Elflerle insanlar arasında üç bin yıl önce bozulmaz bir anlaşma yapılmıştı. Her yüzyılda bir, İlk İnsan Kraliçe’nin büyüsüne sahip olan genç kız, Elf Kralı’nın yanında yer almak üzere Ortadiyar’a götürülüyordu. Hayatını bitkibilime adamış Luella yaşını geçirdiği için minnettardı. Artık kasabasının tek şifacısı olarak görevlerine odaklanabilirdi. Tek sorun, nihai bir seçim yapması gerektiğinde sadakatini nereye sunacağıydı – ona hayatı boyunca destek olmuş yuvasına mı yoksa başından beri istemediği aşka mı?
ELFLER YALNIZCA İKİ ŞEY İÇİN GELİR:
SAVAŞ YA DA EVLİLİK
HER İKİSİ DE ÖLÜMÜ ÇAĞIRIR
Elflerle insanlar arasında üç bin yıl önce bozulmaz bir anlaşma yapılmıştı. Her yüzyılda bir, İlk İnsan Kraliçe’nin büyüsüne sahip olan genç kız, Elf Kralı’nın yanında yer almak üzere Ortadiyar’a götürülüyordu. Hayatını bitkibilime adamış Luella yaşını geçirdiği için minnettardı. Artık kasabasının tek şifacısı olarak görevlerine odaklanabilirdi.
Ta ki Elf Kralı, kraliçesini bulmak için gelene kadar.
Luella’nın kendisi hakkında bildiği her şey yalandı. Ancak Ortadiyar’ın ölümün eşiğinde olduğunu gördüğünde, hiç hazır hissetmediği bu sorumluluktan kaçamayacağını anlamıştı. Tek sorun, nihai bir seçim yapması gerektiğinde sadakatini nereye sunacağıydı – ona hayatı boyunca destek olmuş yuvasına mı yoksa başından beri istemediği aşka mı?
“Aman TANRIM, bu çok iyiydi! Gerçi hiç şaşırmadım – Elise Kova kötü bir kitap yazamaz. Bu hikâye HADES ve PERSEPHONE havası taşısa da bir yeniden anlatım değil.” —Laura Thalassa
“Hobbit izleyip Thranduil’i arzuladıysanız, Elf Kralı ile Anlaşma tam sizlik.” —Syfy Wire
“Eşsiz dünyası, incelikli karakterleri ve hedefini on ikiden vuran yakıcı romantizmiyle eksiksiz bir roman. Keşke bu hikâyenin içine girebilsem ve vahşi büyüyü kendi gözlerimle görebilsem. Gerçi Elise Kova görsel duyulara o kadar hitap eden bir yazar ki tam da bunu yaptığınıza inanabilirsiniz.” —Alisha Klapheke
“Elf Kralı ile Anlaşma kendilerini büyüde kaybetmek isteyen okurlar için harika bir fantastik romans. Bu güzel hikâye bana tüm duyguları yaşattı, öyle ki bu dünyaya ait daha fazla kitap okumak için sabırsızlanıyorum. Elise Kova’nın kullandığı her kelime altına dönüşüyor.” —Karpoy Kinrade
“Elf Kralı ile Anlaşma’da masallara dair en sevdiğim elementler var: huysuz bir erkek ile güçlü kadın, düşmandan âşıklara dönüşmelerinin yavaş gelişen ateşli hikâyesi ve gözalıcı, iz bırakan bir büyü sistemi!” —Raye Wagner
bir
Elflerin dünyamıza gelmesinin yalnızca iki nedeni olurdu: savaş ya da evlilik. Her ikisinde de beraberlerinde ölümü getirirlerdi. Ve gelecekleri gün bugündü. Sıradaki kavanoza uzanırken ellerim titriyordu. Rahatlığım ve sakinliğim bedenimi terk etmiş, dükkânımdaki içleri otla dolu sıra sıra kapların arasında bir yere saklanmıştı. Eğer hepsini yeterince kurcalar, aralarına bakmaya ve içindekileri birbirine karıştırmaya devam edersem belki bir nebze huzur bulabilirdim. Yapılması gereken iki lapa, bir uyku ilacı, bir güçlendirici iksir, birkaç şifalı merhem daha vardı… Hepsini hazırlamak yaklaşık beş saat sürerdi ancak yalnızca iki saatim kalmıştı. İnsan Kraliçe, Capton kadınları arasından bulunmazsa savaş üzerimize bir gölge gibi çökecek ve tüm insanlığın elflerin vahşi büyü gücü altında yok olmasına yol açacaktı. Kraliçeyi bulmak anlaşmayı tamamlayacak ve insanların güvenliğini bir asır daha koruma altına alacaktı. Ama eğer o kraliçe sensen kendini çoktan ölmüş sayabilirdin. Ben de dahil bütün şehrin diken üstünde olmasının nedeni kraliçenin yokluğuydu. Dükkânımın kapısının üstündeki çanın çınlaması işime verdiğim dikkatimi dağıttı.
