Yirminci yüzyıl dünya edebiyatının tartışmasız en büyük yaratıcılarından biri olan Faulkner’dan, her biri roman derinliğinde, akıldan çıkmayacak öyküler.
William Faulkner, Amerikan Güneyi’ni romanlarında destanlaştırmakla kalmadı, yarattığı zengin dünyaya öyküleriyle yeni halkalar ekledi. Elinizdeki seçki, “Emily’ye Bir Gül”, “Ambar Kundakçısı” ve “O Akşam Güneşi” gibi en ünlülerinin de yer aldığı on yedi Faulkner öyküsünü bir araya getiriyor. Aralarında edebiyatımızın usta isimlerinin de bulunduğu, farklı kuşaklara mensup çevirmenlerin elinden çıkan bu çeviriler, Faulkner’ın romancılığına oranla gölgede kalmış öykücü yanını ortaya çıkarmalarının yanı sıra, bu büyük yazarın Türkçede ne kadar uzun zamandır ağırlandığının da kanıtı niteliğinde.
Ben başarısız bir şairim. Belki her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını anlayınca da şiirden sonra en zor tür olan öyküyü dener. Ancak onda da başarısız olduktan sonra roman yazmaya başlar. – William Faulkner
Faulkner’dan başka hiç kimse yazıya yüreğinden ve ruhundan bu kadar çok şey katmamıştır. – Eudora Welty
İçindekiler
Ambar Kundakçısı • 7
Bir Ayı Avı • 27
İki Asker • 41
Emily’ye Bir Gül • 57
Kuru Eylül • 68
Elly • 80
Avludaki Katır • 95
O Akşam Güneşi • 110
Kırmızı Yapraklar • 127
Bir Adalet • 150
Dikkat! • 165
Şeref • 185
Dr. Martino • 198
Tilki Avı • 217
Bir Kraliçe Vardı • 234
Dağdaki Zafer • 250
Carcassonne • 279
Çevirmen biyografileri • 284
Ambar Kundakçısı
Yöre Yargıcının davaya baktığı mağazanın içi peynir kokuyordu. Kalabalık odanın gerisindeki çivi varilinin üstüne çömelmiş oturan çocuk, peynir kokusu aldığını ve daha da fazlasını biliyordu: Oturduğu yerden sıra sıra rafları aralıksız tıka basa dolduran değişik boylardaki konserve kutularını görebiliyor, midesi bunların etiketlerini okuyordu, ama üstlerindeki, zihnine bir anlam ifade etmeyen yazılardan değil de, kıpkırmızı acı biberlerle gümüş rengi kıvrık balıklardan okuyordu; işte, duyduğunu bildiği bu peynir kokusu ile bağırsaklarının bir an kokladığına inandığı bu vakumlu et kokusunun yanında bir de ara sıra şiddetle yayılıp kaybolan, daha çok keder ve çaresizliğin doğurduğu sürekli bir korku duygusu, hafif bir korku kokusu vardı içinde – o köklü müthiş kan bağından gelen bir korkuydu bu. Yargıcın oturduğu, önünde babasıyla babasının düşmanının (bizim düşmanımız diye düşündü çaresizlik içinde; bizim! Benim – babamla ikimizin! Babam o benim!) ayakta durdukları masayı göremiyordu, ama seslerini, öbür ikisinin seslerini işitiyordu, çünkü babası tek söz etmemişti daha.
Ama kanıtınız var mı Bay Harris?”
“Söyledim size. Domuz mısır tarlama girdi. Yakalayıp geri gönderdim. Hayvanı içinde tutacak çiti yok ki onun. Bunu kendisine söyleyip uyardım. Bir sonraki sefer domuzu benim ağıla kapattım. Geri almaya geldiğinde, ağılını onarsın diye yeteri kadar tel verdim ona. Bir sonrakinde ise domuzu ağıla koyup orda tuttum. Arabaya atlayıp evine gittim, kendisine verdiğim tel bahçede hâlâ sarılı duruyordu. Ceza olarak bana bir dolar öderse, domuzunu geri alabileceğini söyledim. Aynı akşam yabancı bir zenci parayı getirip domuzu aldı. ‘Ona söğle didi bağa, tahta da saman da yanıbiliğ di, didi.’ ‘Ne?’ dedim. ‘Ona böğle di, didi bağa’ dedi zenci. ‘Tahta da saman da yanıbiliğmiş.’ O gece ambarım yandı. Malları dışarı çıkardım ama ambar gitti.”
“Nerde o zenci? Elinizde mi?”
“Yabancı bir zenciydi, söyledim size. Nereye kaybolmuş bilmiyorum.”
