Siyasete bulaşmış, 1946 yılında Demokrat Parti Yozgat Şubesi müteşebbis heyeti kurucularından olan yazarın, anılarından yola çıkarak kaleme aldığı nefis bir kara mizah… 1954 ve 1957 seçimlerinde Zağcıoğlu köyünün genel durumunu, köylünün politikacılara bakışını, politikacılarla köy halkının karşılıklı beklentilerini anlatır. Güçlü ve zayıf yönleriyle insanımız, kurnazlık, uyanıklık ve acımasızlıklarıyla politik geleneklerimiz…
BİRİNCİ BÖLÜM
14 MAYIS 1950 46’da başlayan demokratik hareket; Şemsettin Günaltay’ın namuslu hükümetiyle, her türlü kuşkudan uzak yapılan bir seçim ve Demokrat Partinin ezici bir çoğunlukla iktidara gelişi… İl merkezlerinde, kasabalarda davul zurna şenliği var. Halk DP binalarına koşuyor; birbirini kutlayan kutlayana… Köylülerde şüpheli bir şaşkınlık var. Aslında DP’nin büyük çoğunlukla iktidara gelişi onların oyuyla gerçekleşmişti. Türlü türlü sesler geliyor sağdan soldan: Kimi köylü, büyük arazi sahiplerinin tarlalarına çift koşuyor; kimi il, ilçe kadrosunda yer alanlar kâtiplik istiyor, memurluk istiyor; kimileri de köye dönük oluşum hayalleri içinde biçerdöver istiyorlar, traktör istiyorlar. 950’den önce Marşal planı gereğince; Türkiye’de traktör ve biçerdöverler 950 arifesinde boylarını, endamlarını göstermişlerdi. Çok kısıtlı idiler, kapanın elinde kalmıyordu. 928’lerde, Atatürk’ün köylüyü karasabandan kurtarmak için, İngiltere’den ithal edilen, demir tekerlekli Fordson traktörleri 929’un ekonomik buhranı içinde ekonomik olmaktan çıkmış; çoğu, beş yüz dönüm arazisi olanlara tahsis edilen bu traktörler çiftlik damlarının çatıları altında çürümeye terk edilmişti. Yine iş karasabana dönmüştü. Atı olan köylüler, teklemeli de olsa karasabandan pulluğa geçmişlerdi. Benim yaşadığım Yozgat ilinde motorlu tarım çoktan susmuştu. Çiftçinin alın teri, el emeğinin günlüğü beş kuruşa gelmiyordu. 929 dünya ekonomik bunalımı Türk köylüsünün yakasını bırakmamıştı.
923 doğumluyum. 931, 32, 33 yıllarını şimdi de çok iyi anımsıyorum. Yozgat ve babamın kaldığı Yerköy istasyonunda buğdayın kilosu üç üç buçuk kuruştan muamele görüyordu. O zaman Çiçekdağı bölgesinde yerleşmiş Kürtler davarcılıkla uğraşırlardı; ekmeyi, biçmeyi bilmezlerdi. Günü değil, ama söyleyeyim: Bir Türk Kürt davası akıllardan bile geçmezdi. Bizimkiler; bir Kürt kızını, bir Çerkez kızını, bir Türk kızına tercih ederlerdi. Benim anamın anası, ninem şöyle ortaya bir laf atar: Benim ninem Kürt kızıymış, bir bölük Kürt yaylaya çıkınca dip dedem yayladaki Kürtlerin bir kızına âşık olmuş. Bizimkiler öyle yapmışlar, böyle yapmışlar ve dip dedeme Kürt kızını almışlar. Kürtler, koyun kadar tiftik keçiye de değer verirlerdi. Çuvallar içinde tiftiklerini satışa sunarlardı. Babamın on yedi kuruşa tiftik aldığını anımsıyorum.
