Bizim civarda “gönlü inançlılar kardeş yaratılmıştır” deyip kimse hanesini haremlik ve selamlık diye bölmezdi. İkilik hanede, devlette, cihanda ve Tanrı katında uğursuzdu. Ama ayrılmalıymış meğer!
Emre Taş, Tuna kıyısındaki küçük bir kasabada başlayıp büyüyen bir hikâye anlatıyor. Şeyh Bedreddin İsyanı’na katılanların soyundan gelen bir kadı, onun babasının müridi Sevindik Bey, bu beyin akıncı oğulları, geçimsiz torunları… Kanunları, fetvaları, bazen şaşaası, bazen akla hayale sığmayacak küçük hesaplarıyla Osmanlı…
Hayat ile memat arasındaki o belirsiz ve tedirgin edici nokta. İntikam ve bağışlayamama.
Kim kime düşman, kim kime dost? Kim kime Habil, kim kime Kâbil?
Eğer Ben Kâbil İsem, söylene söylene rivayete dönüşenleri, orada ölüp burada doğanları kayda geçiren büyülü bir roman: Tarihle menkıbenin, meddah hikâyeleriyle hatıraların kesiştiği yerde…
İçindekiler
SÖZE BAŞLAMA FASLI
9
BİRİNCİ FASIL
ZÜLFİKÂR
15
İKİNCİ FASIL
DRAGAN
111
ÜÇÜNCÜ FASIL
MEMİ
145
DÖRDÜNCÜ FASIL
BARAK AHMED EL-FAKİR
169
Kitâb-ı Kardaşkanı
Akıncı Biraderlerin Macerası
“Beşiktaş’ta Hızır Reis yakınında İlyas Çelebi okudu, yarenlerle
dinlemişizdir. Zilkade 1121.”
“Galata’da Yemişçizâde Abdullah Efendi, Kokonos Güllab’ın
kahvesinde kıraat eylemiş, Ondördün Mehmed ve Rikâbcılar
Ağası Selim ve Sirkeci Yusuf hazır bulunmuştur. Sirkeci ile
Ondörtlü hazzetmeyip Selim Ağa şimdiye dek okunanlara
benzememekle tuhaf kitaptır deyip gene de vakti hoş eylediğini
beyan kıldılar. Şevval 1124.”
“Sirkecidir yüz ekşitir muhakkak. Bu eski kitabı otuz dördüncü
orta sofasında Elbasanlı Halil Ağa kıraat eylemektedir. Cümle
yoldaşlarla henüz hazzetmedeyizdir. Ramazan 1129.”
[Mühür: Turnacıbaşı Hasan Ağa vakfı, 1124]
[Mühür: Fakir Sadeddin’in kitaplığından, 1253]
SÖZE BAŞLAMA FASLI
I
Kapımıza Gelen Garip Sual
Güzelliğiyle parmak ısırtan elçisinin kanına girileceği gün, Ruben namındaki kardeşine acıma duygusunu yükleyerek yalvacını öldürtmeyip kuyuya koyduran; Musa’ya “biraderine kıydın” dediklerinde Harun’u mezarından kaldırıp kardaşını doğrulatan; kara bahtlı Kâbil’e kara tüylü karga ile kanlı kardaşını gömmesini belletip yüreğine pişmanlığı salan Tanrı azze ve celleye hamdüsenalar olsun. O ki bir ananın karnında nice kullarının vücut bulup karındaş adıyla anılmalarını mümkün kılmıştır. Ne doğuranı vardır ne bir eşi ne evladı vardır ne kardeşi.