“Ama kanıt değil ki bu. Kanıt olmadığını anlamıyor musunuz?” “Şurdaki çocuğu getirin buraya. O biliyor.” Harris, “Onu değil. Küçük oğlanı. Çocuğu” deyinceye kadar, çömeldiği yerden çocuk da bir an, adam ağabeyini kastediyor sandı; yaşından küçük gösteriyordu, ufak tefekti ve babası gibi sıskaydı; üstüne ona bile çok dar gelen, pamuklu, kaba bir kumaştan yapılmış yamalı bir pantolon giymişti; taranmamış kahverengi düz saçları vardı, gri gözleri fırtına bulutları gibi öfkeliydi; kendisiyle masa arasındaki adamların ayrılarak iki sıra haşin yüzlü dar bir yol açtıklarını gördü; yolun sonunda, el edip kendisini çağıran Yargıç oturuyordu – kılıksız, yakasız gömlekli, saçları kırlaşmaya başlamış gözlüklü bir adamdı. Çocuk çıplak ayaklarının bastığı yeri hissetmeden, kendisine çevrilmiş haşin yüzlerin somut ağırlığı altında yürüyordu sanki. Duruşma değil de taşınma nedeniyle giydiği siyah yabanlık ceketi içinde kaskatı duran babası bakmadı bile ona. Gene o çılgın keder ve çaresizlik içinde, Yalan söğletcek bana, diye düşündü çocuk. Ben de söğlemek zorunda kalcam.
Adın ne senin, çocuk?” dedi Yargıç.
“Colonel Sartoris Snopes” diye fısıldadı.
“Ne? Daha yüksek sesle konuş” dedi Yargıç. “Colonel Sartoris ha? Sanırım bu yörelerde Colonel Sartoris adını taşıyan hiç kimse doğruyu söylemezlik edemez, öyle değil mi?” Çocuğun sesi çıkmadı. Düşman! Düşman! diye düşündü; gözleri bile bir an görmez olmuş, ne Yargıcın yüzündeki sevecenliği görebilmiş, ne de Harris adlı adama “Bu çocuğu sorguya çekmemi istiyor musunuz?” derken sesinin sıkıntılı olduğunu fark edebilmişti. Ama kulakları duyabiliyordu ve bundan sonraki upuzun saniyelerde o kalabalık küçük oda hafif ve gergin soluk alış verişler dışında derin bir sessizliğe gömülünce, sanki bir asma dalının ucunda kendini uçurumun üstünden salıncak gibi boşluğa salıvermiş, yükselip tam tepe noktasına ulaştığında da, yerçekiminin büyülenmişçesine taş kesildiği uzun bir an, zaman içinde ağırlıksız, öylece asılı kalakalmıştı.
Harris öfkeden patlarcasına, “Hayır!” dedi. “Lanet olsun! Gönderin gitsin şu adamı buralardan!” Şimdi zaman ve çevresindeki her şey birden gene hareketlendi, çocuğun altındaki boşluğu hızla yeniden doldurdu; kulağına yeniden, peynir ve konserve et kokularının, korku, çaresizlik ve o köklü kan bağından doğan keder duygusunun içinden süzülerek insan sesleri gelmeye başladı:
“Dava kapanmıştır. Aleyhine bir delil bulamadım, Snopes; ama sana bir öğüdüm var. Buralardan çek git ve bir daha da gözümüze görünme.” Babası ilk kez konuştu; sesi soğuk ve sert, sakin ve tekdüzeydi: “Benim niyetim de bu. İnsanların… (burada belli birini kastetmeden, ağza alınmayacak çok çirkin bir şey söyledi) … ettiği bir yerde kalmayı düşünmüyorum zaten” dedi. “Bu kadarı yeter” dedi Yargıç. “Arabanı al, hava kararmadan buralardan gitmeye bak. Dava düşmüştür.”
Babası dönüp yürüdü; çocuk da, o dimdik katı siyah ceketi, otuz yıl önce çalıntı bir atın üstünde, Güneyli bir inzibat subayının adamlarından birinin tüfeğinden topuğuna yediği kurşundan dolayı bir parça aksak yürüyen sıska bedeni takip etti; şimdi iki sırtın arkasından yürüyordu, çünkü ağabeyi kalabalığın içinde bir yerlerden çıkıp gelmişti; babasından uzun değildi ama daha iriydi, durmadan tütün çiğniyordu; iki sıra haşin suratlı adamın arasından geçerek mağazadan çıktılar, taban tahtaları aşınmış koridoru geçerek, bel vermiş basamaklardan aşağıya, mayıs ayının hafif tozları içine, köpeklerle yeniyetme oğlan çocuklarının arasına indiler; orayı geçtikleri sırada bir ses tıslar gibi bağırdı:
Ambar kundakçısı!”
