyununun kuklalarına dönüştürdüğünü fark etmez. C. Yarımyamalak doğruların, yüzeyselliklerin, riyakârlıkların, dedikoduların eksik olmadığı bir yalanlar dünyasında yaşar. Burada şematik bir düzene soktuğumuz bu ilişkileri romanda birbirinden ayırt etmek bile zordur; romanın eylemlerini sürükleyen enerji kaynağı gibidir bu ilişkiler; insanlar hem kendilerini hem de karşılarındakini aldatarak, bir bakıma kendilerini, aşklarını, tutkularını, hakiki varlıklarını keşfederler. Goethe’nin Faust’unda Dr. Faust şöyle der Şeytani varlığa: “Sen hep kötüyü isteyip iyiyi yaratan ruhsun.” Burada da yanlışın, iki yüzlülüğün çelişkileri içinden ‘iyi’ doğar adeta.
Bay Knightley, gerçek bir ‘centilmendir’ yazarın gözünde. (Knight: İng. Şövalye demek) Sosyal statüsünün gerektirdiği davranışların ve yükümlülüklerin bilincinde biridir o. ‘Centilmen’ tanımı, onun için insanın davranış ve tutumlarının ölçüsünü koyan bir kriter gibidir. Onun kimliğinde, dönemin İngiltere’sinde ‘centilmen’den anlaşılan bütün özellikler temsil edilir sanki. Centilmen sözcüğünün başlıca iki boyutu vardır; bunlardan biri sosyal, ötekisi eğitim boyutudur. Moderniteden başlayarak İngiltere’de burjuvazi ile soylu sınıf arasında kalan ve bir türlü enikonu tanımlanamayan bir statü ya sosyolojik kast gibi bir şeydir centilmen kavramının tanımladığı durum. Centilmen, soylu sınıfa aidiyeti işaret etmese de, geçinmek, ayakta kalmak için çalışmak zorunda olmayan, iyi bir aileden gelen ve bir nişanı olan kişidir. Ansiklopedik sözlük Larousse, “İyi yetiştirilmiş, seçkin erkek için kullanılır” diye tarif ediyor sözcüğü. 18. yüzyıla doğru, “centilmenlik statüsüne” yükselmenin sosyal ilkelerini belirleyen bir tanım oluşturmuştur bu kavram. Bizdeki çevirisine alınmamış olmakla birlikte Britannica Ansiklopedisi, 1910’da bu maddeyi yaklaşık şöyle açıklıyor: “Tayin edici olan bundan böyle iyi bir aileden gelmiş olmak ya da bir nişan taşıma hakkına sahip olmak değil, iyi cemaatin (sosyetenin/soylular cemaatinin) içinde hareket edebilmek ve onlara ayak uydurabilmektir (…) kişiden çok şey talep eden, belli bir davranış standardı (…) zorlanmadan, kendiliğinden gerçekleştirilen tavır ve davranışlarda kendini ele veren bir özsaygı ve eğitim.” (Bunlar centilmenin özellikleridir).
Bay Knightley’in kimliğinde, hakiki bir centilmen olarak, dış ile iç, görünüş ile öz birbirine denk düşer. Ne var ki onun çevresinde de centilmenin kusurlu biçimlerini temsil eden kişiler ile karşılaşır okur. Aşk ve Gurur’da evlilik kurumunun çeşit çeşit temsilleriyle karşılaşan Austen okuru, burada da centilmenliğin değişik görünüşleri ile, onun ideal ve yoz biçimleri ile yüzyüze gelir. İç değerleri, ruhu, dışına, centilmenlik görünüşüne denk düşmeyen ilk kişi Bay Knightley’in kardeşi John’dur. John, Frank Churchill’in bir bakıma tam tersi bir aksaklığın temsilcisidir. Bay Churchill, dıştan dört dörtlük bir centilmen izlenimi verir. Davranışları, biçimsel kaygıları kollayışı, onun dürüstlükten uzak, yalanın sularında gezen iç dünyası ile çelişir. Tersine, Bay Knightley’in kardeşi John, lafını sakınmayan, içi dışı bir biridir; acımasız da olsa, doğruyu söylemekten çekinmez. Bir centilmenden beklenenden fazla dürüsttür o. Zavallı Bay Woodhouse’u sözleriyle endişeye sevk ederken, yaşlı adama karşı alabildiğine dikkatli ve hassas davranan ketum kardeşinin tam karşıtı bir centilmenlik halini temsil eder. Bay Woodhouse’a gelince, centilmenlik, bayanlara karşı eski moda bir nezaketten, kibar davranıştan ibarettir onun için. Bay Weston, öteki insanlara çok az güvenen biri olarak centilmen sıfatına uzak düşerken, bu sınırlı kasaba/köy cemaati içinde, Bay Knightley’in temsil ettiği ideal tipe şu veya bu özelliğiyle uzak düşen bu insanlar arasında Emma, evlilik planları kotarıp durur.