“Kusura bakmayın, yalnızca acil durumlarla ilgileniyorum, bugün…” İçi kediotu kökü dolu ağır kavanozu tezgâhıma bırakırken donakaldım. Bakışlarım kabın yüzeyinden yansıyan tanıdık görüntüye takıldı – açık kahverengi saçlı, ceylan gözlü, ağır bir çanta taşıyan adama. Hızla başımı kaldırdım, şüphemde haklıydım. “Luke! Bu kadar erken bir saatte burada ne işin var?” Luke, bir Karaltı Muhafızı olarak genellikle giydiğinden daha geleneksel kıyafetler içindeydi. Koyu renkli pantolonu yeni ütülenmişti ve masmavi tuniğinde tek bir leke bile yoktu. Karaltı Muhafızları, şehrin dışındaki büyük dağın eteğinde bulunan tapınağa ve ormana göz kulak olurdu. Elflerle ilgilenmek ve Capton’da yaşayan insanların kazara Karaltı’dan –dünyamızı elfler diyarından ve vahşi büyüden ayıran bariyerden– geçmesini önlemek onların göreviydi. İşlerim hızla aklımdan uçup gitti. Tezgâhın arkasından çıkıp ona doğru ilerledim. Luke çantayı büyük bir gürültüyle yere indirip beni kollarına aldı. Sarılması, birbirini selamlayan sıradan arkadaşlarınkinden biraz daha uzun sürdü. Tutuşu gevşedi ama beni tamamen bırakmadı. Luke’un kolları belimdeydi ve ben ellerimi nereye koymam gerektiğinden emin değildim. En sonunda omuzlarında karar kıldım. Gerçi asıl durmalarını istediğim yer göğsüydü. “Seni görmeye geldim.” Elinin tersiyle yanağımı okşadı. Başımı geriye attım ve zorlukla yutkundum. Onu öpmek istiyordum. Bunu yapmayı en az altı aydır –muhtemelen daha uzun süredir– istiyordum. Soğuk bataklıkların derinliklerinde kışkökü bulmak için çıktığım yolculukta bana eşlik ettiğinde bundan emin olmuştum. Bana İnsan Kraliçe’nin yokluğunun, Karaltı Muhafızlarından biri olarak görevinin üç katına çıkmasına neden olacağını ve benimle eskisi kadar zaman geçirmesini engelleyeceğini söylediğinde bundan emin olmuştum.
Onu öpmeyi, öpüşmenin tam olarak ne anlama geldiğini bile bilmediğim zamanlardan beri istiyordum – ömürlük dostluğumuzun başlangıcında, ormanda oynayan küçük çocuklar olduğumuz zamandan beri. Ancak birini öpmek istediğini fark etmek her şeyi acı verici hâle getiriyordu. Onu yalnızca arkadaşım olarak görsem, bir meydan okumayla, sırf o an kafama estiği ya da o istediği için Luke’u defalarca öpebilirdim. Midem taklalar atmadan yanımda olmasının keyfini çıkarabilirdim.
Ancak bu istek her hareketimizi dayanılmaz hâle getiriyordu. Özellikle de onu öpememem yüzünden. Bunu yapmak acımasızlık olurdu… ikimiz için de. “Eh, beni gördün.” Nihayet ondan ayrılıp önlüğümü düzelttim. Yanımda o varken kendimle cebelleşiyordum. Geçen her saniye canımı yakıyordu. Beni tekrar kollarıyla sarmalamasını istiyordum. Ama bunu isteyemezdim. Bunu adım gibi biliyordum. Ona ayıracak vaktim yoktu, sorumluluklarım beni bekliyordu. Sadece arkadaşımken bile dikkatimi fazlasıyla dağıtıyordu. “Bugün Muhafızlarla meşgul olduğundan eminim, bu akşamki elf heyetinin gelişine hazırlanıyorsunuzdur. Ormana yarın gidebiliriz.” Yarının geleceğini varsayarsak tabii. “Seni şimdi götürmek istiyorum,” dedi yalnızca rüyalarımda duyabileceğimi sandığım bir tonla. “Ama ormandan daha ötesine gitmeye niyetliyim.” “Neden bahsediyorsun sen?” diye sordum, tezgâhın arkasına geri dönüp çeşitli kuru otları en değerli eşyalarımdan birine –gümüş çaydanlığıma– doldurmaya devam ederken.
Bu, Luke’un bana verdiği iki hediyeden biriydi. Çaydanlığı, anakaraya giden dar boğazın karşısında yer alan Lanton’daki bitkibilim eğitimimden mezun olduğumda armağan etmişti. Diğer hediyesiyse bana henüz küçük bir kızken verdiği ve o zamandan beri asla çıkarmadığım kolyeydi. İkisi de nefes kesiciydi. Ancak elflere özgü eşyalar genelde göz kamaştırıcı olurdu ve çok nadir bulunurlardı. Elf yapımı iki parçaya sahip olduğum gerçeğine dikkat çekmemek için kolyeyi genellikle gizli tutardım. Luke’un başının beni kayırdığı için derde girmesini istemiyordum.