Bu fakir ve hakir kul, Tuna suyunun kıble yanındaki Bidinçe kazasında, güçsüz omuzlarıma hörgüç olmuş kadılık vazifesiyle, ipipullah sivri külah, durup oturmakta idim. Bıyığı yeni terlemiş şeytan sofusu kâtip bozuntusu İsmail Efendi ile alım-satım evrakı tanzim ediyor, kaçkın kul ve cariyeleri sicile geçiriyor, çarşı pazar gezinip tartıda hile edenleri, kalemi hokkada kılıcı kında görmeden genç kızlara zina isnat eden kendini bilmezleri, neüzübillah birbirinin ağzına, dinine ve ırzına sövenleri, Eflak bıçağıyla güçsüzü dövenleri yargılıyor, hükümlerini kılıç ehline teslim edip fırsat buldukça zayıf ve hasta bacaklarımı Bidinçe gölünün şifalı suyunda kara sülüklere emdiriyordum. Eski eza ve cefalardan arınmış, biraz bıkkınca da olsa hayata yeniden sarılmış gibiydim. Nereden çıktıysa bir fetva suali geldi kucağıma konuverdi. İsmail kapıya mıhlanmış halde görmüşmüş, alıp getirmiş. Her kapıda gördüğünü içeri almasana ay oğul! Karadonlu Kel Müftü ne iş görür? Fetva soran ona sorsun, o yazarsa tavsiye, ben yazarsam hüküm olur! Ama anlayış ne arar bu âlem halkında? Kalkıp vardık, kandil yakıp, gözlüğü burun ucuna getirip okuduk:
Sual
“Bu mesele beyanında cevap ne veçhiledir ki: Zeyd, merhum padişahlardan birinin kanununa istinaden, –ki o kanun sizin çok iyi bildiğiniz yasadır, evladımdan her kimesne ki saltanat müyesser ola kardaşların nizam-ı âlem içün katletmek münasiptir, ulemanın çoğu cevaz vermiştir şeklindedir– kardaşı Amr’ı katletse münasip midir? Öyle ki bu Amr dediğim âlemin bir küçüğü olan hanemizin nizamına düşman bir nesebi meçhul ola.”
Tövbe haşa ya Rabbe’l-âlemin! Can başıma sıçradı, üç gün üç gece bir yudum su ile bir lokma ekmek kursağımdan aşağı varmadı. Bütün rahatım kaçtı, huzur denen tozdan avcumda kalan bir zerre, bu münasebetsizin üfrüğüyle uçup gitti.
“Bu fetvayı kim sordu?” diye sual ettim İsmail’e.
“Kapıda buldum efendi, sahibi yok,” dedi.
“İmam olsan yılda yetmiş pare çocuğun olur, böyle her kapıya konanı almakla!” deyip azarladım. Ama onun suçu ne ola? Mesele, kâğıdı yazanın beni muhakkak tanıyor ama benim onu hiç tanımıyor oluşumda. Fakir, yıllar evvel pek tanıyan bilen olmaz diyerek bu şehre gelip konmuş ve padişah hükmü ile şifalı su kenarına postumu serip kalkmamacasına oturmuştum. “Ya şimdi nidersin Barak Ahmed?” diye kendime sordum. Hak Teala bana ne edeceğimi ertesi yılın güzü malum eyledi. Bir nice yola, bela ve müşkülata katlandıktan sonra o suali yazan, kaderin işine bakın ki, Tuna balıkçılarının ağlarına yakalanmış halde elime girdi. Onun kardeşiyle ve hasmı olan bir başka adamın tomarlarıyla birlikte. Her şeyi iğneden ipliğe anlattılar, anlattıkça yüklerinden boşandılar. Mengenesiz, kerpetensiz, çekiçsiz; dişleri ve tırnakları sökülmeden, mafsalları kırılmadan. Anlattılar çünkü yürekte gizli dile gelmez kimi şey, mahşerde Tanrı ile konuşmaya bırakılmıştır. Ama biri Hazret-i Rahman adına o mahkemeyi arzın üzerinde kurunca, gönüldeki dikenleri ayıklamak için kullar razı gelir divana, hatta bazen ipe, kazığa ve boyunduruğa.
Fetva mektubunun sahibine duyduğum öfke sonradan yerini büyük elemlere bıraktı. Gökten yağanı yer kabul etmez mi? Başa gelen çekilir elbet. Hasbinallahü ve nime’l-vekil.
