Evvel zaman içinde, “Yaşam bir tavakekidir,” demiş bir Peynir Generali. Bazen tuzlu bazense tatlı… Oysa asıl önemli olan, tadı nasıl olursa olsun bu tavakekinin değerini bilmekmiş aslında…
Muhalif kişiliğiyle tanınan 12 yaşındaki Ekşilina’nın dünyası bir anda başına yıkılır. Ekşimistan adını verdiği dört odalı evlerinde, seksen dört saksı bitkisi ile mutlu bir yaşam sürdüren Ekşilina’nın annesi ve babası ayrılıyordur. Kahramanımız, dünyanın en uzun kahvaltı sofralarının kurulduğu, her masanın altında günün birinde ünlü olacak genç bir sanatçının (Ekşilina!) gizli resimlerinin keşfedilmeyi beklediği bu evden, yani krallığından ayrılmak zorundadır. Hanginiz kurulu düzeninden, alıştığı hayattan ve sevdiği ortamdan ayrılmak ister ki? Şehrin diğer ucunda mini minnacık plastik bir eve taşınmak, tuhaf bir okula kaydolmak veya sinir bozucu sınıf arkadaşlarıyla aynı havayı solumak kimin umurunda! Ekşilina, tüm bunların üstesinden gelip ait olduğu yere, yani Ekşimistan’a geri dönüp krallığını yeniden fethetmeye karar verdi bir kere…
Alman Gençlik Edebiyatı Ödüllü yazar Finn-Ole Heinrich ile çizer Rán Flygenring’in ince bir mizahi üslupla hayat verdikleri Ekşilina-Yıkık Dökük Krallığım, çekirdek aile yaşantısındaki ani değişiklikler, duygularla başa çıkma, ayrılık ve hastalık gibi çocuklar üzerinde derin izler bırakan hassas konuları ustalıkla ele alan çarpıcı bir kitap.
Ekşilina’nın hayret verici maceralarının ilkinde, dostumuzun yıkık dökük krallığına geri kavuşmasını izlerken (okurken!) dumanı üzerinde tüten koca bir kupa dolusu sıcak çikolata içmeye ne dersiniz?..
Dünyanın en uzun
kahvaltı sofrası:
Bir zamanlar, her şeyimiz vardı. Dördüncü katta bir dairemiz vardı, onun hemen üzerindeyse karanlık ve biraz ürkütücü bir tavan arası; toz, gün boyu güneş ışınları arasında, geceleriyse güvercinlerle farelerin, hayaletlerle canavarların “burada neyin kime ait ve asıl patronun kim olduğu” üzerine kavga ettiği karanlığın ortasında dans ederdi. Uyuyamadığımda küçük adımlara, hışır hışır sürünme seslerine, kuğurtulara, kanat çırpıp havalanmalara ve konmalara, tıkırtılara ve tak tak vurmalara, itişip kakışmalara, kıpırdanmalara ve telaşa, sonra da tozun sessizliğine kulak kabartırdım.
Dört odamız vardı ve benimkisi en büyüğüydü, çünkü en küçüğümüz bendim ve büyümek için en fazla yere benim ihtiyacım vardı, öyle ya. Eskimiş tahtaları arasındaki obur oyuklarıyla, gıcırdayan döşemelerimiz vardı; o oyuklara toplu iğneler, ekmek kırıntıları, tırnaklar, kuru üzümler ve binlerce küçük taş düşer, sindirildikten sonra tüy ve toz topakları olarak yeniden dışarı tükürülürdü. Seksen dört saksı bitkimiz vardı, duvarları resimlerle ve yetiştirdiğimiz çileklerle kaplı bir balkonumuz ve her masanın altında da günün birinde ünlü olacak genç bir sanatçının (BENİM!) gizli resimleri. Hafta sonları çuval gibi rahat giysiler giyer, dünyanın en uzun sofrasında kahvaltı ederdik. Açık kitaplar ve buruşmuş gazeteler kalorifer peteklerinin üzerinde, pencere pervazlarında, dolaplarda ve çekmecelerde, mutlaka yerde, bütün masaların üzerinde ve tuvalet klozetinin çevresinde dağınık halde dururdu. Çünkü Bir zamanlar, her şeyimiz vardı. Dördüncü katta bir dairemiz vardı, onun hemen üannem yatarken, otururken ya da ayakta dururken hep okur, hatta bazen yürürken ve nadiren de bisiklete binerken, hele işinde neredeyse hiç ara vermeden okur. Neyse ki bir inşaatta ya da çiftlikte değil, muhteşem güzellikteki küçük bir kitapçıda çalışıyor. Ahşap kirişlerimiz ve büyüdüğümü görünür kılmak için kapı pervazlarına attığımız çentiklerimiz vardı. Bir gün sanatçı olacağını çok önceden bilen, ama sanat eserlerini anne babasından saklaması gerektiğini o kadar da önceden kestiremeyen bir kıza (BANA!) ait, duvar kâğıtları üzerine çizili, rengârenk mağara resimlerimiz vardı. Yağ bağlamış elektrik düğmelerimiz ve meyvelere yapışan mini minnacık sineklerimiz; bir langırt masamız ve yakamızdan düşmek bilmeyen, karşımıza geçip tombul elleriyle ayak parmaklarının arasını kaşıyan, sıkıcı komşularımız vardı. Üçümüzün de lüleleri vardı, hatta benimkiler kızıldı, ta ki annem hepimizin lülelerini kesinceye kadar. Önce benimkiler gitti: Ne zaman saçım taransa karnı ağrıyan bir suaygırı gibi böğürdüğüm için.
