Hayat acı vericidir, hayat korku doludur ve insanoğlu mutsuzdur. İnsanoğlu hayatı seviyor. Acıyı ve korkuyu sevdiği için hayatı seviyor. Yaşamak, acı ve korkunun karşılığında verilmiştir bize. En büyük aldanmamız budur. İnsanoğlu benliğini henüz bulamamıştır. Ecinniler, gelmiş geçmiş en güçlü politik romanlardan biridir. Fransız İhtilalinin de etkisiyle; Rus halkını derinden sarsan ateizm, nihilizm, sosyalizm gibi akımlar üzerine kurulu romanın temel unsurları inanç, ideolojiler ve insanlık halleridir. 19. yüzyıl Rusyası’nın girdiği ideolojik ve dinî açıdan sıkıntılı dönemleri okura sunan, 21. yüzyılda da geçerliğini ve güncelliğini kaybetmeyen bir eser Ecinniler. Yüzlerce yıl sonrasında bile dinmeyen liberal, muhafazakâr, ateist çatışmalarının en şiddetli döneminde ortaya konulan yapıt, ölümsüz konusu ve her çağda ortaya çıkabilecek tipik karakterleri sayesinde, günümüz insanına dahi seslenmeyi başarmış bir klasik haline gelmiştir.
***
Lanet bir gece, tek bir iz yok!
Yolumuzu şaşırdık, biliyorum!
Herhalde ecinni bizi kırlarda dolaştıran
Oradan oraya bizi sürükleyip duran
Ne kadar çoklar, nereye gidiyorlar
Neden şarkıları bu kadar dokunaklı
Umacıyı mı gömüyorlar
Cadıya düğün mü yapıyorlar
A. Puşkin
“İleride, dağda otlayan bir domuz sürüsü vardı. Ecinniler domuzların içine girmek için O’ndan izin istediler. O da izin verdi. Ecinniler insanoğlunun içinden çıkıp domuzların içine girdiler. İçinde ecinni olan domuzlar koşarak kendilerini uçurumdan göle atarak boğuldular. Olan bitene şahit olan çobanlar, gördüklerini köylerde şehirlerde anlatmaya başladılar. İnsanlar onları görmeye koştu. Dağda içinden ecinnilerin çıktığı insanı giyinmiş kuşanmış, aklı başında, İsa’nın ayakları dibinde oturur halde bulunca korkuya kapıldılar. İçine ecinni giren insanoğlunun nasıl kurtulduğunu görenler görmeyenlere anlattılar.”
Luka İncili’nden, 8. Bölüm, 32-36
BİRİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM
Başlangıç Olarak Pek Saygıdeğer Stepan Trofimoviç Verhovenski’nin Biyografisinden Bazı Bilgiler
I
Tecrübeli bir yazar olmadığım için, şimdiye kadar kaleme almaya değer olaylar yaşanmayan kentimizde yakın zamanda olup biten tuhaf hadiseleri aktarmaya başlamadan evvel, biraz geçmiş günlere dönüp yetenekli ve saygıdeğer bir insan olan Stepan Trofimoviç Verhovens-ki hakkında bazı bilgiler vermenin iyi olacağını düşünüyorum. Bu bilgilerin, ileride anlatacağım olaylara bir giriş niteliğinde olacağını ümit ediyorum.
Lafı daha fazla dolandırmadan Stepan Trofimoviç’in, aramızda -özellikle de bir yurttaş olarak- her zaman özel bir yeri olduğunu söylemeliyim. O da bunu bilir ve rolünün gereğini büyük bir tutkuyla yerine getirirdi. Bu rolün onda alışkanlık haline geldiğini, daha doğrusu gençlik senelerinden beri iyi bir yurttaş, halk arasında tanınan bir insan olma arzusunun pek güçlü olmasından kaynaklandığını söylemek daha doğru olur. Mesela polis takibatına uğramış mimli bir adam olmaktan, ya da sürgün edilmiş olduğunu düşünmekten büyük bir haz duyardı. Bu iki kelimenin, yani takibat ve sürgün kelimelerinin büyüsü onu seneler boyunca kendi gözünde yüceltmiş, sonunda kendi benliğini dev aynasında görmesine yol açan ve bir övünme kaidesi üzerinde duran görkemli bir heykel gibi durduğunu hayal etmeye başlamıştı. Geçen yüzyılda hicivli bir İngiliz romanının kahramanı olan Gulliver, halkı ancak on santim boyunda olan Lilliputlar ülkesinde kendini bir dev olarak görmeye o kadar alışmıştı ki; döndükten sonra Londra caddelerinde yürürken bile, kendinin hâlâ bir dev, etraftakilerin de cüce olduğunu düşünerek onları ezmemek için yoldan geçen arabalara ve insanlara önünden çekilmeleri için bağırırdı. Ama bu hareketleri insanların ona gülmesine ve onunla alay etmesine neden olur; hatta, bazı arabacılar kendini dev olarak gören bu adamı acımasızca kırbaçlamaktan çekinmezdi. Bunun doğru bir davranış olduğu söylenebilir mi? Alışkanlıkları insana her şeyi yaptırabilir. Bay Verhovenski’nin bu duruma düşmesinin sebebi de alışkanlıklarıydı işte. Yalnız şunu da söylemek gerekir ki Stepan Trofimoviç ne olursa olsun son derece iyi kalpli bir insandı.
Hayatının son dönemlerinde unutulduğunu, adının sanının pek anılmaz olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öte yandan hiç tanınmamış, kıyıda köşede kalmış biri olduğunu iddia etmek de ona haksızlık olur. Yaşadığı dönemin ünlüleri arasında yer aldığı ve genç nesil tarafından liberalizmin öncüleri arasında anıldığı şüphe götürmez bir gerçektir. Göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre için bile olsa ismi birçok insan tarafından, Çadayev, Belinski, Granovski ve çalışmalarına yeni başlamış, ismi yurt dışında henüz duyulmamış Hertzen’le birlikte anılmıştır. Ne yazık ki kendi açıklamalarından da anlaşılacağı üzere Stepan Trovimoviç’in çalışmaları, peş peşe yaşanan kötü rastlantılar kasırgası sebebiyle başladığı gibi bitmek zorunda kalmıştır. Ne düşünürsünüz? Nihayet böyle bir kasırganın yaşanmadığı, hatta olayların böyle gelişmediği ortaya çıktı. Büyük bir şaşkınlık yaşayarak ama doğru olduğundan şüphe edilmesi imkânsız bir şekilde, çok güvendiğim bir kaynaktan öğrendim ki, Stepan Trovimoviç, herkesin sandığı gibi sürgün olarak yaşamak bir yana, polis tahkikatına bile uğramamıştır. İşte asıl durum böyleyken siz hayal gücünün genişliğine bakın ki, bazı makamların, hayatı boyunca attığı her adımı takip ve kontrol ettiğine, hatta son yirmi yıl içinde şehrimizi yönetmek üzere atanan son derece başarılı üç valinin de Pyotrsburg’tan gelirken yanlarında kendisi hakkında düzenlenen bir sürü dosya ve uyarılarla yola çıktığına inandı durdu. Ama birileri çıkıp sevgili Stepan Trovimoviç’imize, korkması gereken hiçbir şey olmadığını söylese ve bunları da inkâr edilemez delilerle ortaya koymaya kalksa, kesinlikle güceneceği de gün gibi aşikârdı. Bununla birlikte son derece zeki ve yetenekli bir insandı. Bilimsel alanda fazla bir şey yapmamış olmasına rağmen ona bilgin diyenler bile vardı. Aslına bakarsanız bilimsel bir çalışması olduğunu da sanmam. Ama Rusya’da bilim adamlarının başına sık sık gelmez mi bu?