“Seni kaçırmaya geldim.” Ayağının dibinde duran çantaya uzandı. “Yolculuk için gereken her şeyi hazırladım. Limanda bizi bekleyen bir tekne var.” Başımı sanki Luke’un sözlerini mantık çerçevesine sığdırmama yardım edecekmiş gibi iki yana salladım. “Yolculuk mu? Tekne mi?” “Tabii ki önce Lanton’dan başlayacağız. Okul günlerinden kalma arkadaşların vardır, değil mi? Rotamızı belirlerken belki eski dostlarından birinde kalabiliriz,” diye önerdi Luke umursamaz bir tavırla, sanki şehrin güneyindeki kayalıklara doğru bir gezintiye çıkmaktan bahsediyorduk. Ama gözlerini benimkilerden ayırmıyordu – söylediklerinde ciddi olduğunu böyle anladım. Dehşetin de korku gibi metalik bir tadı vardır. “Daha sonra kim bilir nereye gideriz. Uçsuz bucaksız güney çöllerini keşfetmek ilgini çeker mi? Ya da kuzeydeki Arduvaz Dağları’nı mı tercih edersin?”
Kendimi kahkaha atmaya zorladım. Keşke şaka yapıyormuş gibi davranabilseydim. “Senin içine ne kaçtı böyle? Öylece alıp başımızı gidemeyiz. Burada yerine getirmem gereken sorumluluklarım var – senin de öyle. Eğer ben çekip gidersem kırık kemikleri kim kaynatacak, yüksek ateşleri kim düşürecek ya da Zafiyet’i kim uzak tutacak?” Gerçi sonuncusu için benim bile elimden çok az şey geliyordu. Zafiyet, Capton halkına musallat olmuş salgın bir hastalıktı. Onunla savaşmak için tüm teşebbüslerimi her seferinde alaşağı ediyordu. “İşlerimiz yalnızca yaptığımız şeyler, onlardan ibaret değiliz. Bizi burada kalmaya zorlayan hiçbir şey yok. Sadece Karaltı Nehri sayesinde hayatına devam edebilen yaşlı kasabalılar gibi değiliz. Gidebiliriz. Bunu başarabiliriz.” “Söylediklerinde haklı olsan bile elfler bugün geliyor. Elf heyeti belediye binasına varmadan işimi bitirmeliyim, herkesi yüzüstü bırakamam. Bay Abbot’ın çayına, Emma’nınsa güçlendirici iksirine ihtiyacı var, yoksa kalbi…” “Luella, gitmemiz gerek.” Luke yaklaştı ve iki dirseğini de tezgâha yaslayıp bana doğru eğildi. Bakışları üst kata kayarken sesi bir fısıltıya dönüştü.
“Henüz uyanmadılar.” Annemle babamdan bahsediyordum. Odaları dükkânımın hemen üzerindeydi ve çalışarak geçirdiğim iki saat boyunca çıt bile çıkarmamışlardı. “Muhafızlar, İnsan Kraliçe’yi hâlâ bulamadı. Soydaki büyü bir süredir solmaktaydı zaten.” Eski kraliçe öldüğünde İnsan Kraliçe’nin gücünün bir diğerine geçtiği söylenirdi. Eğer eskisinin yerini alacak yeni bir kraliçe yoksa ne olacağını kimse bilmiyordu. Bu daha önce görülmemiş bir şeydi. “Muhafız arkadaşlarımdan bazıları yeni kraliçenin olmadığını söylüyor. Belki de büyü tükenmiştir. Bu da hâlâ fırsatımız varken buradan kaçmamız için gayet geçerli bir sebep.” Üç bin yıl önce elfler ve insanlar arasındaki antlaşma imzalandığından beri, istisnasız her yüzyılda bir Capton’dan bir İnsan Kraliçe seçilirdi. Taç giyecek kadını bulmak hiç zor olmamıştı; ne de olsa büyüsü olan tek insan oydu. Ama bu sefer, Capton’daki hiçbir genç kadın tek bir düşünceyle bir şeyi düzeltmemiş, çorak topraktan bitkiler yeşertmemiş ya da hiçbir hayvan ona bağlılık yemini etmemişti.
Şimdiyse, son İnsan Kraliçe’nin seçilmesinin üzerinden yüz bir yıl geçmişti ve kasaba bunun yüzünden ıstırap çekiyordu. “Eğer kraliçe burada değilse, gitmem daha da imkânsızlaşıyor demektir. Zafiyet tüm kasabaya yayılıyor. Yüz on yaşındaki gencecik insanlar bile hayatlarını kaybediyor. Hastalığı durdurmak için elimden gelen her şeyi yapmam gerek.” Ve eğer ufukta bir savaş varsa, şifacılara hiç olmadığı kadar çok ihtiyaç duyulacaktı. Ama bunu söylemeye dilim varmadı. Bu ihtimali aklıma bile getirmemeye çalışıyordum.