Çocuk hızla o yana dönerken gözleri gene görmez oldu; kızıl bir pus içinde, ay gibi, dolunaydan daha büyük bir yüz vardı karşısında; yüzün sahibi kendisinin gene yarı boyunda; kızıl pusun içinde o yüze doğru atıldı, başı yere çarptığında ne bir yumruk hissetmişti ne de bir sarsıntı; güçlükle doğrulup yeniden atıldı, bu kez de yumruk hissetmeden, ağzına kan tadı gelmeden doğrulunca, öteki oğlanın tabana kuvvet kaçtığını gördü, kovalamak için ileri fırlıyordu ki babasının eli çekip durdurdu; haşin, soğuk sesi tepesinden, “Git arabaya bin” dedi.
Araba yolun karşı tarafında, akasya ve dut ağaçlarının bulunduğu bir koruluktaydı. Yabanlık giysilerini giymiş hantal iki ablası ile sırtlarında basma fistanları, başlarında güneş başlıklarıyla annesiyle teyzesi arabada, çocuğun bile hatırladığı on, on beş taşınmadan geriye kalan sefil ev eşyalarının –orası burası çökmüş bir soba, kırık dökük karyolalarla iskemleler, annesinin çeyizi olan, göçüp gitmiş ve unutulmuş bir tarih ve günün ikiyi on dört geçesinde durmuş sedef kakmalı bozuk duvar saati– üstlerinde, aralarında oturmuş bekliyorlardı. Annesi ağlıyordu, ama onu görünce koluyla yüzünü sildi ve arabadan inmeye başladı. Babası, “Yerine geç” dedi.
“Yaralanmış. Biraz su bulup yıkamam lazım yüzü—”
“Yerine geç diyorum sana” dedi babası. Kendisi de arka taraftan bindi. Ağabeyinin önceden gelip oturduğu yerdeki sürücü koltuğuna çıktı ve kabuğu soyulmuş söğüt dalıyla sıska katırlara şiddetli iki kırbaç indirdi, ama öfkelenmeden. Hayvanların canını yakmak bile değildi amacı; ileriki yıllarda torunları otomobillerini sürmeden önce nasıl gaza basıp motora yükleneceklerse, onun yaptığı da tıpkı bunun gibi bir şeydi – tek bir hareketle katırları hem kırbaçlıyor hem dizginliyordu sanki. Araba yola koyuldu; mağaza, haşin gözlerle olayı izleyen sessiz kalabalıkla birlikte geride kaldı, yoldaki bir dönemeçten sonra da görünmez oldu. Sonsuza kadar, diye düşündü çocuk. Belki kanıksamıştır artık, belki artık hiç… durdu, gerisini yüksek sesle kendi kendine bile söylememek için durdu. Annesi eliyle omzuna dokundu.
“Acıyor mu?” dedi.
“Yok” dedi çocuk. “Acımıyo. Rahat bırak beni.”
“Kurumadan önce kanın birazını silemez misin?”
“Akşama yıkarım” dedi. “Rahat bırak beni diyom sana.”
Araba yola devam ediyordu. Nereye gittiklerini bilmiyordu o. İçlerinden hiçbiri ne bilir ne de sorardı, çünkü her zaman bir yerlere varırlardı, bir günlük ya da iki, hatta üç günlük bir uzaklıkta kendilerini bekleyen iyi kötü bir ev olurdu her zaman. İhtimal babası şimdiden başka bir çiftlikte ekip biçecek bir toprak kiralamıştı, sonra da… Şimdi gene susup gerisini getirmedi. Babası hep başarırdı bunu. En azından çıkar çatışması olmayan durumlarda, babasının kurtları andıran başına buyrukluğunun, hatta cesur tavırlarının, yabancıları etkileyen bir yanı vardı; içinde yatan o hırçın bencillik bu insanlarda sanki ona karşı güven değil de, daha çok onun kendi yaptıklarının haklılığına olan şiddetli inancının çıkarlarının uyuştuğu herkes için yararlı olacağı yolunda bir duygu uyandırıyordu.
