“Savaşın altı yılını altı dakikaya düşürmemiz lazım. Matematikte buna beta indirgemesi denir: Bir fonksiyonun yerine bir başkasını koyarsın. Ben her gün yapıyorum bunu. Kayıplar yerine hayatı koyuyorum.”
İkinci Dünya Savaşı’nda Paris’in işgalinden Londra sokaklarına, savaş sonrası Filistin’den günümüzün modern dünyasına uzanan Eğer Beni Ararsan’da Alba Arikha trajedinin bireyler üzerindeki etkisini ustalıkla işliyor. Paris’ten kaçıp geçmişine ket vurarak yeni bir hayat kurmaya çalışan Flora ile onlarca yıl sonra onun sıra dışı geçmişini keşfetmesi için gizemli bir paket alan Hannah’nın hikâyesi iç içe geçiyor. Eğer Beni Ararsan geçmişin kuytu gerçekleri ve bugünün dehşetleriyle yüzleşmek üstüne duygusal ve düşündürücü bir roman.
*
Tom’a
BİRİNCİ BÖLÜM
Jean benim ilk erkek arkadaşım. On dokuz yaşındayız, Sorbonne’da öğrenciyiz. Boş zamanlarımızda Seine kıyısında bisiklet sürüyor, edebiyattan konuşuyoruz. İkimizin de hayali yazar olup dünyayı değiştirmek. “Bakarsın bir sonraki Proust ben olurum,” diyor Jean.
1939 yazındayız. İngiltere ile Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesinden iki ay önce. Jean benim için otobüs biletlerinin arkasına şiirler yazıyor. Sokak köşelerinde beni öpüp hayatının aşkı olduğumu söylüyor. Jean-Paul Sartre’ı gözucuyla da olsa görebilmek uğruna Montparnasse kafelerinde vakit öldürüyoruz. Bir kere yalnız başına otururken sahiden görüyoruz onu. Üşütmüşe benziyor, bir mendille burnunu birkaç kez siliyor. Yanına yaklaşmaya cesaret edemiyoruz.
Geceleri şişeden ucuz roze şarap içip Gauloises tellendiriyoruz. Dans etmeye gidiyoruz. Kırmızı ruj sürüp başıma siyah bir bone şapka takıyorum. Bekaretimi Jean’a bir caz kulübünün arka odasında veriyorum. O külotlu çoraplarımı çıkarırken bir saksofon şaha kalkıyor. Jean’ın kolları yumuşak ve ılık, sanırım seviyorum onu ama emin de değilim. Belki de duygularımın harlanmasında buluşmalarımızın yasak olduğunu bilmemin de payı var: Jean benden uzak durması için kesin bir dille uyarıldı. Ben bir Yahudiyim, bir esnafın kızı. Jean zengin bir burjuva ailesinden. Babası Almanlara kamyon tedarik eden önemli bir otomobil fabrikasının CEO’su.
Eski başbakan Pierre Laval’in yakın arkadaşı. Bu ilişki fazla tehlikeli, bu yüzden ayrılıyoruz. Jean son bir otobüs biletinin arkasına bir elveda şiiri yazıyor. Bir daha ondan haber almıyorum. Ama otobüs bileti hâlâ duruyor.
14 Haziran 1940’ta yağmurlu bir tan sökümünde Alman tankları Paris’e doluşuyor. Hoparlörden aksanlı bir erkek sesi yayılıyor ve başkentin artık açık şehir olduğunu ilan ediyor. O akşam saat sekizden itibaren sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Eyfel Kulesi’nin tepesine kocaman bir gamalı haç bayrağı çekilmiş, Hôtel de Ville de adeta lekelenmiş bir kadın gibi aynı bayrakla örtülmüş. Aynı gün binlerce insan kaçıyor. Trafik levhaları ve sokak isimleri artık Almanca. Paris saati Berlin saatine dönüşüyor. Zafer Takı’ndan geçiyorum ve nöbet değişimi töreninde kaz adımlarıyla yürüyen Alman askerlerini görüyorum.
Bir hafta sonra Hitler Paris’e geliyor ve Eyfel Kulesi’nin önünde objektiflere poz veriyor. “Sadece ziyarete geldi,” diye açıklıyor babam. “Yakında gider. Hitler düşecek.”
Düşmeyecek ama. Bunu hissedebiliyorum. Şehrimiz tanınmaz halde. Başımıza korkunç bir şey gelmek üzere.
“Gitmeliyiz,” diyorum babama. “Burada kalmamalıyız.” Ama bu fikrime katılmıyor ve beni zayıf olmakla itham ediyor. “Cesaret düşmanla yüzleşmektir, ondan kaçmak değil,” diyor. “Ne olursa olsun hiç kimsenin sana nasıl yaşayacağını söyleme hakkı yok. Hiçbir insan bir başkasının kaderini tayin edemez miyim.