Avrupa’dan döndüğü zaman, 1840 yılının sonuna doğru, kendisine üniversitede bir kürsü verdiler; yanlış hatırlamıyorsam ya iki ders verebildi ya üç. Bu dersler de Araplar hakkındaydı. Sonra küçük bir Alman kasabası olan Hanau’nun 1413 ve 1428 seneleri arası dönemdeki toplumsal ve iktisadi özellikleri hakkında çok parlak bir tez hazırladı. Ama bu tezin hangi özel ve karanlık sebeplerden dolayı ilgi görmediği de bir türlü anlaşılamadı. O dönemin Slavcı yaklaşımlarına yönelik ağır saldırı ve eleştiriler taşıyan bu inceleme yüzünden, kısa zamanda birçok düşman edindi. Daha sonra üniversitedeki kürsüsü de elinden alınınca, nasıl bir adam kaybettiklerini onlara göstermek için -intikam almaya çalışmak söz konusu bile olamazdı- Dickens’ten çeviriler yapan ve George Sand’in fikirlerini savunan aylık bir dergide yazılar yazmaya başladı. Yazılarında şövalyelerin üstün ahlaki erdemlerinin sebepleri ve kaynaklarına dair bilgece görüşler yer alıyordu. Her şeye rağmen bu yazılarda soylu düşünceler de baş gösteriyordu. Sonradan çıkan söylentilere göre, bu yazıların devam etmesi yasaklanmış, hatta yayımlanan ilk bölümden dolayı bu ilerici derginin başına gelmeyen kalmamıştı. Bunda doğruluk payı olabilir. Hem o günlerde böyle şeylerin olmadığını söylemek mümkün mü? Ama büyük bir ihtimalle, yazarın, tembelliği yüzünden yazıların sonunu getiremediğini düşünmek daha akıllıca olacaktır.
Araplar hakkmdaki derslerine son vermesine sebep olan şeyse, Stepan Trovimoviç’in dostlarından birine yazdığı, içinde suya sabuna dokunan hususların bulunduğu ve muhtemeldir ki bazı gerici düşmanlarının eline geçen bir mektup olduğu söylenir. Bu mektup düşmanlar tarafından bir yetkiliye ulaştırılır ve çok da önemli olmayan birileri, bu mektup yüzünden kendisinden bir açıklama ister. Bu sırada, doğru mu yanlış mı bilmem ama altı çizilerek anlatılanlara göre, Pyotrsburg’da devletin yapısını temelden sarsmaya yönelik eylemler planlayan otuz kişilik yasadışı bir örgüt ortaya çıkarılır. Söylentilere göre bu örgüt, Fourier’in eserlerini çevirmeye hazırlanıyormuş. Aksilik bu ya, o sırada Moskova’daki yetkililer Stepan Trovimoviç’in gençlik dönemlerinde Berlin’de yazdığı ve edebiyata meraklı iki gençle bir öğrenci tarafından teksir yoluyla çoğaltılan şiir tarzındaki bir oyununu ele geçirirler. O oyunun bir kopyası şu anda masamın üzerinde duruyor.
Stepan Trovimoviç’in bu eseri kendi el yazısı ile yazıp, bir de ithaf ilave etmiş ve kırmızı marokenle kaplayarak bana hediye etmişti. Şunu itiraf etmeliyim ki, oyunun edebî bir değeri var; hatta yazarının yetenekli olduğunu bile söylemek mümkün. O zamanlarda, yani 1830’lu senelerde bu tarz lirik dramlar sıkça yazılırdı. Oyunun konusunun ne olduğunu sorarsanız, samimi olarak söylemem gerekirse, tam olarak anlayamadığım için bunu açıklamaya benim gücüm yetmez. Faust’un ikinci bölümüne benzeyen alegori ve mecazlar taşıyan bir lirik drama olduğunu söyleyebilirim.
Sahne kadınlar korosu ile açılır, erkekler korosu ile devam eder, daha sonra ruhların korosu gelir. Nihayet hiçbir zaman yaşamamış ama yaşamak için kıvranıp duran ruhların korosu ile son bulan eserde, bütün bu korolar pek de belli olmayan bir biçimde, mizahi bir yaklaşımla sanki birilerini suçlarlar. Sonra aniden sahne değişir ve ‘yaşayanların bayramını’ andıran bir gösteri başlar. Bu bayramda böcekler bile şarkıya katılır. Sonra ortaya çıkan bir kaplumbağa Latince dualara benzeyen sözler söylemeye başlar. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, tamamen cansız olan bazı madenler bile şu ya da bu şekilde koroya katılır. Genelde hepsi bir şarkı söyler. Konuştukları zaman da birbirlerini eleştirirler. Başlarda anlamsız gibi görünen bu sözler gitgide anlam kazanır ve etkili olmaya başlar. Derken sahne yine değişir ve çorak bir araziye dönüşür. Taşların arasında avare avare dolaşan modern görünümlü genç bir adam bazı otları kopararak bunların sularını emer. Bunu gören bir peri, genç adama neden böyle yaptığını sorar. Genç, bitkilerin özsuyunda bulunan hayatın bütün zenginliğini hissetmek için onları emdiğini ve olabildiği kadar çabuk bir şekilde (bana gereksiz bir istek gibi görünüyor) inancını kaybetmek istediğini söyler. Bundan sonra dörtnala giden yağız bir atın üzerinde yakışıklı bir adam görünür. Bu adam ölümü temsil etmektedir. Arkasında da ölümün peşinde koşan farklı milletlerin oluşturduğu bir ordu vardır. Nihayet en son sahnede Babil Kulesi görünür. Bazı esirler umut şarkıları söyleyerek kuleyi tamamlamaya çalışmaktadır. En tepeye, tanrıların katma çıkınca oradaki Tanrı (sanırım Zeus) komik bir şekilde kaçar ve insanlar onun yerine geçerek yeni bir hayata başlar.