O gece, içinden dere akan bir meşe ve kayın koruluğunda kamp kurdular. Geceler hâlâ serindi; bu yüzden, yakındaki bir çitten söktükleri kazıkları boylamasına keserek ufak, derli toplu, neredeyse kıt kanaat bir ateş yaktılar; babası dondurucu soğuklarda bile böyle odunu esirgeyerek tutumlu ateşler yakmayı bir huy, bir alışkanlık edinmişti. Daha ileri bir yaşta olsaydı, çocuk buna dikkat eder, neden daha büyük bir ateş yakmadığını anlamaya çalışırdı – yalnızca savaştaki savurganlığı ve yıkımı görmekle kalmayıp kanında kendisinin olmayan nesneleri hoyratça harcama eğilimi de taşıyan bir adam, neden önüne çıkan her şeyi yakmıyordu ki? Sonra belki bir adım daha ileri giderek şöyle düşünebilirdi: Cimrice yakılan bu ateşler, babasının o dört yıl boyunca yanında birbirine bağlı dizi dizi atlarla birlikte (düşmandan ele geçirilmiş atlar, diyordu o bunlara), Kuzeyli, Güneyli, tüm askerlerden kaçarak saklandığı ormanlarda geçirdiği gecelerden geriye kalan bir alışkanlıktı. Yaşı daha da ileri olsaydı, gerçek nedeni tahmin edebilirdi belki: Çelik ya da barut nasıl bazı kimselerin kişiliklerini korumak için başvurdukları tek silahsa, ateş de babasının bu uğurda tüm varlığıyla benimsediği bir güçtü, yoksa hayat yaşamaya değmezdi; bu yüzden ateşe saygı duyması ve onu dikkatli kullanması gerekiyordu.
Ancak şu anda çocuk bunları düşünmüyordu, ömür boyu hep aynı ölçekte küçük ateşler görmüştü o. Yaktıkları ateşin başında akşam yemeğini yedi şimdi; demir tabağının üstünde neredeyse uyuyup kalacaktı ki, babası çağırdı; bir kez daha onun dik sırtının, tutuk ve iyice aksayan ayağının ardından yürümeye başladı; bayırı tırmanıp yıldızların aydınlattığı yola vardıklarında başını kaldırınca, yıldızlara karşı babasını gördü, ama ne yüzü ne de derinliği vardı – kendisi için dikilmemiş olan o frak ceketinin demir kıvrımları içinde, sanki tenekeden kesilmiş, yalınkat, kara, kansız cansız bir görüntüydü; sesi teneke gibi sert, teneke kadar soğuktu:
“Anlatayım, diye düşündün. Söyleyecektin yargıca.” Çocuk sesini çıkarmadı. Babası elinin tersiyle başının yan tarafına, sert ama öfkesiz bir tokat attı, tıpkı mağazanın orada iki katırı kırbaçladığı, tıpkı onlardan birine sırtındaki atsineğini öldürmek için sopayla vuracağı gibi, sesinde şiddet ya da öfke belirtisi olmadan. “Erkek oluyorsun sen artık. Öğrenmen gerek. Kendi kanından olanlara arka çıkmalısın, yoksa kendi kanından hiç kimse arka çıkmaz sana. Bu sabah o iki adamdan biri senden yana olur muydu sanıyorsun, ya da bu sabah oradakilerden hiç kimse? Kendilerini alt ettiğimi bildiklerinden, onların tek derdi, bir fırsat yakalayıp beni köşeye sıkıştırmaktı, anlamadın mı? Ha?” Sonradan, yirmi yıl sonra, çocuk kendi kendine şöyle diyecekti: “Ona adamların yalnızca gerçeğin, adaletin peşinde olduklarını söyleseydim, bana bir tokat daha atardı.” Ancak, şimdi sesini çıkarmadı. Ağlamıyor, orada öyle duruyordu. “Cevap ver bana” dedi babası.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıEmily’ye Bir Gül
- Sayfa Sayısı288
- YazarWilliam Faulkner
- ISBN9789750846144
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ustanın Dersi ~ Henry James
Ustanın Dersi
Henry James
Genç yazar Paul Overt, davet edildiği bir kır malikânesinde uzaktan uzağa hayranı olduğu ünlü romancı Henry St. George’la ve ilk görüşte âşık olduğu Miss...
- Pera Mera ~ Murat Yalçın
Pera Mera
Murat Yalçın
Kendimi değiştirmiyorum, dünyayı değiştirmiyorum ama gerçekliği değiştirerek, kendi hayallerimin arkasına gizleyerek kendi yenidünyamı kuruyorum… Mesela geçenlerde Çinlilerin Dönüşüm’ü okurken ağızlarının sulanıp sulanmadığını merak ettim....
- Doğum Lekesi ~ Nathaniel Hawthorne
Doğum Lekesi
Nathaniel Hawthorne
Derin ve rahatsız edici psikolojik temalarıyla ünlü, karanlık romantizmin ustalarından Nathaniel Hawthorne’un farklı yıllarda yayımlanmış en tekinsiz öykülerinden “Genç Beyefendi Brown”, “Dr. Heidegger’in Deneyi”,...