Sonra kendisininkiler: Lülesi olmayan tek kişi olmayayım diye. En son da adamınkiler: Lüleleri olan tek kişi olmasın diye.erindeyse karanlık ve biraz ürkütücü bir tavan arası; toz, gün boyu güneş ışınları arasında, geceleriyse güvercinlerle farelerin, hayaletlerle canavarların “burada neyin kime ait ve asıl patronun kim olduğu” üzerine kavga ettiği karanlığın ortasında dans ederdi. Uyuyamadığımda küçük adımlara, hışır hışır sürünme seslerine, kuğurtulara, kanat çırpıp havalanmalara ve konmalara, tıkırtılara ve tak tak vurmalara, itişip kakışmalara, kıpırdanmalara ve telaşa, sonra da tozun sessizliğine kulak kabartırdım. Dört odamız vardı ve benimkisi en büyüğüydü, çünkü en küçüğümüz bendim ve büyümek için en fazla yere benim ihtiyacım vardı, öyle ya.
Eskimiş tahtaları arasındaki obur oyuklarıyla, gıcırdayan döşemelerimiz vardı; o oyuklara toplu iğneler, ekmek kırıntıları, tırnaklar, kuru üzümler ve binlerce küçük taş düşer, sindirildikten sonra tüy ve toz topakları olarak yeniden dışarı tükürülürdü. Seksen dört saksı bitkimiz vardı, duvarları resimlerle ve yetiştirdiğimiz çileklerle kaplı bir balkonumuz ve her masanın altında da günün birinde ünlü olacak genç bir sanatçının (BENİM!) gizli resimleri. Hafta sonları çuval gibi rahat giysiler giyer, dünyanın en uzun sofrasında kahvaltı ederdik.
Açık kitaplar ve buruşmuş gazeteler kalorifer peteklerinin üzerinde, pencere pervazlarında, dolaplarda ve çekmecelerde, mutlaka yerde, bütün masaların üzerinde ve tuvalet klozetinin çevresinde dağınık halde dururdu. Çünkü Bana binlerce ad koymuştuk ve yarışmayı Ekşilina kazanmıştı, çünkü hem asıl adım olan Paulina’yla uyumluydu, hem de ekşimikliği sanat seviyesine yükselttiğim için bana yakışıyordu. Ekşimiklik yalnızca surat asmak, mızıkçılık etmek değildir, ekşimiklik yaşama karşı bir duruştur; bu konuya daha sonra döneceğim. Kahve makinesinin yanındaki buzdolabının üzerinde çiğnenmiş çikletlerden bir heykelimiz vardı, yabandomuzu tüyünden bir paspasımız ve sümüklerimiz için (yatağın arkasında) bir zulamız. Bir de bazen rüzgârın huzur veren ıslığını içeri sızdıran iyi yalıtılmamış eski pencerelerin önünde, alevleri oynaşırken gölgeleri dans ettiren mumlarımız vardı.
Toplu iğne
kırıntı
tırnak ve
kuru üzüm
küçük taşlar
Yabandomuzu
tüyünden paspas
Sarı ampullerimiz vardı ve sabahları mutfak masasının arkasındaki büyük mavi beyaz koltukta ünlü bir jimnastikçinin (BENİM!) yaptığı büyüleyici jimnastik gösterilerimiz vardı. Koltuğun üzerinde siyah beyaz bir zebra dururdu. Yaşlı bir zebraydı, hepimizden daha yaşlı; koltuğun mavi beyaz kolçağında uzanır, oradan yapış yapış, ağır ahşap masamıza sakin sakin bakardı. Pek fazla bir şey yapmazdı, ama bu rengârenk curcunanın ortasında kendisine ait bir yerinin olması ona yeter de artardı bile. Bağırış çağırışlı ve kapı çarpmalı kavgalarımız, bangır bangır dinlediğimiz sonu gelmeyen radyo tiyatrolarımız ile gözyaşlarımız; bir de öfkemiz vardı, daha o zamandan.