İşte o günlerde tehlikeli bulunan oyun buydu. Geçen sene Stepan Trovimoviç’e artık korkacak bir durum olmadığını ve bu oyunu yayımlamak gerektiğini düşündüğümü belirttim. İstemedi ve teklifimi biraz da alınganlık göstererek reddetti. Oyunun zararsız olduğu yönündeki düşüncem pek hoşuna gitmemişti; bu yüzden iki ay kadar bana soğuk davrandı. Ama sonra ne oldu dersiniz? Burada yayımlatmak istemediği oyunun Avrupa’da devrimci fikirleri savunan bir dergide üstelik kendisinden izin alınmaksızın yayınlandığını öğrenince müthiş bir korkuya kapıldı. Önce soluğu valinin yanında aldı. Sonra, kendisini savunan ve onlara bağlı olduğunu anlatan bir mektup yazdı, Pyotrsburg’daki yetkililere gönderecekti. Bana da iki kere okuduğu bu mektubu hiçbir zaman postalayamadı. Çünkü hangi makama göndermesi gerektiğini bilmiyordu. Bu olay yüzünden bir ay boyunca huzursuz oldu. Ama ben onun bu durumdan dolayı çok mutlu olduğunu ve gizliden gizliye gururunun okşandığını hissedebiliyordum. Ne yapıp edip bir şekilde o derginin bir nüshasını bulmuş ve elinden düşürmez olmuştu. Geceleri yatağının altına saklıyor, yatağının düzeltilmesine bile izin vermiyordu. Her gün bir yerlerden telgraf bekliyor ve bizlere küçümseyerek bakıyordu. O dönemde benimle de yeniden barıştı. Bu aslında onun kin tutmayı bilmeyen, iyi kalpli bir insan olduğunun da delilidir.
II
Steopan Trofimoviç’in inançları ve yaptıkları yüzünden hiç sıkıntı çekmediğini söylemek de yanlış olur; ama şunu iyi biliyorum ki gerekli açıklamaları yapsa, Araplar hakkmdaki derslerine devam edebilirdi. Eğer o ‘etkili olma’ tutkusuna kapılmasa ve bütün çalışmalarının ‘ters olaylar fırtınası’ yüzünden yok olduğuna inanmakta bu kadar aceleci davranmasa daha iyi şeyler yapabilirdi. Bana kalırsa hayatını değiştiren asıl olay bu söyledikleri gerçeğin ta kendisidir- Tümgeneral Stavrogin’in karısı, Varvara Petrovna Stavrogina’nm ona yaptığı son derece nazik teklifi ve bu teklifin ısrarla yinelenmesiydi. Varvara Petrovna çok iyi ve yetenekli bir eğitmen olduğu kadar iyi bir dost olan Bay Verhovenski’nin, tek oğlunun eğitimini üstlenmesini istiyordu. Bu iş için teklif edilen maaşın ne kadar göz kamaştırıcı olduğundan bahsetmiyorum bile. Bu teklif ona ilk defa iletildiği sırada Berlin’deydi ve ilk karısını henüz kaybetmişti. Bizim buralardan olan karısı, eli yüzü düzgün ama biraz gözü dışarıda bir kızdı. Onunla evlenmesi gençliğin tecrübesizliği sebebiyle pek de düşünmeden işler yaptığı ilk dönemlere rastlamıştı. O kadınla bir hayli zor günler geçirdiğini tahmin ediyorum. Gelirlerinin giderlerini karşılamaması ve bazı hassas sebepler dolayısıyla güzel karısıyla ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılıktan üç sene sonra Bayan Verhovenskaya, arkasında beş yaşında bir erkek çocuğu bırakarak Paris’te öldü. Stepan Trovimoviç, sonraki günlerin birinde bana, “Bu çocuk henüz gölge düşmemiş, mutlu bir aşkın meyvesidir.” demişti. Çocuk daha sonra eğitilmesi için Rusya’da, uzak bir şehirde bulunan akrabaların yanma gönderilmişti.
Stepan Trovimoviç, Varvara Petrovna Stavrogina’nm teklifini reddettiği sırada işte böyle bir durumdaydı. Derken henüz karısının ölümünün üzerinden bir sene bile geçmemişti ki, konuşmak yerine susmayı tercih eden Berlinli bir kızla evlendi. Bana kalırsa bu evliliğin mantıklı bir sebebi yoktu. Aslında eğitmenlik görevini kabul etmemesinin asıl sebebi, bu ikinci evlilikten ziyade başka şeylerdi. O zamanlar ünlü olmak sevdası kanında dolaşıyordu. Bu yüzden tanınmış, adı dillerden düşmeyen bir profesörün telkiniyle üniversitedeki görevi kabul etmiş ve kendi kanatlarıyla uçabileceğini kanıtlama sevdasına düşmüştü. Zaten uzun zamandır buna hazır olduğunu düşünüyordu. Ama işler düşündüğü gibi gelişmemiş, kanatları kırılmıştı. İşte o sırada daha evvel reddettiği bu teklif akima geldi. İlk andan itibaren kafasını kurcalayıp duran bu teklif, evlendikten bir sene sonra ikinci karısının da ölmesi neticesinde, yeniden ve artık tereddüde yer bırakmaksızın sonuca bağlanmış oldu. Açıkça söylemek gerekirse Varvara Petrovna ona içten bir ilgi gösteriyor, kollarını dostça açıyordu. O da kendini bu kolların arasına bıraktı. Dostluk hakkında böyle ifadeler kullandığım için yanlış anlaşılmak istemem. Demek istediğim, iki ileri görüşlü insan birbirlerine karşı tam yirmi sene boyunca incelikli bir dostluk bağıyla bağlı kaldılar.
Stepan Trovimoviç’in eğitmenlik görevini kabul etmesinin başka sebepleri de vardı. İlk karısından miras kalan küçük çiftlik, bizim buralarda, Stavroginlerin sahip olduğu gösterişli Skvoreşniki malikânesinin yakınlarında bir yerdeydi. Ayrıca burada kendine tahsis edilecek bir çalışma odasının sessiz yalnızlığında üniversitede olduğu gibi, araştırmalardan başka işlerle uğraşmak zorunda kalmadan, bilim ve edebiyatla ilgilenebilecekti. Zengin Rus edebiyatı hakkm-daki derin çalışmalarını, zaman alan külfetli işlerden uzakta rahatça yürütebilecekti. Programın bu bölümü hiçbir zaman hayata geçmedi ama halk şairinin dediği gibi, Sitemlerle doluydun Vatanın karşısında dururken Ey liberal ülkücü. hayatının sonuna kadar canlı bir sitem abidesi olarak kaldı.
Gerçi şiirde anlatılan kişi, can sıkıcı olmasına rağmen bu işi sırf gösteriş olsun diye hayatının sonuna kadar devam ettirebilirdi, ama Stepan Trovimoviç kendine her ne kadar böyle insanları örnek alsa da, gösteriş için bile olsa, bu işten yorulup yan gelip yatmakta herhangi bir sakınca görmezdi. Hakkını yememek gerekir, yattığı yerde bile sitemlerle dolu olabiliyordu. Zaten bu bizim gibi dar kafalı insanlar için yeter de artar bile. Hele onu kulüpte kâğıt oynamak üzere masaya oturduğu zaman görmeliydiniz. Her haliyle “Burada oturmuş sizinle kâğıt oynuyorum. Benim bu duruma düşmemdeki suç kimin? Sen kaybettin. O zaman yok ol Rusya.” der gibi durur, sonra kibar bir tavırla elindeki karo kozunu oynardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, kâğıt oynamayı çok severdi. Son zamanlarda sürekli kaybetmesi sebebiyle Varvara Petrovna ile sık sık tartışmaya başlamıştı. Çok can sıkıcı bir hal alabilen bu tartışmaları daha sonra anlatacağım. Yalnız şimdilik şu kadarını söylemek isterim ki o vicdanlı biriydi (ara sıra bile olsa) ve çektiği sıkıntılar bu yüzdendi.
