Artık bir hikâyem var, yontulmuş kayaların arasından delice çağlayan bir damlada boğulduğum. Sana çehresini henüz tanıyamadığım bir balığın karnından sesleniyorum. Burası karanlık ve ıssız bir yer. Ve ben karanlıktan çok korkuyorum. Dostça bir el uzatıyorum; senin hikâyende sana ayakkabılarımı sunabilmek için, benim hikâyemde beni anlayabilmen için. Senin yürüdüğün yollarda, yürüdüğün ben olabilmek için. Bu benim hikâyem, bu senin hayalinde canlanacak, kelimelerini senin boyayacağın bir hikâye. Lütfen yanına bir fincan al, mısralar sana çay ısmarlayacak.
Bana iyi bakar mısın?
“Bir hikâyem var, yontulmuş kayaların arasından delice çağlayan bir damlada boğulduğum… Esen sesler kulağımın dibinden geçip giderken sağır olduğum… Yüksek dağların başı neden dumandır, bilir misiniz? Çünkü derler ki, yükselen bir gönlün hazinesi bulutlarda saklıdır. Yaralarım var, ardı sıra gel mez sözlerde sızlandığım, hani bir açıp baksan papatyaları ardı sıra sıralardın. Olmaz sandıklarımız mıdır bizi umutsuzluk denizinde boğan yoksa olmayacaklarına inandıklarımız mı?”
İşte böyle başladı benim hikâyem olmaz sandıklarım içe risinde beni boğan bir küf kokusundan, olmayacaklarına al dandıklarım arasında gelip geçerken bir anda açıldı pencerem. Solgun benziyle bana bakarken ‘epey aramış olmalısın’ diye fısıldadım. Elbette içimden. Sonrası mı? Sonrası mısralar do lusu adını sayıkladığım bir huzur kıyısı oluverdi. Bu benim hikâyem, bu senin hayalinde canlanacak, kelimelerini senin boyayacağın bir hikâye. Lütfen yanına bir fincan al, mısralar sana çay ısmarlayacak…
“Zeynep’in Anı Müzesi;
Böylesine bir okul, kurduğum tüm hayallerden daha fazlaydı. Cennete mi düşmüştüm yoksa fragman için başrolü kapmış bir oyunculuktan mı fırlamıştım? Aman Allah’ım özgürlük sesleri ciğerlerimden kulaklarıma kadar bağırıyordu. Hayır, kendimi hiç de öyle sonradan görmüş bir tavırda değil tam aksine bunca zaman öğrendiklerimi harcamak için yolun ortasında hissediyordum!”
*
Bundan tam üç yıl önce anı müzeme böyle bir not ile ke limeleri dizmiştim. Şimdilerde dönüp baktığımda başım ses sizce önüme düşüyor ve ellerim duaya sarılıyor. Hiç kendini özgürlükler ülkesinde hissettiğin ama aslında oranın kölesi olduğunu anladığın bir zaman dilimin oldu mu? Eski za manların birinde böyle mi anlatılırdı bilmiyorum ama, meğer ayaklarım prangalıymış ve ben başımı önüme düşürene kadar bunun huzurunu hiç tadamamışım.
Hani sevdiğiniz bir tat vardır, damağınızda öyle bir yer edinmiştir ki en ufak bir koku size onu çağrıştırır hah tam da bu, öyleyiz işte, geçmiş zamanların birinde bir “ben”de varız. Ne zaman şeytan o küçük fısıltıları kulağımda seslendirse içi min derinliklerinde bir yer korku ile sallanıyor. Yenilmekten hiç böylesine korkmuş muydun diye sormak istiyorum, ama işte ama…
Bazen sorularımın arasında cevap almaktan korkar gibi susuveriyorum ve kimse aslında midemde uçan mavi kelebekleri göremiyor. Sahi öyleydi değil mi? Değerli şeyler hep muhafaza edilirdi! Gerçekten muhafaza ediyor musun? Neyi diye düşüncelerin satırlara saldırıyor biliyorum, seninle sırrı mı paylaşmak için zamanını bekliyorum.