II
Ali Bey’in Göçtüğüdür
Bu yoksul, bela kervanına hancı olmuşuz. Babadan dostum, ahiret karındaşım, uzundur cemalini göremediğim Sevindik oğlu Ali Bey, damadım Gedik İsa Bey’i katledip kendisini gâvur serhaddi Budin’in önüne atmış, kapıyı tokmaklayıp “Cümlenizi katlederim kâfirler,” diye ünlerken tepeden yağdırma edilen oklarla tatlı canı sahibine teslim kılmış. Cinayet acısını şehadet şerbetiyle gidermeye çalışmış. Onunla evvela Babadağı’ndan, dededen babadan tanış idik. Sonra atası Sevindik Bey, Bidinçe ucunda kendi adıyla anılan köyü açtı ve orayı gazaya hudut eyledi. Bunlar orta kol akıncı hanelerindendir, yarar yaman erenlerdir.
Kızım, kerimem, gözümün nuru Aynişah’ım, kirpiği yaşlı kaldı, saçına başına toprak çaldı, yüzünü gözünü yırttı, kara donlar giyinip kırk günü aştığında bile üstünden soyunmadı. Bana “O cenazeye varırsan sana bir daha ata demem!” diye gönül koydu. Amma velakin bu göçen kişi benim için herhangi bir Tanrı kişisi değil. Bir can, hatta dokuz can borçlu olduğum bu adama minnetimi göstermek imkânı kalmamıştı, bari ahret atına binmiş gidiyorken uğurlar ola diyeydim. İs rengi kaftanımı eğnime vurundum, talihsiz başıma ak destar sarındım, kara şalvar kara donlar giyindim, atımı eyerledim, yancığıma bir tutam kaşkavalı azık edip, haydi bismillah çevirip yola çıktım.
Bidinçe kazasından Sevindik köyüne at ile kuşluktan ikindiye varırsınız. Ben de öylece vardım. Arada Kamburlu Dağlar vardır, kışın çoğun karlı olur, emaresi kalır yaza dek. Burayı aştı mı gerisi elif çekmek kadar kolaydır, yular ırgalanmaz. Amma elifin hecesi var gündüzün gecesi var demişler.
Vardığımda, aile dışında cenazeye, birkaç dostu katılmış gördüm. Koca gazi cenazesinde bir küçük topluluk, hey kara baht! Onların dışında sadece, nerden duydularsa cenaze aşına gelmiş rahmetçiler vardı, torbalarını yağlı ekmek ile doldurmakla meşguldüler.
Ali Bey’i vücudundaki oklar, paralanmış kalkanı ve örgülü zırhıyla kuyuya koydular, yıkamadan. Bu kez gerçekten ölmüş, şehadet saymışlar hem de. Hak kabul etsin, ya şehittir cennet-i âlâya varır ya öz canına ve damadıma kıymış kanlı katildir, layığını Tanrı versin. Gedik merhumun namazı dahi yeni kılındı ve Allah kalpleri bilendir ya, kızımın gözünden dökülen yaş olmasa, güveyimin kanı aktı diye pek ırgalanmazdım.
Daha imam “El-fatiha” dememişti ki Ali Bey’in evvelce görmediğim iki oğlu ortalığı birbirine kattı. “Kapı gibi babam armağan diye verdiğin o adi kalkan yüzünden canından oldu, kalkan değil mukavva, pare pare olmuş yedi ok atmayla!” diye haykırdı büyük oğlan. Yarı yaş küçüğü, “Kara günde üstüme varma, bir lahza ırak dur, huzur kıl bir an!” dedi, sesi kemane yayı misal titredi. Ziyadesiyle yakın varan ağabeyini el ayasıyla itti. Büyük, küçüğün yakasına yapıştı, “Sana değil huzur, bir abdest kılarım ki…” dedi, “bir daha da nah bozulur!” İtişip kakışırlarken henüz üzeri örtülmemiş zavallı babalarının kabirdeki bedenleri üzerine yıkıldılar, kan üstüne kanlar kıldılar. Kederli halktan derin bir “ah” yükseldi.