Varvara Petrovna ile süren yirmi senelik arkadaşlıkları boyunca, senede üç ya da dört kere melankoli nöbetlerine tutulduğu olurdu. Biz bu nöbetlere ‘yurttaşlık sıkıntısı’ adını koymuştuk. Bayan Stav-rogina bu tabiri çok beğenirdi. Daha sonraları, yurttaşlık sıkıntısının yanı sıra bir de şampanya hastalığına yakalandı. Bereket versin ki ince düşünebilen bir kadın olan Bayan Stavrogina, bütün hayatı boyunca onun bu bayağı isteklerine karşı koyabilmeyi başardı. Aslına bakarsanız sergilediği garip davranışlar sebebiyle onun bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mesela soylu bir kederin tam ortasında olduğu sırada, aniden halktan biriymiş gibi abartılı kahkahalar atarak gülmeye başlardı. Kendi kendine konuşur, zaman zaman uygunsuz şeyler söylediği de olurdu. Geleneklerle yoğrulmuş Varvara Petrovna, onun bu tarz konuşmalarından hiç hoşlanmaz, utanırdı. Daima soylu nedenlerle görevini yapmaya çalışan klasik bir kadındı. Bir zavallı olarak gördüğü arkadaşını yirmi sene boyunca koruyup kollarken, aynı zamanda onu etkileyip dönüştürmeye de çalıştı. İşte sırf bu yüzden bile olsa ondan söz etmek gerekiyor. Ben de tam olarak bunu yapacağım.
III
Bazı garip dostluklar vardır. İki dost ellerinden gelse birbirlerini yer; ama yine de hayat boyu birbirlerinden ayrılmaz, içtikleri su ayrı gitmez. Bunlardan biri bu dostluğu bitirmeye kalksa, hastalanır ve hatta kederinden ölebilir. Yaptıkları özel tartışmaların ardından, Bayan Stavrogina kalkıp gittikten sonra, Stepan Trovimoviç’in kanepeden fırlayıp duvarları yumrukladığını çok iyi bilirim.
Abartmadan söylüyorum, yine böyle bir kavganın ardından yumruklanan duvarların sıvası dökülmüştü. Bu ince ayrıntıları nereden bildiğimi merak ediyorsanız söyleyeyim. Bunların bir kısmına bizzat şahit oldum. Öyle ki Stepan Trovimoviç’in, Varvara Petrovna ile yaptığı konuşmayı renkli kelimelerle anlatırken, başını omzuma dayayıp birçok kere ağladığını bilirim. Bu ağlamalardan sonra her zaman tekrarlanan davranışlar da vardı. Ertesi sabah, nankörlüğü yüzünden kendini çarmıha germeye hazır olurdu. Varvara Petrovna’nm ne kadar iyi kalpli, hassas ve şerefli, kendisinin ise tam tersi bir insan olduğunu anlatmak için ya beni çağırtır ya da koşarak kendisi gelirdi. Bazen bana içini dökmek onu sakinleştirmeye yetmez, Varvara Petrovna’ya kendi imzasıyla, pek edebî ifadelerle bezenmiş mektuplar yazardı. Bu mektuplarda genellikle “Geçen gün bir yabancıya, sırf gösteriş olsun diye yanınızda kalmama izin verdiğinizi, benden nefret ettiğinizi, aslında benim bilgi ve yeteneklerimi kıskandığınızı, sizin yanınızdan ayrılırsam edebiyatsever isminizin zarar göreceğinden korktuğunuz için bu kin ve nefretinizi dışa vurmadığınızı anlattım. Bu kadar alçalabildiğim için kendimden tiksiniyor ve ölmeye karar vermiş bulunuyorum. Şimdi sizden kaderimi belirleyecek son bir kelime bekliyorum.” tarzında sözler olurdu. Bunları okuduktan sonra onun gibi elli yaşma gelmiş çocuk ruhlu birinin sinir krizleri sırasında işi nerelere kadar vardırabildiğini daha iyi anlarsınız. Önemsiz bir meseleden kaynaklanmasına rağmen giderek büyüyen bir tartışmadan sonra yazılan bu mektuplardan birini ben de gördüm. Anladığım kadarıyla tartışma sırasında ağır sözler söylenmiş ve birbirlerini kırmışlardı. Mektup bu olaydan sonra yazılmıştı. Yazdıklarını okuyunca dehşete kapılmış ve göndermemesi için vazgeçirmeye çalışmıştım. Heyecanlı bir ifadeyle:
“Bu mümkün değil. Onurlu bir davranış bunu gerektirir. Bu bir görev. Ona her şeyi anlatmazsam kahrımdan yaşayamam.” demiş ve mektubu göndermişti.
Varvara Petrovna ile farkları işte buradaydı. O hiçbir zaman böyle bir mektubu göndermezdi. Şu bir gerçek ki Stepan Trofimoviç kendini yazmaktan alıkoyamıyordu. Birlikte aynı evde yaşadıkları halde Varvara Petrovna’ya mektup yazmaktan geri kalmaz, sinir krizleri sırasında mektup sayısı günde ikiye çıkardı. Varvara Petrovna günde iki mektup alsa bile, bunları büyük bir dikkatle okur, gerekli gördüğü yerleri işaretler, sonra da sıraya koyarak özel bir kutu içinde saklardı; bunları kalbinin bir hâzinesi olarak kabul ederdi. Ona herhangi bir cevap yazmaz, sanki hiçbir şey olmamış, bir gün evvel aralarında şiddetli bir tartışma yaşanmamış gibi davranarak dostuyla konuşmaya devam ederdi. Zaman içinde olaylar öyle bir hale geldi ki Stepan Trofimoviç, artık bir gün evvel olan biteni ona hatırlatmak cesaretini bulamaz oldu. Her şeye rağmen dostunun gözlerine sert bir ifadeyle bakmaktan da geri duramıyordu.
Stepan Trofimoviç’in aksine, Varvara Petrovna olanları kolay kolay unutmazdı. Onun soğukkanlı tavırlarından cesaret bulan Stepan Trofimoviç, arkadaşlarıyla birlikte şampanya içip eğlenirken bol bol şaklabanlık yapmaktan da geri kalmazdı. Kendisine zehirli bir nefretle bakan Varvara Petrovna’nm farkında bile olmazdı böyle zamanlarda. Aradan geçen zamanın ne kadar olduğunun önemi yoktu; bu bir hafta da, altı ay da olabilirdi. Yazdığı mektuplarda kullandığı bir ifadeyi hatırlar, öylesine üzülür, öylesine pişman olurdu ki, fiziksel yapısının kendine has bir özelliğinden olsa gerek, midesine sancılar girer, bu yüzden kıvranır dururdu.