Yanılıyor ama o benim babam, onun sözünü dinlemeliyim.
Tasfiyenin belli belirsiz çisentisi. Böyle başlıyor işte. Önce küçük damlalar, şüpheci bir halkın endişelerini gidermeye yönelik yatıştırıcı imgeler: ip atlayan mutlu okul çocukları, Alman subaylarla flört ederken objektiflere poz veren şık genç kadınlar, pazar ayini için en şık kıyafetlerini kuşanmış kilise müdavimi aileler. Bunların hayatın gerçekçi enstantaneleri olduğuna inanmamız gerekiyor. Sanki hiçbir şey değişmemiş, hayat normal seyrinde devam ediyormuş gibi yapmamız gerekiyor, oysa sessiz sokaklar devasa gamalı haçlarla kuşatılmış. Araç trafiği yok, inşaatlar yok, mallarını satan seyyar satıcılar yok. Onlar yerine polis sirenleri deliyor sessizliği ve kaldırımlarda yabancı askerler devriye geziyor. Yine de Sorbonne’daki derslerime girmeye devam ediyorum. İngiliz edebiyatı okuyorum. Viktorya dönemi yazarlarından, özellikle de George Eliot’tan samimi dostlarıymışçasına söz eden öğretmenim André Stein’ı çok seviyorum. Onun sözlerinde ve tavsiye ettiği kitaplarda kendimi kaybediyorum. Geceleyin küçük odamda onları okuyup daha iyi bir dünyanın hayalini kuruyorum.
Damlalar çabucak istikrarlı bir akışa dönüşüyor. Sokağa çıkma yasağı artık her gece uygulanıyor. Sokaklar karanlık. Evde kalıyorum. Özgür Fransa Direniş Hareketi’nin yayınladığı Radio Londres istasyonunu dinliyoruz. Babam hiç tasvip etmiyor onları. “Fitneciler,” diye dudak büküyor. “İşleri güçleri nifak tohumları ekmek.” Yine de dinliyor. Bir profesör “işgal” sözcüğüne yepyeni anlamlar yüklendiğini anlatıyor. Artık işgal yakılıp yıkılmış, ele geçirilmiş, kapatılmış demek: kitapçı dükkânları, parklar, apartmanlar, pastaneler, genelevler. Sırada ne var?
“Oyuncakçı dükkânları değil,” diye lafı yapıştırıyor babam. “Asla cesaret edemezler öyle bir şey yapmaya. Hem bu adam ne konuştuğunu bilmiyor.”
Sabahları annem kırmızı rujunu sürüp terzi elinden çıkmış elbiseler kuşanarak işe gitmek üzere yola düşüyor. Yakın zamanda Galeries Lafayette’te külotlu çorap ve tayt bölümünün şefliğine terfi etti, çok da seviyor işini. Bir sabah dudakları solgun, gözleri kıpkırmızı geri dönüyor eve. “Kovuldum,” diyor ağlamamak için kendini tutarak. “Artık çalışmama izin vermiyorlar.”
“İyi ama neden?” diye soruyor babam şaşkınlıkla. “Yahudi olduğum için Maurice.”
Babam ona bakıyor ve hiçbir şey demiyor.
Babamın dükkânı Maurice Baum’un Oyuncakları Rosiers Sokağı’nda, evimizin hemen bitişiğinde. On sekizinci yüzyıldan kalma bir binanın zemin katına sığışmış, meşhur ve çok sevilen bir mağazadır. Rafları akla gelen her şekilde, her renkte oyuncaklarla doludur ve içinden yayılan koku küflü bir kitabın kokusunu andırır. Çocukluğumda o dükkân, o koku benim sığınağımdı. Şimdiyse güvenli değilmiş hissi veriyor. Ya Almanlar dükkânı kapatırlarsa? O zaman ne yapacağız?
Amcamla çocukları dükkânın üst katında oturuyorlar. Siyasi duruşunu hiç gizlemeyen kuzenim Pierre benimle aynı üniversitede fizik okuyor. Pierre bir pazar sabahı tutuklanıyor ve hepimiz şok oluyoruz. “Görüşlerini sokak köşelerinde bağıra çağıra ilan edeceğine çenesini kapalı tutmalıydı.” diyor babam. “Onu tutuklamalarına şaşmamalı.”