Lastik çizmelerimiz ve çamurumuz ve Lenny ile Roy adında iki kaplumbağamız vardı… Tamam tamam, onlar hâlâ var, çünkü kaplumbağalar dayanıklı yaratıklar; üstelik de miskinler, hiçbir şey için rahatlarını bozmazlar ve bu yüzden su kadar yaşlanabilirler, yani neredeyse. Bir bahçıvanı (BEN!), bir patronu (BEN!) ve bir sirk yöneticisi (BEN!) olan bir avlumuz vardı. Bahçemi bazen başkaları; komşularımız ya da annemle babamın arkadaşları ya da tabii ki benimle bu sokakta, bu krallıkta, bu ekşikrallıkta oturan dostlarım Julius, Bart, Luise, Mona ve Pit ziyaret ederdi.
Çiçek bahçemiz ve ceviz ağacımız ve armut ağacımız ve arsız bir böğürtlen çitimiz, bir mağaramız, daha doğrusu bir ekşimağaramız vardı. Başlangıçta bir çukurdu, sonra o çukur bir oyuk oldu, sonra o oyuğun bir tüneli oldu, o tünel çöktü ve bir ekşimağarauzmanı (BEN!) günler süren yorucu çalışmadan sonra, bir ekşiköstebekyavrusu ekşiköstebek mağarasında nasıl kıvrılıp yatıyorsa insanın da (BENİM DE!) öylece kıvrılıp kendi kendine ezgiler mırıldanabileceği bir oda kazabildi. Bahçede, toprağın üzerinde eski beyaz katlanabilir sandalyeleriyle eski beyaz katlanabilir bir masamız vardı. Yağmur suyu varilinde kurbağa ve sivrisinek larvalarımız ve aklına estikçe ortaya çıkan, durmadan bir yerlerini yaralayan vahşi bir kedimiz vardı. Bunların hepsi ama hepsi benimdi; tavan arasından, kuru otlarla döşenmiş ekşimağaraya kadar. Özellikle de ekşimağara benimdi, çünkü onu ben icat etmiştim, kendim kazmıştım, önce ellerimle, sonra eski bir konserve kutusu ve kaşıkla; her şey benimdi. (Yaşlı zebranın dışında.
Zebra, adama aitti. Ona da el kadar küçükken babası vermiş. Ama onun dışında HER ŞEY BENİMDİ!) Bunların hepsi o dairede, o apartmanda, o sokakta, o krallıkta, Ekşimistan denen krallığımdaydı; bizimdi. Ben Ekşimistan’ın hem prensesi hem de ekşibaşkanıydım. Bir zamanlar, tatillerimizi Danimarka ve Polonya gibi ülkelerde geçirirdik. Gülme krizlerine girer, cumaları küflü peynir ve ahududu marmelatlı tavakekleri yerdik. Bir zamanlar, meyve dolu bir buz kutumuz, mutfak penceresinin üzerinde iki kırlangıç yuvamız ve eve bir horozla tavuk alıp almamak konusunda ettiğimiz kavgalarımız vardı. Bir zamanlar…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEkşilina'nın Hayret Verici Maceraları - 1Yıkık Dökük Krallığım
- Sayfa Sayısı168
- YazarFinn-Ole Heinrich
- ISBN9786052031780
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uykusuz Geceler ~ Anna Campbell
Uykusuz Geceler
Anna Campbell
Londra’nın en hızlı çapkını Nicholas Challoner intikam için yaşamaktadır… Cesur, hovarda Ranelaw Markisi, kız kardeşinin mahvolmasına neden olan Godfrey Demarest’i asla affedemez -ve şimdi...
- Altın Adam ~ Mor Jokai
Altın Adam
Mor Jokai
Tuna Nehri kıyısında küçük bir kasaba olan Komarom’lu bir gemi reisidir Mihaly Timar. Bu kez öncekilerden farklı olarak gemisinde tahıl yükünün yanı sıra iki...
- Otopsim ~ Jean-Louis Fournier
Otopsim
Jean-Louis Fournier
Daha ziyade aile anlatılarıyla tanıdığımız Jean-Louis Fournier bu kez otopsi masasına kendisini yatırıyor: Aşkları, eşi, iş yaşamı ve iz bırakmış anıları… “Otopsim” konusu, dili...