Varvara Petrovna Stavrogina’mn, Stepan Trofimoviç Verhovenski’den nefret etmesi için birçok sebebi vardı şüphesiz. Ama Stepan Trofimoviç’in anlayamadığı şey, Bayan Stavrogina’nm onu artık kendi çocuğu ve keşfi gibi gördüğüydü. O artık kendi canından bir parçaydı, eti kemiği olmuştu. Onu idare etmeye çalışması, yanından ayrılmasını istememesi yeteneklerini kıskandığı için değil, bu yüzdendi. Stepan Trofimoviç’in kendisi hakkında böyle düşündüğünü öğrenmek, kim bilir onu ne kadar üzmüştür. Nefret, kıskançlık ve kinle karışık güçlü bir sevgi, onun duygularını ifade edebilecek en doğru kelimelerdi belki. Onu tam yirmi iki sene boyunca her türlü tehlikeden korumuş, üzerine toz kondurmamıştı. Bir şair, bilgin ya da sosyal kişilik olarak dostunun, bir an bile tehlikede olduğunu hissetse uykusu kaçardı. Çünkü Trofimoviç’i o keşfetmiş ve kendi keşfine önce o inanmıştı. Stepan Trofimoviç, onun gördüğü bir rüya gibiydi… Bunların karşılığında ondan beklediklerinin az olduğunu söyleyemeyiz. Neredeyse bir kölenin sahibine gösterdiği itaati beklerdi. Ne kadar kindar bir kadın olduğunu anlatacak kelime bulmak bir hayli zordu. Sırası gelmişken bu konu hakkında size iki olay anlatayım.
IV
Köylülerin özgürlüklerine kavuşacağı haberlerinin dillerde dolandığı, bütün Rusya’nın yüzünün güldüğü, yeniden doğmak için hazırlıklarının başladığı zamana denk gelen günlerde, reform hareketleriyle ilgili ve yüksek sosyete ile yakın ilişkileri olan Pyotrsburglu bir Baron, şehrimize uğrayıp Varvara Petrovna Stavrogina’yı ziyaret edecekti. Kocasının ölümünün ardından yüksek sosyete ile bağları zayıfladığı, gittikçe azalarak tamamen kopma noktasına geldiği için, bu ziyaret Varvara Petrovna açısından çok önemliydi.
Baron’un ziyareti bir saat kadar sürdü ve kendisine çay ikram edildi. Yanlarında başka misafir yoktu. Varvara Petrovna yalnızca Stepan Trofimoviç’i davet etmiş ve Baron’la tanıştırmıştı. Baron, Stepan Trofimoviç’in ismini daha önceleri duyduğunu ima etmesine rağmen, çay içerlerken onunla çok az sohbet etti. Stepan Trofimoviç de, onun üzerinde iyi bir etki bırakmak için elinden gelen gayreti gösteriyor, son derece kibar ve göz alıcı davranışlar sergiliyordu. Soylu bir aileden gelmese de, Moskova’da aristokrat bir ailenin yanında yetiştiği için onlar gibi davranıyor, Fransızcayı bir Parisli kadar düzgün konuşuyordu. Böylece Baron, taşrada bile yaşasa Varvara Petrovna’nm çevresinde ne tür insanların bulunduğunu anlayacaktı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve beklenen sonuç alınamadı. Baron reform söylentilerinin henüz çok yeni olduğunu anlatmaya başlamıştı ki, Stepan Trofimoviç elinde olmadan coşkunluğunu engelleyemedi ve “Yaşasın!” diye bağırdı. Bu sırada bağırmakla kalmamış, haberin kendisini ne kadar heyecanlandırdığını daha iyi anlatabilmek için bir de el hareketi yapmıştı. Aslında çok yüksek sesle bağırmamıştı; hatta kibarca olduğu bile söylenebilirdi. Zaten içten gelen bir coşkunun ifadesi olmaktan ziyade, çay partisinden evvel ayna karşısında yarım saat kadar çalışılmış bir davranıştı. Ancak bu davranış tam bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Hafifçe gülümseyen Baron, bu büyük olay karşısında tüm Rus halkının duygulanmasının çok normal olduğunu söylemekle birlikte, hafifçe gülümsemekten de geri kalmadı. Bundan sonra ayrılmak üzere kalkan Baron, Stepan Trofimoviç’in elini sıkmak için iki parmağını uzatmayı da ihmal etmedi.
Büyük salona dönen Varvara Petrovna önce masanın üzerinde bir şeyler arıyormuş gibi birkaç dakika sessiz kaldı ve oyalandı. Sonra aniden Stepan Trofimoviç’e dönerek, soluk bir yüz ve ateş püsküren gözlerle tıslar gibi fısıldadı:
“Bu yaptığınız için sizi hiç affetmeyeceğim!”
Ertesi gün dostuyla karşılaştığı zaman sanki hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Bir daha o olayla ilgili tek kelime etmedi, ta ki on üç sene sonra o kötü anlarından birinde bu olayı hatırlayıp dostuna sitem edinceye kadar. On üç sene sonra bile bu olaydan bahsederken rengi yine soluktu ve gözleri ateş püskürüyordu. Stepan Trofimoviç’e hayatı boyunca yalnızca iki kere “Bu yaptığınız için sizi hiç affetmeyeceğim! ” demişti. Baron’un yanında yaşanan olay İkinciydi. Birinci olay da en az onun kadar önemliydi ve anlaşılan o ki Stepan Trofimoviç’in geleceğinin şekillenmesinde çok etkili olmuştu. Bu yüzden bu hadiseyi de anlatmamak olmaz.
Bu olay Kırım’a doğru hareket halinde olan orduya katılmak üzere yola çıkan uçarı ve yaşlı Tümgeneral Stavrogin’in mide kanamasından öldüğü haberinin Skvoreşniki’de duyulduğu 1855 senesinin Mayıs ayma rastlar. Farklı karakterlere sahip olmaları sebebiyle kocasından son dört senedir ayrı yaşayan Varvara Petrovna pek öyle yanıp ya-kılmasa da, yas dönemindeydi. Tümgeneralin maaşı dışında yüz elli köylüsü, soyluluk unvanı ve sosyete ile iyi ilişkileri vardı. Geri kalan bütün para ve Skvoreşniki malikânesi, çok zengin bir komisyoncunun tek kızı olan Varvara Petrovna’ya aitti. Böyle olmakla beraber, kocasının bu ani ölümü onu yine de sarsmış, dünyadan elini ayağını çekmesine sebep olmuştu. Elbette Stepan Trofimoviç de bir an için olsun yanından ayrılmıyordu.