Koşup vardım, ahaliyi yarıp, “Ey ahiler!” dedim. Dövüşü koyup baktılar. “Şu halinize yazık hay! Ali Bey oğlanlarısınız.” Nasıl bir iş ettiklerini azıcık anlayıp toparlandılar. Belki benim gibi cenazenin ikindi sıcağında kokmaya başladığını yakından duydular ve eğlenmeye mahal yoktu bildiler. El uzattım, küçüğü aldım. Büyüğü çıkmadan babasının kanlı yüzünü öptü, kendi çıktı, ağzında kalan kararmış kanı sileyim derken yüzüne gözüne bulaştırdı. Yel gibi esti, sel gibi aktı, kum gibi savruldu, evinin yolunu tuttu.
Küçüğe baktım, babasının mezarı başına çökmüş utançla ağlıyor, omzuna uzanan tanıdık ellerde teselli arıyordu. Amcaları Sevindik oğlu Koparan Bey, yücelerden kopan kayalar gibi peşine düştü gidenin, balta kesmez bıyıklarının arkasından “Hay Zülfü oğlan!” diye bağırdı. “Atana bir pare toprak ataydın?”
Yiğit eslemedi. Anası, Ali’nin karısı Miru Hatun da oradaydı. Yüzündeki kara kâfir yaşmağından gözlerini ve hislerini seçmek güçtü. Ama bilirim ki tülbent olmasa dahi güç olurdu bu iş: Zira ağlamaz gülmez, şaşırmaz ürkmezdi.
Koparan Bey kadına, “Oldu olacak kırıldı nacak,” dedi.
“Bugün yasımız var ise yarın düğünümüz olur, kardaşımın ehlini darda komam evelallah.”
Deminki küçük kardeş başını hüzün kuyusundan kaldırıp amcasının söylediklerine bir an kulak dikti. Zeliha Hatun –ki Koparan Bey hatunudur– elindeki bir kâse kıyılmış soğanı Miru’nun yüz örtüsünden içeri verip fısır fısır, “Bir damla yaş kıl, ayıp ve günahtır,” diyordu. Miru Hatun çekip gitti, Zülfü oğlanın ardı sıra. Gerisinden kara kâfir donunda bir başka hatun yürüdü, iki kişiyle. Sofiya Hatun derler imiş, Tuna ötesinden bacısının acısını duyunca varıp gelmiş çok belaya katlanıp.
Koparan, “Bu karı da nerden geldi,” dedi oğlu Boğa’ya. “Kimdir nedir bir…”
Derken, “El-faaatiha!” denildi, herkes ve her şey sustu. Yalnız Ali Bey’in zırhı üstüne düşen toprak ve çakılın şakırtısı kaldı.
İbadet esnasında şeytan –lanetullahi aleyh– insanın aklına türlü oyun getirir derler. Rahmani’r-rahim demeye kalmadan iblis aklıma girdi. Zülfü oğlan kardeşine “sana bir abdest veririm ki” demişti, “bir daha bozulmaz” hem de. Bozulmaz abdeste gasil demezler mi ey Barak! Önceki güzün o meşum fetvayı soran, “kardeşimi öldürürüm Sultan Mehmed kanunu için, münasip mi?” diyen, ha şu zirzop belhop Zülfü oğlan değil midir? Allah aşkına şunu bir ele getireyim ve sualin cevabı ne imiş belleteyim.
“Amiiin.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıEğer Ben Kâbil İsem
- Sayfa Sayısı199
- YazarEmre Taş
- ISBN9789750534157
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Âşıklar Bayramı ~ Kemal Varol
Âşıklar Bayramı
Kemal Varol
“Babam, tamı tamamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden...
- Her Kimsen – İlk Set ~ R. İdeli
Her Kimsen – İlk Set
R. İdeli
Eflâl serisinin çok satan yazarından spor ve romantizm temalı yepyeni bir gençlik kitabı! Sayın sen, ben Deva. Deva Çetinceviz. Adımdan da anlayacağın üzere ben...
- Kan Ağacı ~ Jale Demirdöğen
Kan Ağacı
Jale Demirdöğen
“…Hatırlamak tutsaklıktır dostlar! Hatıralar ise geçmişin önünde nöbet tutan güleryüzlü gardiyanlar!.. Diyorum ki unutun! Unutun ve kavuşun geleceğinize! Çünkü özgürlük, geçmişin değil geleceğin ellerinde!...