TÜM DÜNYADA SATIŞ REKORLARI KIRAN EJDERHA SERİSİ
Bana baktığınızda ne gördüğünüzü biliyorum. Dünyanın en güçlü iki ejderha soyundan doğan, çekici ve tatlı dilli bir kadın. Bu durum, bana ilgi duyan herhangi birini kuyruk mesafesinde tutabilmem için, en sağlam savaş zırhlarından bile daha güçlü bir kalkan yaratıyordu. Ta ki onunla karşılaşana dek. Issız Kuzey Elleri’nden gelen savaşçı, büyücü ve barbar savaş beyi, Kurnaz Ragnar. Ragnar ondan öncekilerin aksine, parmak ısırtan çekiciliğim ve çarpıcı gülümsememe teslim olmayı reddediyor. Yavan, faydasız ve her ne kadar cinlerimi tepeme çıkarsa da, aptal biri olduğumu düşünüyor ve beni başından savmaya çalışıyor.
Ama ben hiçbir erkeğin beni görmezden gelmesine izin vermeyeceğim. Ona insafsızca sataşmam, işkence etmem ve en sonunda, yani tuzağım tamamlandığında, onu dizlerinin üzerine çöktürmem için beni tahrik etmekten çekinmeyen şu Kurnaz Ragnar, pek yakında değerimin, yeteneklerimin ve güçlü irademin farkına varacak. Hem de zor yoldan.
***
GİRİŞ
“Kraliçe, kızının bizde olduğunu biliyor mu?”
Olgeirsson Sürüsü’nden Kurnaz Ragnar, kardeşi Vigholf’un sorduğu bu soruyu, başını evet anlamında sallayarak cevapladı.
“Ve sana, kızına ne istersen yapabileceğini mi söyledi?”
Ragnar yeniden başını salladı.
Vigholf, başını inanamazmış gibi iki yana salladı. “Anlamıyorum.”
Ragnar da anlamıyordu. Soylu veya aşağı tabakadan herhangi bir annenin, evladına karşı bu kadar umursamazca davranmasını anlamıyordu. Bu evlat, arkalarındaki mağarada plan kuran soylu baş belası kadar sinir bozucu ve kurnaz biri olsa bile.
Üzerinde, insan formuna iki beden büyük gelen bir entari, bir çift kelepçe ve onun normal dişi ejderha formuna dönüşmesini engelleyen, büyülü bir tasmadan başka hiçbir şey olmayan Gwalchmai fab Gwyar Hanesi’nden Prenses Keita, oldukça salak bir güzel kız olmak dışında pek bir şey yapmayarak oradaki herkesi mest etmeyi başarmıştı. Kıkırdıyordu, dalga geçiyordu, sinir bozuyordu. Dürüst olmak gerekirse Ragnar, prensesin annesinin, kızını hemen bu akşam geri istemesini umuyordu. BöyIece olay, akrabalar arasında kan davasına dönüşmeden önce bu şımarık kızdan kurtulabilirdi. Ama Kraliçe Rhiannon’un, kızı hakkında söylediği son söz, Ragnar’ın hafızasından uzun süre silinmeyecekti. “Onu bırak. Ya da bırakma. Umurumda bile değil.” Ragnar annesinin kendisi, erkek kardeşleri veya kız kardeşi hakkında böyle konuştuğunu hayal bile edemiyordu. Gerçi Olgeirsson Sürüsü’nün Ejderlordu olan babası Olgeir’in böyle sözler söylediğini pekâlâ hayal edebilirdi.
Kuzenlerinden biri, “İyi,” diyerek ayağa kalktı. Hepsi insan biçimlerindeydiler. Bu şekilde Güney Elleri’ndeki Ateş Üfleyenlerden korunmak daha kolay oluyordu. “Kızı istemiyorlarsa, biz de onu burada tutarız.”