Bir sabah vakti gözlerimi uykunun derinliklerinden zar zor toparlarken, düşlerimin arasına bir kuş seslendi. Pen cerenin kenarında öylece durmuş bana bakıyordu. Henüz kendime gelememenin verdiği sersemlikle bir anda kendimi yataktan atıp ona doğru gidecektim ki, durdum. Bu bir muhabbet kuşuydu. Ne arıyordu benim penceremin önünde? Onu korkutmamak için bir mayın tarlasında geziyormuşça sına adımlarımı tembihledim ve yanına yaklaştım. Ne kadar da dikkat etsem onu ürkütmüş olmalıyım ki korku ile kaça cağı yönü seçemeden bir anda odamın içine girdi.
Kaçma ması için pencereyi kapattım ve onu yakaladım. Korku dolu gözlerle yüzüme bakıyordu. O minicik kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki, onu dışarının kötülüklerinden korumak için mi o pencereyi öylesine kapattım, yoksa aslında bir odaya mahkûm mu ettim şüphede kalmıştım. Birazcık bakıştıktan sonra kuş için bir kafes bulmam gerektiğini fark ettim ve onu bir süreliğine odada tek başına bırakarak hızla dışarı çıktım. Döndüğümde bir köşeye sinmiş, gözlerinden yalnızlık okunuyordu.
Demek böyleymiş, içinde bir ruh taşıyorsan adın ne olursa olsun, farklı tondaki gözlere hep aynı yalnızlık sisi çöküyor muş. Düşünüyorum da yoldan birisini çevirip sorsam yalnız lığın kokusunu bilirler miydi? Türk Dil Kurumu yalnızlığın tarifini nasıl yapmıştı acaba? Kim ne derse desin yalnızlık dediğin, televizyon programlarında “7 milyar insan beni izli yor” diye düşünen kişinin içinden konuştukları kadardı.kim ne derse desin yalnızlık dediğin kalabalıklar içerisinde sesini senin dahi duymayacak kadar kabuğuna çekilmendi, kim ne derse desindi işte ah minik, sen yalnızlık çekme olur mu? Sen hiç merak etme, burada yalnızlık çekmeyeceksin, hoş geldin Zeynep’in dünyasına, sana söz veriyorum…
Güzel bir kahvaltının ardından aynanın karşısında tam iki saat geçirdim. Ne için mi? İkinci haftanın daha ilk gününden geç kaldığım o dersine gidebilmek, yok yok daha doğrusu yetişebilmek için. Sonuçta artık üniversitedeydim ve benim kendime daha çok zaman ayırmam, eh haliyle dikkat etmem gerekiyordu. Ancak bu dikkat arasında, çoğu zaman dersler konusunda aksaklıklar yaşıyordum. Dönemin başında olduğum için aslında çok da umurumda değildi, nasıl olsa sınav dönemi için uzun bir zaman dilimi vardı karşımda. Şimdi bunları düşünmek için çok erkendi, öyle değil mi?
Okula yeni gelen bunca insan olmasına rağmen, hepsi san ki daha önce bir yerlerde sözleşmişçesine samimi olmuşlardı. Acaba ben mi fazla yabancıydım bu diyarlara? Bu diyarlar mı fazla yabandı bana? İki günde sevgili olanlardan bahsetmek bile istemiyorum, ne zaman tanımıştınız birbirinizi, ne zaman birbirinize yuva olacağınıza inanmıştınız? Kafamın içerisinde resmen şu anda Fadime’nin Düğünü çalıyor, birazdan da beni halay başı yapacaklar. Halay başı olmadan dikkatimi başka şeylerle meşgul edeyim derken kendimi yan masada oturan iki kişinin konuşmalarına kulak misafiri olurken buluyorum. Öyle dikkatli ve heyecanlı bir şeyler anlatıyor ki, merakımdan biraz daha yakınlaşmak istiyorum. Uzaktan bakınca anlatan mı olmak isterdin, dinleyen mi sorusunun cevabını asla bu lamayacağın bir konuşmaya benziyor. Dinleyen hafif çekik gözlerini kocaman açmış heyecanla karşısındakinin ağzından çıkacak kelimelere bakıyor, anlatan incecik bir ipin üzerinde yürüyen bir edâ ile söyleyeceklerinin heyecanını taşıyordu.
Birkaç cümle arasında bir anda şimşek etkisi oluşturacak bir cümle ile çınladı kulaklarım:
“Acaba sırf bu dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?”