“Ortada bir kraliçe yoksa, hastalığı durdurmak için elinden hiçbir şey gelmez. Şehrin Karaltı’yla olan bağı zayıflıyor, bu da insanların ölmesine neden olacak. Ömürleri bu adanın ötesindeki insanlarınki kadar kısa olacak.” Luke elimi kavradı. “Elfler geliyor ve buna dair korkunç bir rüya gördüm. Lütfen, hemen şimdi gidelim.” “Luke,” dedim nazikçe, çenesini kaplayan altın renkli sakalları okşamak için öne eğilirken. Yüzünden hiç eksik olmayan kirli sakalı yeni bir detaydı. Uzatıyor mu yoksa sürekli bu boya kısaltıyor mu bilmiyordum. Hangisi olursa olsun, sanırım bundan hoşlanmıştım. “Hiç uyumamış gibi görünüyorsun. Ve seni bekleyen bu uzun gün yüzünden akılalmaz bir stres altındasın. Sana güçlendirici çay demleyeyim, daha sonra da gece uyumana yardımcı olacak bir şey hazırlarım.”
“Uyumadım çünkü savaş patlak vermeden kaçmamız için hazırlık yapıyordum.” Luke yaslandığı yerden kalktı ve eğilerek tezgâhın arka tarafına geçti. Köşeye sıkışmıştım –bir tarafımda tezgâh, diğer tarafımda ise bitkilerle dolu raflar uzanıyordu– Luke önümde duruyordu ve kaçacak yerim yoktu. “Seni götürmek, seni güvende tutmak istiyorum.” “Luke,” dedim ihtiyatla, sesim yalvarır gibiydi. Şaka yapıyormuş gibi davranmak istiyordum ama son derece ciddi olduğunun farkındaydım. “Öylece çekip gidemem.” “Evet, gidebilirsin, tabii ki yapabilirsin.” Ses tonu duraksamama neden oldu. Bana şu anki bakışları beni soluksuz bırakıyordu. Kendime nefes almayı hatırlatmam gerekti. “Seni götürüp seninle zaman geçirmek istiyorum, yalnızca seninle, Luella. Senin de bildiğine eminim… Seni uzun zamandır seviyorum.”
Ağzımı defalarca açıp geri kapadım. Evet, biliyordum. Ve ben de onu seviyordum. Onu bu ânın hayalini kuracak kadar seviyordum. Ama bu hayallerde iş önlüğümden daha güzel bir şey giyiyor ve leş gibi lavanta yağı kokmuyordum. Sessizliğim karşısında Luke’un yüzü düştü. “Ah, anlıyorum… Ben de belki hislerimiz karşılı–” “Ben de seni seviyorum.” Kelimeler dudaklarımdan dökülür dökülmez kendime geldim. Ayak parmaklarımdaki karıncalanma hissi kayboldu. Tüm bedenim attığım kahkahayla sarsıldı. “Seni çocukluğumdan beri seviyorum.” “O zaman benimle kaç, Luella.” Luke ellerimi tuttu. Başparmağı parmak eklemlerimi okşuyordu.
Ruhum bedenimden ayrılıp göğe yükselmiş gibiydi. Ancak ayaklarım hizmet etmeye ant içtiğim insanların topraklarının derinliklerine kök salmıştı. “Yapamayacağımı biliyorsun,” diye fısıldadım. “Ama beni seviyorsun.” “Seviyorum.” “Gidelim o zaman.” Ellerimi çekiştirdi.
“Yapamam.” Fikrimi değiştirmeyecektim. Luke’un yüz ifadesi daha önce hiç görmediğim bir hâl aldı. “Seninle gelmeyi istiyorum, Luke. Keşke seninle kaçabilsem. Ama öylece gidemem. Bu kasaba benim için çok şey yaptı; bana ihtiyaçları olduğunda burada olmalıyım.” Akademide geçirdiğim yılların masrafını ailem karşılayamadığında Capton halkı kendi cebinden ödemişti. Bana kalacak bir yer ve yiyecek sağlamışlardı. Alın teriyle zar zor kazanılmış her kuruşla her fırsatta bana destek olmuşlardı. “Ayrıca,” diye devam ettim daha yumuşak bir sesle. “Eğer İnsan Kraliçe bulunamazsa ve konsey elflerle bir anlaşmaya varamazsa, kaçabileceğimiz hiçbir yer kalmaz. İşler o noktaya gelirse tüm insanlık lanetlenmiş demektir. Burada halkımızla kalmayı ve karşımıza ne çıkarsa çıksın yüzleşmeyi tercih ederim.” “Bir yolunu buluruz,” diye ısrar etti Luke. Başımı iki yana salladım. “Eğer beni seviyorsan, beni gerçekten seviyorsan, tek ihtiyacın olan bu demektir. Aşkımız yeterli demektir.” “Ama…” Sözlerim yarıda kesildi. Luke geniş bir adımla aramızdaki mesafeyi kapattı. Bir kolunu belime doladı. Diğeriyse yanağımı avucunun içine aldı. Başımı yukarı kaldırırken ona karşı koymadım. Karşı koymak istemedim. Gözlerim kapanırken Luke’un dudakları benimkilerle buluştu. Dudaklarını çevreleyen kirli sakalı yüzüme batıyordu. Ama bunun neredeyse farkında bile değildim; tüm dikkatim onu öpmekteydi. Konu öpüşmek olduğunda dudaklarımı ne kadar hareket ettirsem fazla ya da az olurdu?