Ragnar kardeşine baktı ve Vigholf gülmesini gizlemek için çabucak başını eğdi. Ragnar, bu yılanla bir saniye daha beraber kalırlarsa, bunun olabileceği konusunda Vigholf’u uyarmıştı. “Onu tutmuyoruz.”
“O niyeymiş?”
Ragnar küçük yavruyu boğazlamayı düşündü ama sonra vazgeçti.
“Çünkü artık böyle şeyler yapmıyoruz.”
“Ama annesi öyle dediyse…”
“Bir dişi istiyorsan, bunu herkesin yaptığı gibi yapman lazım, çocuk. Onu etkile, onu büyüle, onu kendine âşık et.”
Ragnar’ın kuzenleri birbirleriyle bakıştılar. İçlerinden biri, “Bunu nasıl yapacağız peki?” diye sordu.
Vigholf patlar gibi güldü.
Ragnar ise yol boyunca homurdanarak mağaraya yöneldi. Yorgunluktan ölüyordu. Bu gereğinden fazla sıcak ülkeden gitmeden önce yapacak çok işi vardı ve salak akrabalarının salak sorularıyla uğraşmak, yapmak istediği son şeydi.
Tüm bunlar birkaç gün önce, o kadar basit bir şekilde başlamıştı ki. Babasının salak Güneyli soyluyu Kuzey Elleri’nde yakaladığının haberleri Ragnar’a ulaşmış ve Ragnar, kardeşinin de yardımıyla hızla harekete geçmişti. Bir zamanlar evi olan yere kaçmayı düşünmüştü ama yoldayken annesi büyü yoluyla ona ulaşıp, soylunun kaçmayı başardığını söylemişti. Ragnar prensesi, babasının dağ üssünden pek de uzakta olmayan bir yerde yakalamış ve onu vatanına geri götürmek için yeraltı tünellerini kullanmıştı. Orada, Güneyli Ejder Kraliçesiyle bir müttefiklik anlaşması yapmayı düşünüyordu. Bu şekilde Olgeirsson Sürüsü’nü ve her şey yolunda giderse, Kuzey bölgelerini hâkimiyeti altına alabilirdi. Sürüleri birleştirmek ilk işi, onları birlik halinde tutmak ise sonraki işi olacaktı.
Ama kraliçe şaşırtmıştı onu. Kraliçe, kızını Ragnar’ın aldığını başından beri biliyordu—bu da yetmezmiş gibi, kızını daha önce Olgeir’in kaçırdığını da biliyordu—ve bunun için hiçbir şey yapmamıştı.
Ragnar bu tür zamanlarda tanrılara annesi için şükrediyordu. Gerçi tanrılar keşke annesine, onun güzelliğini ve bilgeliğini Serseri Olgeir’den daha çok hak eden bir eş verseydi diye düşünmüyor değildi.
Ragnar uzun mağarada yürüyerek, prensesi koydukları hücreye geldi. Hücrenin hemen dışında durdu ve dişlerini gıcırdatarak, kuzenlerinin en büyüğü olan Meinhard’ın, prensesin dudaklarına bir kadeh şarap dayamasını izledi. Koyu kahverengi gözleri koca erkeğin gözlerine kilitlenmiş olan Keita, kadehi yudumladı. Küçük parmakları Meinhard’ın koca elinin üstündeydi. Yeterince içtikten sonra geriye yaslandı. Dili önce alt, sonra da üst dudağını yaladı.
Ragnar, kuzeninin hırıldamasını ta oradan duyabiliyordu ve artık sabrı tükenmişti.
“Dışarı,” diye emir verip hücreye girdi.
Ondan genç ejderhalar kadar çekinmeyen Meinhard yavaşça ayağa kalktı ve “Galiba burada kalacağım,” dedi.
Ragnar akrabalarının onu hâlâ bir lider olarak kabul etmediklerini biliyordu. Sağlığı hâlâ yerinde olan Olgeir’in ordu üstündeki hâkimiyeti güçlüydü, bu şaşırtıcı değildi. Ama tıpkı diğerleri gibi Meinhard’ın da, Ragnar’ın itaatsizliğe izin vermeyeceğini öğrenmesi gerekiyordu.