Mayıs ayının en güzel zamanlarıydı. Yabani kirazlar çiçek açmıştı. İki dost her akşam bahçede buluşur ve karanlık bastırana kadar kameriyede oturur, birbirlerine içlerini dökerlerdi. Şairane anlardı bunlar. Hayatındaki ani değişikliğin de etkisiyle her zamankinden daha çok konuşan Varvara Petrovna dostuna kopmaz bağlarla bağlanmıştı. Böyle birçok akşam yaşandı. Aniden Stepan Trofimoviç’in aklına garip bir düşünce takıldı. Bu teselli arayan kadın, yas döneminin sonunda kendisinden bir evlenme teklifi mi bekliyordu? Ahlaksızca bir düşünce olsa da, her zaman yeni fikirler geliştirmek için uğraşan zeki bir insanın akima bu tarz şeyler daha çabuk gelirdi. Bu ihtimali kafasında iyice tarttıktan sonra durumun böyle olduğuna karar verdi. Bunun üzerine tekrar düşündü. Varvara Petrovna’nm büyük bir serveti olduğu doğruydu ama güzel sayılmazdı. İri kemikli, uzun boylu, sarı benizli ve at gibi uzun yüzü olan bir kadındı. Stepan Trofimoviç’in tereddüdü gittikçe büyüyor, şüphe içinde kıvranıyordu. Karar veremediği için de birkaç kere ağladı (zaten sık sık ağlardı). Geceleri kameriyede otururlarken yüzüne biraz işveli, tepeden bakan, kaprisli ve alaycı bir ifade yerleşiyordu. Bu her nasıl oluyorsa, iradesi dışında oluyordu. Gerçekten, bir insanın yüzündeki ifadenin açıklığı, onun ne kadar onurlu olduğunun da işaretidir. İşin aslını Tanrı bilir; ama Stepan Trofimoviç’in kendi kendine gelin güvey oluyor, Varvara Petrovna’nm duygularının kaynağı hakkında yanlış fikirlere kapılıyordu. Ayrıca bu kadının Stavrogin ismini, ne kadar ünlü olursa olsun Verhovenski ile değiştirmek gibi bir düşüncesi olamazdı. En fazla biraz gönül eğlendirmek, ya da kadınca bir flört etme isteği diyebiliriz belki; ama kadın ruhunun derinliklerinde olup bitenleri kim bilebilir ki. Her neyse biz devam edelim.
Varvara Petrovna dostunun yüzüne yerleşen bu garip ifadeyi anlamakta gecikmedi. Çünkü çok hassas ve sezgileri çok güçlü bir kadındı. Stepan Trofimoviç de böyle durumlar karşısında ne yapacağını bilemez saf bir çocuk gibi olurdu. Konuşmalar yine hep olduğu gibi şairane ve içten bir şekilde devam ediyordu. Bir gün karanlık basarken iki dost, tatlı bir sohbetin ardından Stepan Trofimoviç’in oturduğu barakanın kapısının önünde birbirlerinin ellerini sıcak ve candan bir tavırla sıkarak mutlulukla ayrılmışlardı. Stepan Trofimoviç her yaz, villadan ayrılır ve bahçede bulunan bu küçük barakaya taşınırdı. İçeri gireli birkaç dakika olmuş, elinde henüz yakmadığı purosu ile düşüncelere dalmıştı. Yorgundu ve kıpırdamadan pencerenin önünde duruyor, tüy gibi hafif bulutların ayın yanından kayarcasma süzülüp geçişini seyrediyordu ki, aniden duyduğu bir hışırtı ile şaşırarak arkasına döndü. Az evvel ayrıldığı Varvara Petrovna geri gelmişti. Kadının yüzü mosmor olmuş, dudakları kısılmıştı ve kenarları titriyordu.
Varvara Petrona acımasız bir ifadeyle gözlerini Stepan Trofimoviç’in gözlerine dikerek bu şekilde on saniye kadar konuşmadan durdu. Sonra aceleyle fısıldar gibi şu sözler duyuldu:
“Bu yaptığınız için sizi hiç affetmeyeceğim!…”
Aradan on sene geçtikten sonra Stepan Trofimoviç kapıyı kilitleyip bu üzüntü verici olayı fısıldayarak anlattığında, o an şaşkınlıktan yerinde donup kaldığını, hatta Varvara Petrovna’nm ne zaman ayrıldığının farkına bile varmadığını yeminler ederek söylemişti. Varvara Petrovna bu olayla ilgili tek söz etmediği ve ilişkileri hiçbir şey olmamış gibi devam ettiği için, Stepan Trofimoviç bu olayın hastalık öncesi gördüğü bir kâbus olduğunu düşünmeye başlamıştı. Nitekim bu olaydan sonra, o gece hastalanıp on beş gün boyunca yattığı için, kameriyedeki sohbetler de kendiliğinden son bulmuştu.
Trofimoviç, ne olursa olsun -bu olay bir kâbus olsa bile-, her zaman yaşananların bir şekilde açıklığa kavuşmasını arzu etmiş, bu şekilde sona erdiğine inanmak istememişti.
V
Stepan Trofimoviç’in hayatı boyunca giydiği kıyafeti bile, Varvara Petrovna bizzat kendisi tasarlamıştı. Kendine has, göz alıcı bir kıyafetti söz konusu: Düğmeleri neredeyse boğazına kadar iliklenen, uzun etekli ve üzerine tam olarak oturan bir redingot, geniş kenarlı yumuşak bir şapka (yazları hasır olurdu), iri düğmeli, kalın bağlanmış uçları sarkan beyaz fiyonk kravat, gümüş saplı bir baston ve omuzlarına kadar düşen uzun saçlar. Stepan Trofimoviç’in koyu kahverengi saçları son zamanlarda şakaklarından itibaren kırlaşmaya başlamıştı. Sakal, bıyık bırakmaz, her zaman sinekkaydı tıraş olurdu. Gençliğinde çok yakışıklı olduğu söylenir. Bana kalırsa yaşlılığındaki görüntüsü daha etkileyiciydi. Ayrıca elli üç yaşında birine yaşlı denebilir mi? Ama o kendini beğenmiş, vatansever tavrıyla, genç olduğunu iddia etmek bir yana, yaşlı olmakla gurur duyardı. Uzun boyu, ince bedeni ve omuzlarına kadar inen saçlarıyla bir piskoposu; ya da bir yaz günü bahçede, çiçek açmış bir leylak ağacının altındaki bankta, ellerini gümüş saplı bastonuna dayamış, yanında açık bir kitap, dalgın gözlerle güneşin batışını seyreden, 1830’lu senelerin başında bir dergide basılan yazar Kukolnik’i resmini hatırlatırdı. Son zamanlarda okumaktan elini eteğini çeker gibi olmuştu, ama Varvara Petrovna’nm getirttiği çok sayıdaki gazete ve dergiyi okumaktan geri kalmazdı. Rus edebiyatındaki gelişmelerle yakından ilgilenir, ama kendi önemini vurgulamaktan da vazgeçmezdi. Bir ara iç ve dış politikaya eğilmiş, ama nedense kısa süre sonra vazgeçmişti. Bahçeye çıkarken çoğunlukla yanma De Tocqueville’yi alır, ayrıca mutlaka bir Paul de Kock kitabı taşırdı; ama bunu gizlice yapardı. Bunlar önemli şeyler değildi aslında.