* * *
Yıl 951, Sekili köyü. DP’nin eli çiftçiye cömertçe açılmış; ova köylerinde traktörler cirit oynamaya başlamış. O günlerde, sekiz dokuz bin lira olan bir traktörü Zirai Donatımdan almak, arzuhalciye vereceğin iki buçuk lira ücretle olanaklı… Sekili köyünden beş on aklı evvel de; Yerköy’e gidip, istidacı ücretiyle traktörü, vagoneti alıp, geçici bir şoför aracılığıyla köye getirip, bayramlar düzenlediler. Kısıtlı tarlalarını Maliye’nin arazisiyle büyüttüler. Oysa bir yıl önce öküzleriyle bir iki saat tarlasını sürüp, sıtma nöbetine tutulup, hasta, perişan köye dönenler şahan kesildiler. Yağmurun gayretiyle iyi bir hasat kaldıran traktör sahipleri, ofisin önüne, sıra sıra kamyonetlerini çektiler. Bunlardan biri de İbo’nun Hasan’dı. Ofise götürdüğü kamyonetteki buğdayın üstüne bağdaş kurmuş, oğlunun sürdüğü traktörün sesini kestirip, köylüye doğru sigarasını üfüre üfüre bağırıyordu: Ey gomşular! (Avucuna aldığı buğdayı göstererek) Bunu bir Allah verir, bir de Celal Bayar! Bunu Allah mı, Celal Bayar mı verirdi?.. 953’te, borçların ödeme ayları gelince; İbo’nun Hasan, köylünün boşluğuna bağırarak, dert yanıp göstermeye başladı: Gelsin alsın kerhaneciler traktörlerini, arabalarını! Maslahatımdan başka onlara verecek hiçbir şeyim yok!..
* * *
Zağcıoğlu Köyü Yozgat’ın güneş doğan tarafındadır. 1320 metrelik yüksekliğinden sonra; ayakları kesen bir yokuş, bir yalan düzlük ve hafif bir inişle, burnu tepeli bir vadinin iki yanına dağılmış, evleri küçük bahçeli, otuz kırk haneli bir köyü görürsünüz. Güney yamacındaki tepede belki yüzyılları tüketmiş yüzlerce ahlat ağacı vardır. Anadolu’yu çöl eden bu insanların bu ahlat ağaçlarını kesmediğine, yok etmediklerine şaşar kalırdınız. Birine sordum: Bu ahlatlar nasıl kalmış? Yanıt verdi: Efendi Ağa, dedi, o ahlatlık bizim canımız ciğerimiz… Altında bir ot biter ki adam boyu; ineğimiz de, koyunumuz da, davarımız da sabah girerler içine akşam çıkarlar, mübarek ot bitmez bir türlü… Başlayacağımız öykünün daha öncesinde biliyordum ben bunu. Sonra da bir iki köylü seramik parçaları getirdiler. Ne yazık şimdi elimde yok. Pipo kısmı dipdiri duran, içinde küller olan, ağız bölümleri kırılmış üç dört tane pipo getirdiler bana. Tümüyle Roma devrinden kalan, usta bir seramikçinin elinden çıkan bir yapıttı bunlar. O zaman Allah’ın belâsı tütün Amerika’dan Avrupa’ya sıçramadığına göre 1500 yıl önce bu pipolara ne koyup ne içiyorlardı?.. Kim ne derse desin, insanın içkiyle olan ilişiği türlü şekillerde süregelmiş süre gidecektir.
* * *
İlk akşam yavaş yavaş köyün serinliğine iniyordu. İkindi namazını kılmış üç beş kişi caminin güneş tutan yönüne sırtlarını dayayıp çömeldiler. Avara köylünün toplantı yeri, meşveret yeriydi cami duvarları. Üşüdükleri gün; güneş tutan bölümüne çömelirler, sıcak günlerde de gölge duvarı yeğlerlerdi. Ne konuşulur, kendileri de bilmezlerdi. Ama ortadan, genellikle fakirlikten, sefaletten söz açar: “Ne olacak halimiz bizim?” diye taşı elden ele atarlardı. Sonra ağır ağır dağılırlardı. Bir başka dağılma daha olurdu: Hoca, minaresiz caminin kapısı önünde “Allahuekber”i çekmeden önce duvar diplerindekilerden tedirgin olduğu anlaşılan beş on kişi bir bahane uydurarak kaçı kaçıverirlerdi. Daha doğrusu sıvışıverirlerdi: Ula, karığa su tuttuydum; gevezeliğe girip unuttum. Varayım gideyim, suyu başka karığa aktarayım. Ula, bizim garibin hastalığını unuttum; kendimi burada gevezeliğe tuttum. Bir gripin bile bulamazsın gâvurun köyünde. İki saatlik şehre yayan yapıldak koşacaksın. Aha ben gidiyorum! Ve türlü bahaneler, homurdanmalar ve cami duvarı meşveretinin bitişi… Ula, bizim eşek de hasta. Kalkmayı canı istemiyor. Önüne attığım ota burun ucuyla bile bakmıyor. Heç yoksa suyunu tazeleyeyim.