Bileğini hafifçe oynatıp bir büyü mırıldanan Ragnar, kuzenini hücrenin dışına uçurdu. Şarap kadehi taş zeminin üzerinde sekip duvara fırladı.
Meinhard dışarıdan, “Seni piç kurusu!” diye bağırdı.
Ragnar onu umursamayarak prensese yaklaştı. Akrabalarını neyin büyülediğini görebiliyordu, onu babasının pençelerinden kurtulmaya çalışırken yakaladıklarından beri tek gördükleri, kızın küçük insan bedeni olsa da. Dizlerine uzanan koyu kızıl saçlar, mükemmel ve çıkık elmacık kemikleri, üstünde hafif çiller olan küçük bir burun ve o müthiş dolgun dudaklar. Ama Ragnar’ı büyüleyen o koyu kahverengi gözlerdi. Sonsuzlardı sanki, her erkeğin içinde kaybolabileceği karanlık çukurlar gibiydiler. Ragnar’ın—o anda bunu ne kadar istese de—o erkeklerden biri olmaya niyeti olmaması ne kötüydü.
“Ee?” diye sordu prenses. Sesi kısıktı. “Benimle ne yapmayı düşünüyorsunuz, Lordum?”
Ragnar hemen cevap vermedi, zihni çok meşguldü. Bir yatak veya bir haftalık yiyecek-içecek stokundan başka bir şeyleri olmadan onunla ne yapabileceklerini düşünüyordu. Keita esnedi. Bunu kelepçeli ellerini başının üstüne kaldırıp, tüm bedenini tek, uzun bir harekette germek için bir bahane olarak kullandı. Sonra gülümsedi. Ragnar’ın şimdiye kadar gördüğü en çekici gülümsemelerden biriydi bu. Ragnar sadece bu gülümseme yüzünden bile kızdan neredeyse nefret ediyordu.
Ragnar elini salladı ve kelepçeler birden düşüverdi. Biri şiddetle prensesin kafasına çarptı.
“Ah! Seni barbar hödük!”
Ragnar neredeyse gülecekti. Kız tam anlamıyla şımarık bir soyluydu ve onu kelepçelemesinin sebebi de buydu. Yolculuk esnasında birkaç kez kaçmaya çalışmıştı ve Ragnar bıkmıştı bundan. Yerin bu kadar altındayken gidecek fazla bir yeri yoktu ve tek yapabildiği onları oyalamak olmuştu.
Ragnar ona sırtını dönüp çıkışa yöneldi. Aç ve uykusuzdu. Birkaç saat içinde kraliçeyle görüşecekti ve biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı.
“Bekle.”
Ragnar durdu ve iç çekerek kıza döndü. “Ne var?”
Kız durup boğazındaki tasmayı işaret etti. “Bu ne olacak?”
“Buradan ve akrabalarımdan uzaklaştığın zaman düşecek.” Kızın şu anda doğal haline dönmesi Ragnar’ın ihtiyacı olan son şeydi. Akrabalarının, kızın kuyruğunu gördükleri anda başka salaklıklar peşinde koşacaklarına emindi.
“Git şimdi.”
“Bu kadar mı? Peki… benim karşılığımda ne aldın?”
“Ne aldın derken?”
“Akrabalarımdan? Ne kadar altın verdiler?” Çenesini kaldırdı. “Epey altın aldığından eminim, ama bu, bana yaptıklarını öğrendikleri zaman seni abilerimden koruyamayacak.”
“Seni kurtardım.”
“Ben kendi kendimi kurtardım. İyi denemeydi ama.”
Bu kız gerçekten de, babasının onun gitmesine izin vereceğini mi düşünüyordu? Olgeir’in, henüz ordu topraklarını terk etmemişken onu yakalayamayacağını mı düşünüyordu sahiden?