Bu arada laf açılmışken Kukolnik’in portresini anlatayım size. Bu portre genç kızlık döneminde Moskova’da soyluların gittiği bir yatılı okulda öğrenciyken geçmişti Varvara Petrovna’nm eline. Yatılı okulda okuyan her genç kızın birilerine âşık olması doğaldır. O da bu portreye âşık olmuştu. Burada önemli olan, Varvara Petrovna’nm genç bir kızken bu portreye âşık olması değil, o portreyi elli yaşma kadar değerli eşyalarla birlikte çeyiz sandığında saklamasıdır. Stepan Trofimoviç için tasarladığı elbiselerin o portredekilere benzemesinin bu sebeple olduğu da söylenebilir belki; ama bu da çok önemli değildir aslına bakarsanız.
İlk yıllarda, daha doğrusu, Varvara Petrovna’nm yanında kaldığı dönemin ilk yarısında Stepan Trofimoviç, bir kitap yazmayı düşünüyor ve her gün bu kitaba başlamak için ciddi hazırlıklar yapıyordu. Ama ilerleyen zamanlarda kitaba dair her şeyi unutmuş görünüyordu. Şu cümleleri sıklıkla duymaya başlamıştık:
“Her şeyin hazır olduğunu düşünüyorum. Çalışmak içim gerekli bütün malzemeleri topladım. Ama nedendir bilinmez, bir türlü olmuyor. Hiçbir şey yazamıyorum.”
Bu sözleri söyledikten sonra kederle başını öne eğiyordu. Bir düşünce adamı olarak böyle davranması, onu bizim gözümüzde daha da değerli kılıyordu şüphesiz. O başka bir şeyin peşindeydi aslında. Sık sık “Artık unutuldum. Kimseye faydam yok kalmadı.” diye dert yanardı. Bu ümitsizlik onda, özellikle elli yaşının son dönemlerinde görülmeye başlamıştı. Varvara Petrovna bu sefer işin ciddi olduğunu anlamıştı. Zaten dostunun unutulmuş, gereksiz bir insan olduğu düşüncesini kabul etmesi mümkün değildi. Hem bu saplantıdan kurtulmasını sağlamak hem de kendini yeniden hatırlatıp, düşüncelerini geliştirmek amacıyla onu Moskova’ya götürdü. Burada dünya edebiyatının gelişmelerini yakından takip eden dostları vardı. Ancak Moskova’ya gitmeleri bu sefer yeterli olmamıştı.
Devir değişmiş, yeni şeyler olmaya başlamıştı. Geçmişteki sessizliğe benzemeyen yeni bir heyecan, garip bir şekilde her yeri sarmıştı. Bu heyecan Skvoreşniki’de bile hissediliyordu. Olup bitenler az çok biliniyordu ancak bunlarla birlikte ortada yığınla farklı fikir de dolaşıyor; bütün bunlar insanın kafasını allak bullak ediyordu. Bu fikirlerin anlaşılması ve insanın kendini bunlara alıştırması imkânsız gibi görünüyordu. Varvara Petrovna kadın olmanın getirdiği dikkatle, bütün bunlarda gizli bir anlam olduğundan şüphelenmeye başlamış ve neler olup bittiğini anlama çabasına girişmiş; gazete ve dergileri, dış ülkelerde basılan yasak yayınları okumaya başlamıştı. Hatta o günlerde yavaş yavaş ortaya çıkan devrimci bildirileri bile okuyordu (hepsini temin edebiliyordu). Ama bütün bunlar kafasını iyiden iyiye karıştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sağa sola mektuplar yazıyor, fakat çok azma cevap alabiliyordu. Cevaplar uzadıkça içinden çıkmak neredeyse imkânsız hale geliyordu. Büyük bir ciddiyetle Stepan Trofimoviç’i yanma çağırıyor, bu fikirleri açıklamasını istiyor, ancak onun yaptığı açıklamalar da yetersiz kalıyordu. Stepan Trofimoviç genel duruma biraz yüksekten bakıyordu. Unutulmuşluk ve kimseye yararlı olamama düşüncesine sıkı sıkıya sarılmıştı.
Sonunda onu da hatırladılar. Önceleri dış ülkelerde yayınlanan dergilerde, sürgün bir düşünce suçlusu olarak ismi geçti. Hemen sonrasında ismi, ünlüler arasında eski bir yıldız olarak Pyotrsburg’da ağızlardan düşmez oldu. Sebebini bilmediğim bir şekilde Radişçev’le bile kıyaslandı. Sonra biri ortaya çıkıp onun ölüm haberini yazarak, hakkında biyografik bilgi vereceğine dair söz verdi. Stepan Trofimoviç aniden dirildi. Kibirli olmasına rağmen çağdaşlarına karşı duyduğu küçümser tavır hemen yok oldu; mevcut hareketlere katılarak gücünü onlara göstermek arzusuyla yanıp tutuşmaya başladı.
Varvara Petrovna yoğun bir çalışmaya girişti. Vakit kaybetmeden Pyotrsburg’a gidecek, her şeyi yerinde öğrenecek ve imkân bulabilirlerse, bütün varlıklarıyla eyleme geçeceklerdi. Bu arada Varvara Petrovna kendi sermayesiyle bir dergi yayınlamaya ve hayatının geri kalan kısmını bu amaç uğruna harcamaya hazır olduğunu bildirdi. İşlerin geldiği noktanın farkına varan Stepan Trofimoviç mağrur bir ifade takınmış ve Pyotrsburg yolculuğunda Varvara Petrovna’ya patronluk taslamaya başlamıştı. Ama bu durum kadının gözünden kaçmadı ve buraya bir mim koydu; bunu unutmayacağı kesindi. Aslında bu yolculuğun, sosyetedeki eski ilişkilerini yeniden canlandırmak gibi başka bir amacı daha vardı. En azından denemek gerekiyordu. Seyahatin resmî sebebi ise, o sıralarda Pyotrsburg Lisesi’ni yeni bitiren tek oğlunu görmek isteği olarak açıklandı.