Emma bu planların gizli yürütülmesi gerektiğini düşündüğünden, bir tür ikiyüzlülüğe kendi ayağıyla sürüklenmekten kurtulamaz. Planlarının ortaya çıkma tehlikesinin belirdiği anda yalanlara sığınmak zorunda kalır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, onun projeleri doğrultusunda yönlendirilip sinsi planlara alet olmaktan kurtulamaz. Hem kendini hem de ötekileri küçülten bu girişimler içinde, aynı doğrultudaki girişimlerin de aleti olmaktan kurtulamaması doğaldır. Bay Churchill Emma’yı kendi emellerine kolayca alet eder; iplerin hepsinin elinde olduğunu sanması, aymazlığının belirtisidir Emma’nın; ve insan ilişkilerini anlayıp değerlendirme yeteneğinden tamamen yoksun oluşu, onun bencilliğine, kendine aşırı güvenine bağlanabilir. İnsanların ilişkilerini yönlendirme ve onları kullanma bir oyun olarak anlaşılırsa, Bay Churchill, bu oyunda, hileleri anlaşılacak diye tirtir titreyen yanı temsil ederken, Emma gizliliği korumak için, az önce söylediğimiz gibi, çırpınıp durur. Romanın eylem çatısı, bu yönden oyun içinde oyunun, bilmeceler içinde bilmecelerin yer aldığı bir karmaşanın da çözümüne doğru yol alacak şekilde kurulmuştur.
Romanın sonuna doğru Emma’nın silahları ters teptiğinde okurun ona acıması pek kolay olmayacaktır herhalde.
Veysel Atayman
Nisan 2004, İstanbul
EMMA
I
Emma Woodhouse, güzel, akıllı ve zengindi; rahat bir yuva ve mutluluğu seven tabiatıyla, görünüşe bakılacak olursa, var oluşun en iyi nimetlerinden bazılarını kişiliğinde bir araya getirmişti ve dünya üzerinde geçirdiği neredeyse yirmi bir yıl boyunca onu üzüp canını sıkacak hemen hemen hiçbir şeyle karşılaşmamıştı.
Çok şefkatli, hoşgörülü bir babanın iki kızından küçük olanıydı ve ablasının evlenmesi üzerine, çok genç bir yaşta evin hanımı olmuştu. Annesini kaybedeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, onun okşayışlarını ancak hayal meyal hatırlayabiliyordu; annesinin yerini mükemmel bir kadın olan ve şefkat konusunda bir anneyi aratmayan mürebbiyesi almıştı.
Bayan Taylor, on altı yıldır Woodhouse ailesiyle birlikteydi; mürebbiyeden çok, bir dosttu ve her iki kızı, ama özellikle Emma’yı çok severdi. Aralarında daha çok bir kardeş yakınlığı vardı. Bayan Taylor’ın mürebbiyelik görevini bırakmasından çok önce bile, yumuşak huylu oluşu, Emma’ya kısıtlama koymasına engel oluyordu. Şimdi ise, otoritenin gölgesi aralarından çekileli çok olduğundan, birbirlerine çok bağlı iki arkadaş gibi birlikte yaşıyorlardı. Emma, Bayan Taylor’ın değerlendirmelerine büyük değer verir, ama esas olarak kendi yargılarıyla hareket ederek, canı ne isterse onu yapardı.
Emma’nın kişiliğinin gerçekten kötü yanları; biraz fazla başına buyruk olması ve kendisini biraz fazla beğenmesiydi; bu kusurlar, birçok zevkinin değerini azaltma tehlikesini taşıyordu. Ancak şu anda bu tehlikenin üstü o kadar örtülüydü ki, genç kıza bu özellikleri hiçbir biçimde talihsizliği gibi görünmüyordu.