Ve Ragnar’ın babası, biri kendisine meydan okuduğunda Eski Usul’e göre davranırdı. Prenses Keita kaçtığı için en az bir kanadını kaybedecek ve Ragnar’ın en zalim akrabasına teslim edilecekti. En sonunda Ragnar’ın annesi gibi olacaktı. Tek fark, Ragnar’ın annesinin zekâ, anaçlık ve soylulukta onunla karşılaştırılamayacak biri oluşuydu. Prenses Keita tam da soyluların sahip olduğu söylenen bir karakterdeydi. Zayıftı, aptaldı ve Ragnar’ın zamanını ve gücünü boşa harcıyordu. Ne kadar muhteşem veya çekici olsa da.
“Nasıl istersen,” dedi kıza. “Ama sonuçta gidebilirsin.”
“Böylece mi?”
“Evet. Böylece.”
Keita parmaklarının üzerinde yükseldi ve Ragnar’ın omuzlarının üstünden etrafa bakınmaya çalıştı. “Kimse bana eşlik etmeyecek mi?”
“Hayır.” Kuzenlerinden birini önerebilirdi ama şu anda kötü bir fikir olurdu bu.
Prenses ona birkaç saniye boyunca baktı, sonra ellerini sertçe beline koydu. “Yaşlı inek beni bırakman için sana ne verdi? Bana yalan söyleme, barbar. Yalan söylendiğini hemen anlarım.”
Yalan istemiyorsa, Ragnar da yalan söylemeyecekti. “Bana bir şey vermedi.”
“İttifak yok yani?” Sanki Ragnar’a acırmış gibi başını salladı. “Seni aptal.”
Ragnar gözlerini kırpıştırdı. “Pardon?”
“Nasıl bu kadar salak olabilirsin? Ona kaba mı davrandın? Bu yüzden mi? Tanrılar adına, en az baban kadar hödüksün, değil mi?” Söylediği hiçbir şey Ragnar’a bu son sözler kadar zarar veremezdi.
Ragnar’ın rahatsızlığından tamamen bihaber olan Keita ellerini kaldırdı. “Panik yapma. Bunu düzeltebileceğimden eminim. Babamla konuşacağım. Eminim onu ikna edebilirim…”
“Hayır, hayır Leydim. Yanlış anladınız.” Ragnar gülümsemeden edemedi. “Anneniz sizin için bir teklifte bulunmadı ama ittifak yine de ilerleyecek. Detayları konuşmak için birkaç saat sonra onunla buluşacağım.”
Keita’nın kolları yanına düştü. “İttifak hâlâ yürürlükte mi?”
“Ah, evet. Kraliçe sizinle hiç ilgilenmedi gerçi. Belki de sizin yerinize ablanızı almalıydım. Beyaz… Morfyd’di, değil mi? Belki o zaman işler farklı olurdu. Ama şu anda ittifak sürecine hiçbir etkiniz yok.”
Prenses ona bakakaldı. Güzel ağzı birkaç kez açılıp kapandı.
Ragnar kendini sanki ona vurmuş gibi hissetti. Ve bu duygudan iğrendi. Hemen onu avutmak üzere yanına gitti. Gözyaşı görmekten korkuyordu; gözyaşlarına karşı nasıl davranacağını bilmezdi. Ama prenses ağlamadı… Çığlık attı. Sanki şeytan çukurundan çıkan bir şey gibi çığlık attı.
“Taş kalpli kaltak orospu!”
Şok geçiren Ragnar bir adım geri kaçıp prensesin hızla yürümesini izledi, kızın kolları başının üstünde çılgınca sallanıyordu. Bu arada kendi annesine en beter korsanların bile ağızlarına almayacakları küfürler sıralıyordu.
Ragnar’ın akrabaları mağaraya koştular. Küçük, narin prensese bir şey oldu zannetmişlerdi. Hepsi Ragnar’ın yanına geldiklerinde durakladılar.