Pierre sonunda salıveriliyor ama her zamankinden de tedirgin hissediyorum kendimi. Tanıdıklarımız arasında tutuklanan daha başkaları da var. Annemin işini kaybetmesi ve babamın Yahudi olmayan müşterilerinin dükkândan ayağını iyiden iyiye kesmesi her şeyi daha beter ediyor. Gel gör ki babamın inadında en ufak bir kırılma yok. Bu durumu genel paniğe, aşırı tepkiye yoruyor, veba gibi sinsice yayılan Yahudi karşıtı propagandaya değil.
Acaba babam akıl sağlığını mı yitiriyor diye merak etmeye başlıyorum. Tanıdığım herkes endişeli ama o değil. Düşüncelerimi annemle paylaştığımda derhal haddimi bildiriyor. “Sakın babanı sorgulamaya kalkışma. O ne yaptığını biliyor. Güvendeyiz diyorsa ona güvenmek zorundasın.”
Konser piyanisti olmak isteyen arkadaşım Françoise’ı ziyaret ediyorum. Panthéon yakınlarındaki geniş bir dairede ailesiyle yaşıyor. Beraber müzik dinliyoruz, bilhassa da Mozart ve Schubert. Benim Fransa’dan gitmek istemem ve evde yaşananlar hakkında konuşuyoruz. “Babamı anlamıyorum,” diyorum ona. “Sanki savaşta olduğumuza inanmak istemiyor. Her şeyin yolunda olduğunu söyleyip duruyor. Oysa değil ve ben korkuyorum.”
“Belki o da farkındadır ama bunu sana itiraf etmek istemiyordur.” diyor Françoise bir cesaret. “Eminim o da senin kadar korkuyordur. Ama fikir ayrılıklarınız olsun olmasın, yine de çekip gidemezsin Flore,” diye ekliyor. “Annenle babana bunu yapamazsın.”
Françoise’ın korkacak bir şeyi yok. O bir Katolik, ünlü bir tarihçinin kızı. “Babama kimse dokunmaz,” diyor bana. “Önemli tanıdıkları var.”
Sonra bir Chopin prelüdü çalıyor. Ona bakıyorum ve önemli bir tanıdığım olmadığını fark ediyorum. Olsaydı fark eder miydi? Evet, ederdi. Ama Yahudilerin artık önemli olmak gibi bir seçeneği yok.
Kısa bir süre gözlerimi kapıyorum ve Françoise’ın icrasını dinliyorum. Nerede olduğumu unutuyorum. Kim olduğumu. Yahudi bir kız değilim. Oyuncakçı dükkânının dışında olup bitenleri görmeyi başaramayan bir adamın kızı değilim. Çünkü babamın gerçekliği çarpılmış durumda. Almanlar onun hayali çocuk bahçesindeki oyuncaklar gibi adeta. Dükkanının vitrininde sergilenen, uygun adım yürüyen asker koleksiyonu gibi.
Yakında tüm zemberekler boşanacak, kimse de onları tamir edemeyecek.
2
Babam bir gün dükkânından getirdiği iki kuklayla eve geliyor. Kuklaların yüzlerindeki boya sıyrılmış. Neye benzediklerini halen hatırlıyorum. Bir tanesi karo desenli kostümü, başında üç köşesi kalkık bir şapka olan bir soytarı. Diğeri de bir cadi. Sivri tepeli siyah bir şapka ve puanlı bir elbise giyiyor, bir de süpürgesi var. Onları biraz ürkütücü buluyorum, babamsa küçük bir çocuk gibi, düpedüz büyülenmiş görünüyor. Onu görebiliyorum, mutfak masasına oturmuş, küçük bir fırçayla yüzlerindeki boyanın üstünden geçiyor. Maharetine ve konsantrasyonuna hayran olmamak elde değil. Ama başka bir şey daha var. Pusuya yatmış bekleyen bir şey. Felaket habercisi olan. Babamın kontrolünü kaybediyor olabileceğine delalet eden bir şey. Oysa konuşması tuhaf bir şekilde tutarlı. “Bunun geçici bir durum olduğunu anlamıyor musun? Sabırlı olmalısın! Bana inanmalısın! Neden bana inanmıyorsun?”
“Yanılıyorsun da ondan!” diye bağırıyorum. “Çevremizde olup bitenlere baksana!”
“Bana karşı gelmeye kalkma sakın!” diye bağırıyor o da bana. “Ben neler olduğunu gayet iyi biliyorum!”
Annem araya giriyor. “Lütfen,” diyor, “bu konuda tartışmayalım. Babamın elini usulca kavrıyor. “Babandan daha vatansever bir adam daha yoktur,” diyor sesinden okunan bir gururla. “Elinde olsaydı bu ülke uğruna savaşırdı.”
“Ama esnaf Maurice Baum’un ülkesi uğruna savaşmak isteyip istememesi Vichy hükümetinin umurunda değil, anlamıyor musunuz?” diye bağırıyorum. “Bizi kurtarmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar! Kıllarını bile!”