Sonra üzücü bir şey oldu, hafif bir üzüntüydü bu, kesinlikle Emma’nın vicdanını rahatsız edecek türden bir olay değildi; Bayan Taylor evlendi. Onu kaybetmek Emma’nın hayatında yas tutmasına sebep olan ilk olaydı. Emma’nın hayatında ilk kez belli bir süre kederli düşünceler içinde oturması da sevgili arkadaşının düğün gününde oldu. Düğün bitti, gelin ve davetliler gittiler, Emma’yla babası baş başa akşam yemeğine oturdular, önlerindeki uzun geceyi neşelendirecek üçüncü bir kişinin aralarına katılmaihtimali yoktu. Babası her zamanki gibi, yemekten sonra uykuya dalarak sükûnet buldu ve o zaman Emma’ya, oturup kaybettiği şeyi düşünmekten başka yapacak birşey kalmadı.
Bu olay arkadaşına her konuda mutlu olacağını vaat etmekteydi. Bay Weston’ın kusursuz bir karakteri, hatırı sayılır bir serveti, Bayan Taylor’a uygun bir yaşı ve hoş davranışları vardı. Emma, cömert ve yüce gönüllü bir arkadaş olarak bu birleşmeyi hep istemiş ve desteklemiş olmakla avunuyordu, ama bu yaptığı da kendisini hiçe saymak olmuştu; Bayan Taylor’ın eksikliği her gün her saat hissediliyordu. Onun geçmişteki şefkati –on altı yılın sevgi ve şefkati– hiç aklından çıkmıyor; beş yaşından beri kendisine nasıl ders verdiğini, oynadığını, sağlığının yerinde olduğu zamanlarda nasıl da bütün gücüyle onu eğlendirmeye çalıştığını ve çocukluğundaki çeşitli hastalıkları sırasında kendisine nasıl baktığını unutamıyordu. Ona büyük bir şükran borcu vardı, ama son yedi yıl boyunca yaşadıkları ilişki; Isabella’nın evliliğinden sonra baş başa kaldıkları dönemde, sanki akranlarmış gibi, hiçbir şeyi sakınmadan kurdukları ilişki çok daha değerli, çok daha sıcaktı. Çok az insana nasip olan bir arkadaşlık ve dostluktu bu; zeki, bilgili, becerikli, yumuşak, ailenin bütün girdisini çıktısını bilen, her derdiyle, özellikle kendisiyle ilgilenen, her zevki ve her anıyla ilgilenen birisi; öyle ki, ona aklına gelen her şeyi aklına geldiği anda söyleyebiliyordu ve Bayan Taylor, duyduğu sevgiden dolayı, Emma’nın söylediklerinde hiçbir zaman bir kusur bulmazdı.
Bu değişikliğe nasıl katlanacaktı? Arkadaşının yalnızca yarım mil uzağa gitmiş olduğu doğruydu, ama Emma, bundan böyle yalnızca yarım mil uzakta bir Bayan Weston’la, evin içindeki bir Bayan Taylor arasındaki farkın çok büyük olacağının bilincindeydi; artık sayfiyedeki evin sunduğu bütün kolaylıklara rağmen büyük bir entelektüel yalnızlık çekme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Babasını çok seviyordu, ama onunla arkadaş olmaları söz konusu değildi. Bay Woodhouse, ciddi ya da sudan herhangi bir konuda onunla konuşmaktan acizdi.
Aralarındaki yaş farkının (üstelik de Bay Woodhouse pek erken evlenmemişti) yarattığı olumsuzluklar, babanın yapısı ve edindiği alışkanlıklar sayesinde daha da artmıştı; çünkü hayatı boyunca, herhangi bir zihinsel veya bedensel faaliyet göstermemiş olan Bay Woodhouse’un sağlığı hep bozuktu. O yüzden yaşından çok daha büyük gösteriyordu. Cana yakın, iyi kalpli olması sayesinde her yerde sevilmesine rağmen, kendisini beğendirecek başkaca bir yeteneği yoktu.