“Ölü olarak kalacağını bilseydim, o orospuyu bizzat öldürürdüm! Ama şeytanların ömrü sonsuzdur.” Onlara baktı. “Değil mi?” Ragnar dışında hepsi, prenses deliler gibi bağırırken başlarını evet anlamında salladılar ve Keita kollarını onlara doğru sallayıp “Hepiniz… önümden çekilin!” diye bağırdığında ona itaat ettiler.
Keita dışarı fırladı ama bir saniye sonra geri döndü, öfkesi—rahatsız edici bir şekilde—uçup gitmiş gibiydi. Ragnar’a “Annemle ilgili şu şeyi bana söylemekten hoşlandın. Değil mi?” diye sordu.
“Evet” dedi Ragnar. “Hoşlandım galiba.” Prensesin gerçek doğasını akrabalarına göstermişken nasıl hoşlanmazdı ki bundan? Şimdi salak prensesi olduğu gibi görüyorlardı. Küfreden, hırlayan, şımarık bir prenses ve tanrılar tarafından yaratılmış en müthiş kıça sahip bir… Dur! Ne?
“İyi,” dedi Keita ona. “Bu duygudan zevk alabiliyorken al, Lord Ragnar.”
“Neden? Bana ne yapabilirsin ki?” Meinhard, kabalığına karşılık olarak onun sırtına yumruk attığında Ragnar acıyı kesinlikle umursamadı.
Keita gülümsedi. Bu gülümseme karşısında Ragnar’ın ailesi hep birlikte iç çekti. Ardından tek elini uzatıp Ragnar’ın çenesini, boynunu okşayarak göğsüne dokundu. Sonra geri çekildi ve hafifçe başını eğdi “Lordlarım.”
Ve yere sürünmesin diye eteğini hafifçe kaldırdığında, ejderhaların hepsi Keita’nın ardından bakakaldı.
“Çocuklar. Bu kadın,” diye iç çekti Meinhard, “iyi bir kadın. O yüzden, iyi bir kadın gibi muamele görmeli.”
Ve birkaç saat sonra; yani Ragnar’ın babası insan dişileri tarafından öldürüldükten sonra, Ateş Üfleyenler’le aralarındaki ittifak yürürlüğe girmiş ve Ragnar intikamcı bir prensesin yol açtığı müthiş bir kan banyosunu bastırmaya çalışırken, aile olarak ne kadar büyük bir salak sürüsüyle lanetlendiğini bir kez daha hatırlamıştı.
BÖLÜM 1
İki yıl sonra…
Ölmesi gerekiyor muydu?
Umutsuzluğun ve Kederin Kızıl Yılan Ejderhası Keita—kısaca Yılan Keita—biraz daha yanaşarak, yatağında hareketsiz yatan insan erkeğini kokladı.
Ölü gibi kokuyordu ve Keita kalp atışını da, minicik insan damarlarından hızla geçen kanın sesini de duyamıyordu. Onun otuz metre yakınında bulunan canlı herhangi bir şeye yapabileceği o kadar çok şey vardı ki.
Ama bu insanın, merhum Dışdüzlükler Baronu Lord Bampour’un, ölmüş olmaması gerekiyordu. Henüz değil. Keita onu gerçek anlamda öldürmeden önce değil.
Nefeslenen Keita dik durup ellerini beline koydu. Merhum Baron Lord’un kendisine vermiş olduğu entariyi giyiyordu; bu entari alınabilecek en pahalı ipeklerden yapılmıştı. Üstünde lordun ona verdiği bilezik de vardı; bir de kalın bir altın halhal ve bunlara uyumlu bir kolye. Keita bu şeyleri ondan istememişti ama her muhtaç erkeğin yaptığı gibi adam bunları Keita’ya seve seve vermişti. Neden verdiğini de biliyordu Keita. Onunla geçireceği şehvetli bir gece, arzulu çığlıklar… falan, filan.