Bir anda kendimi, daha önce hiç öpüşmediğimi öğrendiklerinde akademideki çocuklara teslim olsaydım da “bana öpüşmeyi öğretmelerine” izin verseydim keşke diye düşünürken buldum. Bu ânı uzun zamandır bekliyordum. Bu dudakları uzun zamandır bekliyordum. Ne var ki… Luke geri çekilirken kendimi garip ve tatmin olmamış hissettim. Yaşananların hiçbiri tam olarak hayal ettiğim gibi olmamıştı. Mutluluktan havalara uçmamıştım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmıyordu. İçimde bir şeyler kopuk ve… üzgün gibiydi? Arkamızdaki kapıda duran biri hafifçe boğazını temizledi. Luke arkasını döndü. Bakışlarım annemin sırıtmaktan kısılmış, benimkilerle aynı ela tonundaki gözlerini bulduğunda yüzüm kıpkırmızı oldu. Çaydanlığım, bu utanç verici ve garip durumu daha da kötüleştirmek istercesine tıslamaya başladı ve hazırladığım uyku ilacı tezgâhın üzerine taştı. “Ah!” Ortalığı aceleyle temizlemeye başladım. Annem kahkaha atarak çaydanlığı ocaktan kaldırmama yardım etti. “Luke, seni görmek ne güzel; bu sabah kahvaltıya kalmak ister misin?” “Çok isterim.” Luke etkileyici bir şekilde gülümsedi. Midesini doldurma ihtiyacının aklını bu çılgın kaçma fikrinden uzaklaştıracağını umdum. Karnı doyduğunda daha mantıklı düşünecekti. “Yapacak işlerim var,” dedim bunu ikisine de gereksizce hatırlatarak. “Ve boş bir mideyle çalışmanın anlamı yok.” Annem –benimkiyle aynı parlak tondaki– kızıl saçlarının inatçı tutamlarını topuzuna geri sıkıştırdı. “Biraz mola ver, çalışkan kızım benim. Çörek ve haşlanmış yumurta yerken harcayacağın yirmi dakikada hayat falan kurtarmayacaksın.” “Çörekleriniz kulağa leziz geliyor, Bayan Torrnet.” “Bana Hannah de, Luke, bunu daha önce de söylemiştim.” Annem kıkırdadığında gözlerimi devirdim. “Hadi, ikiniz de üst kata gelin.”
Çörek tabağı masanın ortasında duruyordu – lavantalı ve portakallı. Capton adasında yetişen bitki çeşitliliği inanılmazdı. Sayıları o kadar fazlaydı ki bu kadar türü bir arada görmek imkânsız olmalıydı. Ancak adanın esas su kaynağı bizzat Karaltı’dan geliyor, bölgede imkânsızı mümkün kılıyordu. Babam masanın başına oturmuştu. Elindeki kâğıtlara bakarken gözlüğü burnunun ucunda duruyordu – bugün belediye binasının önünde yapılacak konuşmaları gözden geçirdiğine emindim. “Günaydın Luke,” dedi babam gözlerini kâğıtlardan ayırmadan. Luke yürümeye başladığımız zamanlardan beri bize gelirdi ve mutfağımızda annemin demir çaydanlığı ya da arka penceredeki saksılarda yetiştirdiğim bitki bahçem gibi bir demirbaştı. “Bugün seni gördüğüme şaşırdım.” Babam duraksadı. “Gerçi sanırım bugün Luella’ya ormana kadar eşlik ettiğin gün.” “Güneş tepeye ulaşmadan işimizi halledebiliriz diye düşündüm. Böylece Muhafız görevlerime geri dönebilirim,” dedi Luke saygıyla, oturup çöreklerden bir tane alırken. Şükürler olsun ki beni kaçırma girişimini dillendirmemişti. “Muhafızlar bu konu hakkında ne yapıyor?” diye sordu annem arkamda kızartma tavasıyla meşgul olduğu yerden. Mutfağımız yarısına kadar kumtaşıyla kaplıydı – denizcilerin deyimiyle, kadırga tipiydi. “Anne…” “İnsan Kraliçe’yi bulmak için elimizden geleni yapıyoruz,” dedi Luke sakince. “Eh, belki de bir İnsan Kraliçe olmaması gerekiyordur,” diye söylendi annem. “Hannah,” diye uyardı babam. “Bunun doğru olduğunu sen de biliyorsun, Oliver. Capton Konseyi de en az Muhafızlar kadar kötü.” Annem yumurtaları kaynayan sudan alırken sinirli görünüyordu.
“Ağız tadıyla bir kahvaltı edebilir miyiz lütfen?” diye rica ettim. Muhafızların, İnsan Kraliçe’yi bulmaya çalışırken daha agresif davranıp kasaba halkını sorgulamadıkları için Capton Konseyi’ni; konseyinse, İnsan Kraliçe’yi bulmaya yardımcı olabilecek elf yapımı yadigârları ve kayıtları daha fazla paylaşmadıkları için Muhafızları suçladığını duymaktan bıkmıştım.