Benim de karı hasta. Pis pis öksürüyor, kepenekli davara döndü. Ona bir çay yapayım da sıcak sıcak içsin.. Oğuldan, evlâttan hayır yok! Gene iş bize düşüyor ne sağlandı kurtuldu, ne öldü kurtuldu… Allah bir adamın yazısını kara yazmasın, çek babam çek!.. Biz sanki sap kağnısı öküzüyüz… Namaz sonrası, köylüler sağdan soldan biti bitiverdiler. Cami duvarının diplerindeki yerlerine çömeldiler. Diğer günlere göre heyecanlı idiler. Yarın 954 Genel Milletvekili Seçimleri yapılacaktı. Bir aydan bu yana dirlikleri bozulmuştu. Yok, dirlikleri bozulmamış; Halk Partisinin, Demokrat Partinin, Millet Partisinin böyük böyük adamları köylerini şereflendirmiş, kendilerini adam yerine koymuşlardı. Garip bir haz duyuyorlardı yüreklerinde: “Demek bizim ireyler de melmeketi kurtaracaklar… Bizim ireyle melmeket kurtulacaksa canla baş üstüne!” Her partiliyi dinleyip: “Evet, evet oyumuz sizin” deyip gelenleri uğurlamışlardı. Onlar gidince aralarında meşverete geçiyorlardı. Meşveret yine cami duvarı serinliğinde sürüyordu. Partililerin ayağının kesildiği bir gün muhtar söze girdi: Gomşular! dedi. Şu Demirgıratlık nerden çıktı bilemem? Köy ehalisi içinde bir bilen varsa ortaya çıksın! 50’de gelip gittiler. İreylerimizi Ali’ye verdik, Veli’ye verdik… Demirgırat melmeketi, hökümeti teslim aldı. El elde, baş başta… Demirgırat kaza ireyisiyle görüştüm. Aha ocak ireisi de burda! Birlik gittik: Gurban olduğumuz ireis, dedik, şehre iki saatlik yolda ne yolumuz var, ne belimiz; ne çeşmemiz var, ne pınarımız. Nerde ise derenin suyunu içiyor köy cümlesiyle… Işığımız yok, radyomuz yok. Gaz yağı lambasının esiriyiz, kuluyuz. Arada haber gelir köye: Danişmen köyüne böyük böyük adamlar gelmiş: “Sizin yolunuzu yapacağız, suyunuzu getireceğiz. Emme, tüm bir ireyinizi Demirgırat’a vermek gavliyle, üçten dokuza
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıEl Eli Yur, El de Yüzü
- Sayfa Sayısı187
- YazarAbbas Sayar
- ISBN9789754374308
- Boyutlar, Kapak12 cm x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Perina (Özel Baskı) ~ Naşide Gökbudak
Perina (Özel Baskı)
Naşide Gökbudak
Albay başını önüne eğmiş düşünüyordu, aniden atıldı. “Çok üzgünüm Mihail! Kızını kaybettiğin için cidden üzgünüm. Ne olur ölüm haberini evdekilere duyurmadan birazcık daha düşün!...
- Zafer Rüzgarları ~ Ahmet Yılmaz Boyunağa
Zafer Rüzgarları
Ahmet Yılmaz Boyunağa
Bugün dahi, dalgalarıyla, bütün Akdeniz kıyıları, şanlı şehit ve gazilerin yiğitliklerini sahilden sahile fısıltılarla anlatır… Genç yaşta levent olan ve Akdeniz′de Haçlıların korkulu rüyası...
- Afedersin Hayat ~ Ahmet Günbay Yıldız
Afedersin Hayat
Ahmet Günbay Yıldız
Kavramlar sahi bu kadar ikiyüzlü müydü? Yoksa, istediğimiz gibi yorumlayışımız mıydı onları özünden koparıp birer karmaşa haline getiren? Bilmiyorum doğrusu. Bildğim tek şey, işimize...