Tüm erkekler aynıydı. Biraz iltifat, tatlı bir gülümseme, biraz alaycılıktan sonra Keita, asla istemediği ve hiç de gerek duymadığı eşyalara boğuluveriyordu. Umurunda değildi gerçi. Erkekler ona bir şeyler vermek istiyorlarsa, onları neden durduracaktı ki? Ama onu rahatsız eden şey, onu her zaman rahatsız eden şey, bazı adamların birkaç hediye karşılığında onun yatağına girebileceklerini düşünmeleriydi. Ancak şimdiye kadar hiçbiri girememişti. Aslında Keita partnerlerini bir kıyafete uygun aksesuar seçer gibi dikkatle seçerdi. Ona hediyeden başka bir şey getirmeyen ve hayatına pek az şey katan erkekleri yatağına sokma fikri Keita’ya son derece sinir bozucu geliyordu.
Bir arkadaşına da dediği gibi “Onların hediyelerini kabul ederim, ama bu erkekliklerini de kabul edeceğim anlamına gelmez.”
Baron Lord’un hediyelerini de almıştı. Hem de seve seve, çünkü bazılarının aksine adam zevk sahibiydi. Keita son üç haftadır ona katlanmıştı. Ona ve oğluna. İkisiyle de yatmamıştı ve böyle bir niyeti de yoktu. Arzu duymadığından ve oraya gelmesinin bir amacı olduğundan. Çünkü Bampour çizgiyi aşıp Keita’nın sevdiklerine bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Yazık. Sonunda birisi bu görevde onu geçmişti. Bu tür şeylerin icabına kendi başına bakmakta bu kadar iyiyken üstelik.
Cesetten kendi başına mı kurtulsa diye düşünürken bir ses duydu. Baron Lord’un zaten duran kalbinden başka, atan bir kalp daha.
Keita omzunun üstünden baktı, gözleri karanlık bir köşeye takıldı. İnsan o anda fırladı oradan. Sadece bir kumaş parçası vardı üstünde, sarı saçları omuzlarına dökülüyordu ve küçük bıçağını çılgınca sallıyordu.
Keita kadının bileğini yakalayıp büktü ve onu Dizüstü çöktürdü. Keita, onun kıymetli suratını kesmeye çok yaklaştığı için küçük orospunun bileğini kırmak isterdi ama kapının çalınması bu seçeneği ortadan kaldırdı.
“Aç şu kapıyı!”
Keita kadına baktı. Boynunu kırıp gidebilirdi ama sarışın kadın sadece yapılması gereken şeyi yaptığı için, bu ona pek doğru bir şeymiş gibi gelmiyordu.
“Şanslı günündesin, kadın,” dedi sürekli çalınan kapının sesini bastırarak.
Keita kadını bıraktı ve pencerelerin en büyüğüne doğru koştu. Pencereyi iterek açtı. Küçüktü ama işe yarardı. “Ren!” diye seslendi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEjderin Büyüsü
- Sayfa Sayısı445
- YazarG. A. Aiken
- ÇevirmenAlp Levi
- ISBN9786055358679
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Maça Kızı ~ Stephen King
Maça Kızı
Stephen King
SARI GİYSİLİ ALÇAK ADAMLAR BİR ÇOCUKLA ANNESİ. BOBBY’NİN DOĞUM GÜNÜ. YENİ KİRACI. ZAMAN VE YABANCILAR HAKKINDA. Bobby Garfield’in babası yirmili yaşlarında saçları dökülmeye başlayan, kırk beşine...
- Bin Muhteşem Güneş ~ Khaled Hosseini
Bin Muhteşem Güneş
Khaled Hosseini
Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan’ın Khaled Hosseini’de yaşadığı gibi… Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı...
- Hayatımın Romanı ~ Leonardo Padura
Hayatımın Romanı
Leonardo Padura
“Kaderin ona oynadığı oyunların bu kadar orantısız bir biçimde üzerine gelmesinden umutsuzluğa kapılan Heredia, nihayet romanlara ait, kurgusal bir karaktere dönüştüğünü anlamış ve etrafını...