Ablası, evlendikten sonra Londra’ya yerleşmişti, bu açıdan bakılırsa pek de uzağa gitmiş sayılmazdı, yalnızca on altı mil uzaktaydı, ama bu Emma’nın her gün gidebileceği bir mesafe değildi. Isabella, kocası ve küçük çocuklarının Noel’de gerçekleşecek bir sonraki ziyaretlerinden önce Hartfield’de, baş edip katlanılması gereken bir sürü uzun ekim ve kasım gecesi olacaktı. Ancak o zaman ev dolacak, Emma’nın hoşuna giden bir topluluk oluşacaktı.
Hartfield, bağımsız çimenlikleri, fidanlıkları olmasına ve adına rağmen, gerçekte Highbury’nin bir parçasıydı. Neredeyse bir kasaba olacak kadar geniş ve kalabalık olan bu köyde Emma’nın dengi kimse yoktu. Bu yüzden, Woodhouselar buranın ileri gelenlerinden sayılıyorlardı. Herkes onlara saygı gösterirdi. Babası, yedi düvele kibar davrandığından Emma’nın köyde birçok tanıdığı vardı, ama aralarında yarım günlüğüne bile olsa Bayan Taylor’ın yerini tutabilecek kimse yoktu. Bu hüzünverici bir değişiklikti; bunu düşündükçe, Emma’nın elinden iç geçirip imkânsız şeyler dilemekten başka bir şey gelmiyordu; ta ki babası uyanıp da, kederini saklama zorunluluğu ortaya çıkana kadar. Babasının moral desteğe ihtiyacı vardı. Kolayca üzülen, sinirli bir adamdı; alışkın olduğu ve hoşlandığı insanlardan ayrılmaktan, her tür değişiklikten nefret ederdi. Değişikliğin kaynağı olan evlilik onun için her zaman nahoş bir şey olmuştu; kendi kızının evliliğine de hâlâ hiçbir biçimde alışmış değildi; tamamen sevgiye dayanan bir evlilik yapmış olmasına rağmen büyük kızından acımayla bahsetmekten kendini alamıyordu. Şimdi de Bayan Taylor’dan ayrılmak zorunda kaldığından, kendi hafif bencil huyları yüzünden, başkalarının, kendisinden farklı hissedebileceğini asla varsayamadığı için Bayan Taylor’ın da, sadece onlar açısından değil, kendi açısından da üzücü bir iş yaptığını ve ömrünün tamamını Hartfield’de geçirmiş olsaydı çok daha mutlu olacağını düşünmeye eğilimliydi. Emma, onu bu tür düşüncelerden uzak tutmak için elinden geldiğince neşeli bir biçimde gülümseyip sohbet etti, ama çay geldiğinde babasının akşam yemeği sırasında söylediklerini tekrarlamaması imkânsızdı.
“Zavallı Bayan Taylor! Keşke şimdi burada olsaydı. Bay Weston’ın onunla evlenmeyi düşünmüş olması ne kadar üzücü!”
“Size katılamayacağım babacığım; bunu biliyorsunuz. Bay Weston o kadar iyi huylu, hoş, mükemmel bir erkek ki, iyi bir eşi gerçekten hak ediyor; hem kendine ait bir evi olacağına, sonsuza kadar burada yaşayıp benim her türlü tuhaf huyuma katlanmasını ummuyordunuz değil mi?”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEmma
- Sayfa Sayısı544
- YazarJane Austen
- ÇevirmenAyşe Düzkan
- ISBN9786053540892
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düzelti ~ Thomas Bernhard
Düzelti
Thomas Bernhard
Bernhard DÜZELTİ romanında, Avusturyalı çağdaş felsefeci Ludwig Wittgenstein’ın yaşamından bir kesiti esas alarak Roithamer karakteri odağında düş gücüyle genişletir. –Ludwig Wittgenstein 1920’li yıllarda Viyana’da...
- 4 3 2 1 ~ Paul Auster
4 3 2 1
Paul Auster
“Auster’ın en büyük, en yürek burkan, en doyurucu romanı, gerçeklerin ve olasılıkların, aşkın ve yaşamın sürükleyici ve şaşırtıcı öyküsü” olarak tanımlanan yapıt, bir aile...
- Batı ~ Carys Davies
Batı
Carys Davies
Amerikalı bir yerleşimci ve dul kalmış bir baba olan Cy Bellman, kulağına gelen bir haber karşısında şaşkınlık, büyülenme gibi güçlü hislerin etkisinde kalır: Kentucky...