“Saçma sapan konuşmayı kes,” diye çıkışıyor babam. “Hem Charles de Gaulle’ün yeğeninin en iyi müşterilerimden biri olduğunu da unutma. Çocuklarına oyuncak almak için daima gelir dükkânıma. Hanımefendi durumu bir konuşacak. Bana söz verdi. Ben de ona inanıyorum.”
*
“Kimle konuşacakmış baba? Charles de Gaulle’le mi?” Babam duraksıyor. “Kimse kim, sözü geçen biri olacak ya sen ona bak,” diye yanıtlıyor nihayet. Ayağa kalkıyor ve birden gözüme küçük görünüyor. Ufalmış. Siyah ayakkabılani boya istiyor, mavi takım elbisesinin yakasında nokta nokta kepekler var. Genelde şefkatli olan yüzü gergin ve ciddi: Belki o da endişeleniyordur. Belki Françoise haklıdır. Belki delirmiş filan değildir, sadece gerçeği kabul etmek istemiyordur, o kadar. Tehlikede olduğumuz gerçeğini. Bütün Yahudiler tehlikede. Gel gör ki salonumuzda oturmuş zaman öldürüyoruz.
Çevremize bakıyorum. Odanın merkezine düşen bir ışık huzmesi kusurları ortaya seriyor. Toz zerrelerini. Sandalyelerin bazılarındaki çatlakları. Rengarenk kilimdeki deliği. Pencere pervazındaki örümcek ağını. Gözden düşmüşüz biz.
Karanlığın ilmekleri etrafımızı yavaş yavaş sararken sadece seyirci kalmak geliyor elimden.
3
Annem her sabah sarı Davut yıldızını göğsüne iğnelemeyi unutmamaya dikkat ederek yiyecek aramak için evden çıkıyor. Artık her zamanki dükkânlardan et, yumurta veya süt alamıyoruz, o yüzden bunları başka yerlerde aramak zorundayız.
Bize karaborsadan ekmek buluyor. Sebze namına sadece sarı şalgam ve yerelması bulunabiliyor. İkisinden de nefret ediyorum ama yine de yiyorum. Başka seçeneğimiz yok. Kendi toprağımızda parya olup çıktık. Sorbonne a devam etmeme artık izin verilmiyor. Biricik öğretmenim André Stein tutuklanıp götürüldü, hâlâ daha ondan bir haber almayı bekliyoruz. Yahudi çocuklarına bütün çocuk parkları yasaklanıyor. Hiçbir şey demiyoruz. Metronun son vagonunda oturmaya mecbur bırakıldığımızda yine bir şey demiyoruz.
Evde yemeklerimiz kasvetli bir hal aldı. Annemle ben çıt çıkarmadan otururken babam durmamacasına konuşuyor. Oyuncakçı dükkânından, sadık müşterilerinden, milletin nasıl kandırıldığından, Almanların söylediklerini -ki buna Yahudileri sınır dışı etmek veya insanların dedikodusunu yaptığı ne varsa hepsi dahilyapmayı sahiden başaracağına nasıl da saf saf inanır hale geldiğinden söz ediyor. “Duyduğuna asla inanma,” diye tekrar ediyor babam, bir mantra gibi.
Akşam yemeğinden sonra gramofona bir plak koyuyor, genelde de Maurice Chevalier plağı. En çok da ezbere bildiği…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEğer Beni Ararsan
- Sayfa Sayısı328
- YazarAlba Arikha
- ISBN9786256469174
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNotos Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Savaş Meydanları ~ Jean Rouaud
Savaş Meydanları
Jean Rouaud
Jean Rouaud, Goncourt Ödülü’nü kazanan romanında, bir ailede ardı ardına yaşanan üç ölümle anımsanan eski hikâyeleri deşiyor. İlk başta, babanın ölümü, trajik bir başlangıç...
- Üç Yanlış Üç Ceset ~ Agatha Christie
Üç Yanlış Üç Ceset
Agatha Christie
Öğrencilerin kaldığı bir pansiyonda patlak veren hırsızlık olayı Hercule Poirot için hiç de ilgi çekici bir durum değildir. Başlangıçta basit bir hırsızlık gibi görünen...
- İmdat! Büyükanne Geri Dönüyor ~ Salah Naoura
İmdat! Büyükanne Geri Dönüyor
Salah Naoura
Müjde!!! Duyanlar duymayanlara haber versin! Çılgın ve sürprizlerle dolu Cordula Nine, çıktığı dünya turundan geri dönüyor! Bu beklenmedik geri dönüşe hazırlıksız yakalanan Kazma Ailesini...