Babam, Muhafızların sakladığı bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Luke’sa tam tersini iddia ediyor ve konseyin tapınakla yeterince bilgi paylaşmadığını söylüyordu. İkisi de kendi saflarında olmam için gözümün içinde bakıyordu ve onlara tek umursadığım şeyin bu adanın insanlarını sağlıklı tutmak olduğunu hatırlatmak tüm gücümü tüketiyordu – atışmaları beni hiç ilgilendirmiyordu. “Eğer ortada bir İnsan Kraliçe yoksa, elfler vahşi büyülerini etimizi kemiklerimizden ayırmak, bizi karanlık orman canavarlarına dönüştürmek, kanımızı kurutmak ve çok daha kötüleri için kullandığında insanlığı korkunç bir ölüm bekliyor demektir; sanırım hiçbirimiz bunu istemeyiz,” dedi babam sayfaları çevirirken. “Zaten ölüyoruz.” Annem yumurtaları tabağa yerleştirip masaya bıraktı. “Zafiyet’i biliyorsun. Kadın erkek herkes durdukları yerde bir anda yığılıyor. Anakaradaki sıradan bir insan gibi ölüyoruz.” “İnsan Kraliçe tahta çıktığında her şey yoluna girecek ve anlaşma tamamlanacak,” dedi babam. “Zafiyet diye bir şey kalmayacak.” “Bu doğru mu? Her şeyin normale döneceğinden kesinlikle emin miyiz?” Annem Luke’a döndü. “Anlaşmayı özetleyen metinler böyle söylüyor.” Luke yumurtalardan birini soymaya başladı. Annem iç çekerek bir çörek aldı ve bir lokma koparıp mırıldandı, “Bu İnsan Kraliçe olayından nefret etsem de, olması gereken buysa bırakalım olsun. Ama kalbim kızlarından koparılmış aileler için acı çekiyor…” Annem elimi sıktı. Yaşım kraliçe olmak için çok büyüktü – geçmişe bakıldığında kraliçeler büyü eğilimlerini on altı ya da on yedi yaşlarında sergilerdi. Ailemin bir şahin gibi gözlerini üzerimden bir saniye bile ayırmadığı o birkaç yılı anımsıyordum. Neyse ki bedenimde büyünün zerresi bile yoktu. “Kızının böyle bir nedenle evlendiğini görmek ne kötü.”
“Evlenmek demişken,” dedi Luke gelişigüzel bir tavırla. “Luella size bahsetti mi?” Annemle babam bana bir bakış attı. Gözlerim gergin bir biçimde ebeveynlerim ve Luke arasında gezindi. Luke’un neden bahsettiğine dair hiçbir fikrim yoktu. “Neden bahsetti mi?” diye soran babam oldu. “Luella benimle evlenmeyi kabul etti.”
iki
Aldığım bir yudum suyu öksürükler içinde fincanıma geri tükürdüm. “Luella, bunu bize söylemeliydin!” dedi annem heyecanla ve ellerini çırptı. “Bu harika bir haber!” “Biriyle flört etmeyi aklının ucundan bile geçmeyecek kadar dükkânınla meşgul olduğunu sanıyordum?” Babam kaşlarını kaldırdı. Bense ciğerlerim yerinden çıkacakmış gibi öksürmeye devam ediyordum. Hâlimi görünce sözlerine devam etti, “Sen iyi misin?” “Ah, ben…” Öksürdüm. “Özür dilerim, su genzime kaçtı.” Onunla evlenmek mi? Bunu ne zaman kabul etmiştim? Ah, doğru ya, etmemiştim. Luke’a yan yan baktım. Ağzı kulaklarındaydı. Kimseyle evlenemezdim. Bunu Luke’a söylemiştim. Sırf annemin arkadaşları işlerime burunlarını sokmayı bıraksınlar diye herkese söylemiştim. Evlenmeye ayıracak zamanım yoktu. Luke’la aramızda olan bu şey her neyse, ona ayıracak zamanım bile yoktu. Evlilik fikrini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. On dokuz yıllık hayatımın her ânında, kaderimin bir erkekle değil de ağaçlarla, otlarla ve görevimle evlenmek olduğunun farkındaydım. Mutlu olmam –hatta hayatımdan tatmin olmam– için yalnızca bunlar yeterliydi. Ama evlilik? Annelik? Eşlik vazifeleri?