Nasıl yani? Ne demek istemişti? Duygularım donmuşça sına olduğum yerde çakılı kaldığımı hissediyorum. Kalkmak istiyorum ancak ayaklarım yere çivi ile çakılmış gibi olduğum yerde bacaklarım birbirine karışıyor. Neden telaş yapmıştım ki? “Sahi sırf bu dünya için mi yaratılmıştım?” diyecek olu yorum içime, ama bir ses “Elbette hayır, zaten ahirete iman ediyorsun” diyerek duygularımı bölüyor. İnsanın sözleri bölünürdü de peki ya duyguları?
Dönüp “Elhamdülillah Müslümanım” diyecek oluyorum ancak aynı ses şiddetle ikaz ediyor, yapmam gereken koca bir alışveriş listesini hatırlatıyor bana. Bu sefer yerimden sessizce kalkıyorum az önce kulak misairliği yaptığım masaya karşı, sanki beni duymuşlarcasına bir mahcupluk çöküyor içime. Parmak uçlarımda yanlarından geçerken aklıma bir anda minik geliyor, ah minik, Zeynep’in miniği… Sahi, insanın gideceği yerde bekleyeninin olması ne güzel şey değil mi?
Günlerdir önünden geçerken vitrinlerin birinde vurulmuş olduğum bir ayakkabı var. Bu sefer önünden geçerken anlatmadığı bir şeyler varmış gibi başka bakıyor bana. Evet, evet ak şam okulda düzenlenecek olan tanışma partisi için kesinlikle benim olmalı! Hem böyle, günlerdir bana vitrinin camından el salladığına göre o da bunu istiyor olmalı. Tanışma partisi demişken, kanı benden daha hızlı akan bir grup yeni arkadaşımın düzenledikleri bir parti. Malum her birimiz yeni olunca bu işi de üst üste iki yıl sınıfta kalarak liderliği elinde tutan kişiler yapıyor. Aslında şaşırmıyor değilim, madem okumak için geldin nasıl iki yıl bir dersi veremedin ki, diye. Neyse, belli ki okulu çok sevmiş öyle hemen dört yılda bitirip gitmek istemiyor.
Bu insanların yaz modunu düşünebiliyor musun?
“Anne bütünlemelere girmeye bu senede hak kazanmışım, oleyy!”
Sonuçta bu işlerde sunum çok önemliydi, bütünlemelere hak kazanmak varken kim bütünlemelere kalmak isterdi ki?
Alışveriş listemin sonuna gelince doğruca yurda geldim, odama çıkıp ayak tabanlarıma kadar inen yorgunluğumu, okuduğum kitabın en heyecanlı yeriyle taçlandırmak istiyordum ki saat umarsızca geçip gidiyordu. Bir an önce hazırlan mam lazımdı. Köşede bana göz kırpan kitabıma dönüp nasıl olsa gece geç saatlere kadar durmayacağım, bunlar hoşlanmadığım şeyler, birkaç saat sonra görüşürüz diyerek vicdanımı bastırdım. Sonrası sence böyle mi gelişti? Odadan kendimden emin, bugüne kadar ailesine bir kez bile yalan söylememiş
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıElfida
- Sayfa Sayısı216
- YazarOnur Kaplan
- ISBN9786057674463
- Boyutlar, Kapak13,5×21, karton
- YayıneviHayy Kitap / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kayıp Kitaplıktaki İskelet – 3 Fare Sarayı ~ Aytül Akal & Mavisel Yener
Kayıp Kitaplıktaki İskelet – 3 Fare Sarayı
Aytül Akal & Mavisel Yener
Çocuk edebiyatımızda iki yazarlı roman geleneğinin gelişmesinde büyük katkıları bulunan Mavisel Yener ve Aytül Akal’ın, ilk iki kitabı yüz binlerce okurun hafızalarında yer edinen “Kayıp Kitaplıktaki İskelet”...
- Ex-libris ya da Pertev Efendi’nin Olağanüstü Yolculuğu ~ Can Orhun
Ex-libris ya da Pertev Efendi’nin Olağanüstü Yolculuğu
Can Orhun
“Kitaplar okuyanın zihnindeki ve hayal gücündeki denizlerde yüzerler. O deniz ne kadar büyükse kitabın erişeceği ufka giden yol da o kadar uzun olur. Ama...
- Öfkenin Şenliği ~ Jaklin Çelik
Öfkenin Şenliği
Jaklin Çelik
İstanbul’a, yıllardır uğramadığı sokağına ve evine eski bir hayaleti gömmeye dönmüştü. Cebinde; Harput’ta annesinden ve kardeşlerinden koparılmış küçük bir çocuğun, şimdi sahibine ve toprağına...