Dikkatimi vermem gereken daha önemli mevzular vardı… insanları hayatta tutmak gibi. Ayağa kalkıp konuşmaya başladım, “Anne, baba, bize müsaade edin lütfen. Belediye binasındaki toplantı başlamadan önce halletmem gereken bir sürü işim var ve Luke’u kendi sorumluluklarından alıkoymak istemiyorum.” İğneleyici bakışlarım Luke’un gözlerini buldu. “Ormana doğru yola çıkalım mı?” “Tabii, biz masayı toplarız; siz gidip keyfinize bakın.” Annemin yüzünde güller açarken babam bana bilmiş, ihtiyatlı bakışlar atıyordu. Kahvaltıyı hazırlamışken masayı da annemle babama toplatmak kendimi kötü hissetmeme neden oldu ama evden kaçmam gerekiyordu. Luke’la konuşup bu evlilik işini çözmeliydim. Onu neredeyse sürükleyerek aşağı kata, dükkânıma indirdim ve hâlâ kapının yanında duran aptal çantasını geçerek dışarıdaki serin Capton sabahına çıktık. “Bu da neyin nesiydi?” Caddeye çıkarken hızla ona döndüm. “Evlenmek mi?” “Beni sevdiğini söyledin.” “Bu konuda pek tecrübeli olmayabilirim ama ‘seni seviyorum’ demenin ‘seninle evleneceğim’ demekle aynı şey olmadığını biliyorum.” Luke yüzünde beliren nazik gülümsemeyle başını eğdi ve ellerini omuzlarıma koydu. “En başından beri istediğin şey bu değil miydi?” “Ne?” “Sen ve ben, ikimiz beraber. Birbirimizi seviyoruz, Luella, hem de yıllardır. Evlenmek için daha mükemmel birini bulamazsın.” “Kastettiğim şey bu değil,” diye mırıldandım. Kolunu benimkine geçirdi ve bizi şehrin yerleşim bölgesindeki kumtaşından evlerle çevrili yoldan aşağı doğru götürmeye başladı. “Kendini kısıtlamayı ve işini tüm hayatın hâline getirmeyi bırakmalısın.”
“İşim beni mutlu ediyor.” “Ben seni mutlu etmiyor muyum?” “Evet ama…” Burnumun ucunu öperek beni susturdu. “O zaman ihtiyacın olan tek şey benim. Baban nikâhımızı kıyabilir…” Luke caddeden aşağı inip de, okyanusa bakan uçurum tepelerinde tembelce kıvrılan taş bir yola açılan dar merdivenleri çıktığımız süre boyunca ipek, çiçekler ve kadeh kaldırma seremonileri hakkında gevezelik edip durdu. Uzaklarda, bir şelale hâlini alıp dalgalı denize dökülen bir nehir uzanıyordu. Tıpkı gittiğimiz orman gibi, bu nehrin görkemli mavi suları da Muhafızların koruması altındaydı. Küçük adamız anakaranın hemen açıklarında ve Lanton’ın karşısında yer alıyordu. Adanın tek korunaklı koyunda ise yalnız Capton kasabası vardı. Dağ ve deniz arasındaki bu dar şeritte sıkışmış vaziyette büyümüştüm. Sık ve budaklı sekoya ormanı, tepemizde uzanan büyük dağın eteğinden şehre kadar iner, tapınaksa bu ikisi arasında bir köprü gibi kıvrılırdı. Capton tarihçileri tapınağın uzun zaman önce, büyük savaş anlaşmayla sonuçlanmadan inşa edildiğini söylüyordu. Ama bu kadar eski bir şeyin nasıl hâlâ ayakta olduğunu aklım almıyordu. Muhtemelen ilk Muhafızlardan biri tapınağı birliğinin barınması için inşa etmişti. Tapınağın yanından sıra sıra kemerlerle donatılmış gösterişsiz bir yol kıvrıla kıvrıla uzanıyordu. Bu yolda hiç yürümemiştim. Yanımda bana eşlik eden bir Muhafız olsa bile bunu yapmam yasaktı. Yol yalnızca İnsan Kraliçe ve elfler içindi. Luke yolun dağın eteklerindeki ormanın en karanlık kısımlarına kadar uzandığını söylerdi. İnsan dünyasını ve vahşi büyüyü ayıran Karaltı’ya uzanan yol buydu.
Capton ikisinin arasında bir yerlerdeydi, en azından ben öyle olduğunu düşünüyordum. “İnsan tarafı”nda duruyordu, Karaltı’nın “büyülü olmayan tarafı”nda. Ancak Karaltı’ya yakınlığımız ve adayı yarıp geçen nehir topraklarımıza büyük bir yaban hayatı çeşitliliği, insanlarımızaysa çok uzun bir ömür veriyordu. Bu faydaların bedeliyse İnsan Kraliçe’ydi. Anlaşmayı onurlandırmak için her yüzyılda bir insanlarımızın birinden vazgeçiyorduk. Capton’ın insanlık uğruna taşıdığı yük buydu.
Bir kez daha Karaltı’nın nasıl göründüğünü merak ettim. Önünde duracak olsam, insanlığı ve vahşi büyüyü ayıran sınırda olduğumu anlar mıydım? Hava bir yaz fırtınasından önce olduğu gibi cızırdıyor muydu? Dağdaki uçurumlarda esen, uğuldayan rüzgârlar gibi beni sarsar mıydı? Yoksa tıpkı halk hikâyelerinin söylediği gibi sınırı ruhum bile duymadan geçer ve sonsuza kadar kayıp mı olurdum? Bu tür düşünceler tehlikeliydi ve hepsini zihnimden kovdum. Karaltı’nın etrafında şekillenmiş gizemlerin sonu yoktu. Ama bir şeyden emindik: Karaltı’nın ötesine geçip canlı vaziyette geri dönen tek insan, kraliçeydi. “Ne oldu?” diye sordu Luke. “Bir şey yok.” “Söylediklerimi dinliyor muydun?” “Tabii ki dinliyordum. “Ne dedim peki?” “Iıı…” Luke kıkırdayıp öne eğildi. Yüzüme düşmüş bir tutam saçı nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırırken parmak uçları şakaklarımı okşadı. Onu öpmüştüm, ona onu sevdiğimi söylemiştim, bir şekilde onunla nişanlanmıştım ama yine de yüzümün kızarmasına engel olamadım.
“Yeniden uzatmalısın.” Gözleri saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığı noktaya odaklanmıştı. Parmakları orada takılı kalırken ürpermemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. “Uzunken daha çok hoşuma gidiyordu.” “Bitki toplarken çalı çırpıya takılıyordu,” diye açıkladım özür dilermiş gibi. Gerçi ne için özür dilediğimi bilmiyordum. Saçlarımı akademide geçirdiğim yıllarda neden kestiğimi biliyordu.
“Belki evliliğimiz için uzatırsın.” “Tabii…” “Aklında ne vardı, doğru söyle?” diye sordu ormanın sınırına vardığımızda. Sekoyaların dibinde yetişen küçük çiçekleri toplamaya başladım – onlara sabahyıldızı derdim çünkü şafak vaktinde açarlardı. Bedeni ve zihni güçlendirmeye yarıyorlardı, onları Emma ve Bay Abbot için kullanıyordum. Küçük bir çocukken bu çiçeklerin yalnızca benim için büyüdüklerini sanırdım. Ama o zamanlar tüm orman daha hayat dolu görünürdü. Doğa hâlâ canlıydı ama donuk, sessiz bir biçimde. Artan yaşım ve geçen zamanla, hayali bir arkadaşımı kaybetmiştim. “Luella? Ne düşünüyordun?” diye sorusunu tekrarladı Luke, sesinde hafif bir endişe vardı. Ona bu nişan fikrinin bende ayakkabılarına kusma isteği uyandırdığını açık açık söyleyebilmeyi diledim. Onu önemsediğimi – sevdiğimi– ama Capton halkına daima yanlarında olacağıma, onlara hizmet edeceğime dair yemin ettiğimi ve bunun benim için daima her şeyden önce geleceğini söyleyebilmeyi diledim. Belki de sadece içine ne kaçtığını bana açıklamasını istiyordum. “Çocukken ormanın fazla derinliklerine daldığımızda gördüğümüz o kurdu düşünüyordum.” Karanlığın ve gölgenin iriyarı bir canavarıydı, ormanın derinliklerindeki havanın doğal olmayan ağırlığını bıçak gibi kesen parlak sarı gözlere sahipti. Şimdi o gözleri hayal ederek ağaçların arasına baktım. Garip bir şekilde o gün korkmamıştım – gerçi sonrasında Luke’a ondan daha çok korktuğumu söylemiştim. Benden daha çok korkmuş olduğunu bilmeyi kolay hazmedemezdi. Canavarın gözlerinin ardında bilgi saklıydı. Bilgi ve sırlar. Daima öğrenmenin eşiğinde olduğumu hissettiğim ama bir türlü elime geçiremediğim sırlar.
“Ben yanında olduğum müddetçe ne insan ne hayvan, hiçbir şey sana zarar veremez.” Luke yanıma çömelip elini enseme yer…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıElf Kralı ile Anlaşma
- Sayfa Sayısı392
- YazarElise Kova
- ÇevirmenOnat Özyılmaz
- ISBN9786258387445
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Limon Ağacı ~ Sandy Tolan
Limon Ağacı
Sandy Tolan
1967 yılının yaz aylarında, Altı Gün Savaşı’ndan uzak olmayan bir tarihte, genç bir Filistinli adam ve iki arkadaşı İsrail’in Ramla kasabasına giderler. Onlar kuzendir ve yaklaşık yirmi yıl önce ailelerinin terk etmek zorunda kaldığı, çocukluklarının geçtiği evi görmek isterler.
- Sindirella Anlaşması ~ Sarah Strohmeyer
Sindirella Anlaşması
Sarah Strohmeyer
Nola’nın en büyük hayali çalıştığı dergide köşe yazarı olmaktır. Fazla kiloları yüzünden bu isteği reddedilince Nola hayali bir karakter yaratmak zorunda kalır: Belinda Apple!...
- Julia Teyze ~ Mario Vargas Llosa
Julia Teyze
Mario Vargas Llosa
Julia Teyze’yi de aynı gün öğle yemeğinde ilk kez görmüştüm. Lucho Amcamın karısının kız kardeşiydi ve önceki gün akşam Bolivya’dan gelmişti. Kocasından yeni boşanmış...