VI
Neredeyse bütün bir kışı ve büyük perhiz zamanını Pyotrsburg’da geçirmelerine rağmen kurulan bütün rüyalar gökkuşağının renklerini yansıtan bir sabun köpüğü gibi sönüp bitti. Karışıklıklar çözüleceği yerde iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bütün uğraşılara rağmen birkaç küçük ilişki dışında, yüksek sosyete ile tatmin edici bir bağ kurulamamış, eski dostlar Varvara Petrovna’yı soğuk karşılamışlardı. Bu durum karşısında gururu incinen Varvara Petrovna ‘yeni düşüncelere’ merak saldı ve evinde edebiyat geceleri düzenlemeye başladı. Aydın kişilere davetiyeler gönderdi. Kısa bir süre içinde yüzlercesi Varvara Petrovna’nm evinde toplanmaya başladı. Daha sonraları davet beklemeksizin gelip gitmeye başladılar. Beraberlerinde de yeni arkadaşlar getirdiler. Varvara Petrovna böyle aydınları hiçbir arada görmemişti. İnanılmaz derecede kendini beğenmiş, açık sözlü, kibirli insanlardı. Bu halleri asıl görevleriymiş gibi davranıyor, sarhoş geldikleri bile oluyordu. Bütün bunları da, sanki bir gün evvel öğrendikleri zarafet belirtisi olarak takdim ediyorlardı. Yüzlerinden çok önemli bir sırrı yeni çözmüş gibi garip bir ifade okunuyordu. Birbirlerine sövüp sayıyorlar ve bundan gurur duyuyorlardı. Ne yazdıklarını anlamak bir hayli zordu. Birbirlerine küfür ederek konuşanlar arasında eleştirmenler, hiciv, roman ve tiyatro yazarları ile muhabirler vardı.
Stepan Trofimoviç onların arasında en yüksek noktaya kadar gelmişti. Hareket buradan yönetiliyordu. Onu sevinçle ve saygıyla karşılamışlardı. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olan kimse yoktu. Stepan Trofimoviç, bu aydınlarla öylesine ikna edici ve hünerli bir ilişki kurup kaynaştı ki, pek kibirli olmalarına rağmen iki kere Varvara Petrovna’mn salonuna gelmek durumunda kaldılar. Orada son derece ciddi ve kibar davranmışlardı, ama kaybedecek zamanları olmadığı da açıkça belli oluyordu.
O sırada toplantılara eskiden ünlü olan iki üç edebiyatçı da geliyordu. Varvara Petrovna onlarla uzun zamandır tanışıyor, ilişkilerini nazik ve dikkatli bir şekilde sürdürüyordu. Bu ünlü edebiyatçıların aslında sessiz sedasız insanlar olmalarına hayret etmişti. Başlangıçta Stepan Trofimoviç’in şansı yardım etmiş, zamanla edebî toplantılarda halkın önüne çıkar olmuştu. Hatta böyle toplantıların birinde kürsüye ilk çıkışında halk tarafından beş dakika boyunca çılgınca alkışlanmıştı. Dokuz sene sonra bu olayı hatırladığında gözleri yaşarmıştı (şükran duygusundan ziyade, rol yapmayı sevdiği için tabii). Bizzat kendisi, (sadece bana, bir sır olarak) “Size yemin eder ve bu hususta bahse girerim ki, o kalabalık içinde benim hakkımda en ufak bilgiye sahip kimse yoktu.” demişti. Kayda değer bir itiraftı bu. Kürsüye çıktığı zaman, o heyecan içinde bu durumun açıkça farkına varması sağduyusunu koruduğunu gösterir. Öte yandan, dokuz sene sonra bu olayı içinde küskünlük duyarak hatırlaması, sağduyudan ne kadar uzak olduğunun da açık bir delilidir.
Bir ara herkesin imzaladığı iki ya da üç protesto bildirisini imzalaması istendi (bunların neye karşı çıktığını kendisi de bilmiyordu), o da imzaladı. Varvara Petrovna da bazı çirkin hareketler aleyhine bir protesto bildirisini imzalamaya zorlandı ve imzaladı da.
Bu yeni insanların çoğu Varvara Petrovna’mn edebî okuma gecelerinde görünseler de, nedendir bilinmez, ona karşı saklamaya gerek duymadıkları bir küçümseme ve alay içinde davranıyor, bunu bir görevmiş gibi yapıyorlardı. Stepan Trofimoviç üzgün olduğu zamanlarda bu olaylardan söz ederken, Varvara Petrovna’nm onu, o zamandan beri kıskandığını ima ederdi. Varvara Petrovna bu insanlarla ortak hiçbir yönleri olmadığını kuşkusuz biliyor, yine de ortaya güzel bir şeylerin çıkması umuduyla ve kadınlara has açgözlü bir sabırsızlıkla onları evinde toplamaya devam ediyordu. Gece toplantılarında çok az konuşur, genellikle dinlemeyi tercih ederdi. Sansürün kaldırılmasından, Rus alfabesinin Latin alfabesi ile değiştirilmesinden, görevine yeni başlayan birinden, çarşıda yaşanan bir olaydan, millî değerleri koruyarak federal bir yapının kurulması gerekliliğinden, ordunun kaldırılmasından, Polonya sınırının Dinyeper Nehri’ne kadar yeniden şekillenmesinden, tarımda reform ve köylülerin azat edilmesinden, verasetin kaldırılmasından, aileden, çocuklardan, din görevlilerinden, kadın haklarından, Bay Krayevski’nin evinden gibi, benzer konular hakkında konuşulurdu. Bu yeni türeyen insan sürüsünde dalavereciler olduğu kadar her şeye rağmen dürüst insanların da bulunduğu açıktı. Dürüst insanlar, diğerlerine göre daha anlaşılmazdı, kimim kimi yönettiğini söylemek zordu.
Varvara Petrovna bir dergi çıkarmak niyetinde olduğunu söylediği zaman, toplantılara katılanlarm sayısı artmaya başladı. Bununla birlikte aynı dönemde, onun bir kapitalist ve sömürücü olduğu yönünde söylentiler yayılmaya, suçlamalar yöneltilmeye başlandı. Toprağı bol olsun Tümgeneral Stavrogin’in eski bir dostu ve silah arkadaşı değerli (tabii kendi alanında), yaşlı, çok inatçı ve huysuz olarak tanıdığımız dinsizlikten çok korkan, obur General İvan İvanoviç Drozdov, Varvara Petrovna’nm akşam toplantılarından birinde, tanınmış bir gençle tartışmaya girişince, genç adamın ilk söylediği:
“Bunları söyleyebildiğinize göre gerçekten bir general olmalısınız.” oldu.
Burada ‘General’ daha kötü bir hakaret sözü bulunamadığı için söylenmiş olmalıydı. General Drozdov aniden parlayarak:
“Evet efendim,” diye cevap verdi, “ben bir generalim, hem de Çarına büyük hizmetlerde bulunmuş bir tümgeneral. Size gelince, siz genç bir köpek ve dinsizin birisiniz.”
Bu tartışmanın ardından bir rezalet patlak verdi. Ertesi gün bu olay basında yer almış ve Generali derhal evinden kovmadığı gerekçesiyle Varvara Petrovna’yı ve bu ‘çirkin davranışını’ protesto eden bir bildiri için imza toplanmaya başlanmıştı. Resimli dergilerden birinde, Varvara Petrovna, General Drozdov ve Stepan Trofimoviç’i küçük düşüren bir karikatür, “Üç Gerici Dost” başlığıyla yayımlanmış; hatta bu karikatürün altında, dönemin ünlü bir şairi tarafından özellikle bu olay için yazılan birkaç kelimelik eleştirel bir şiir de yer almıştı. O dönemde general rütbesindeki subayların birçoğunun, sanki hizmet ettikleri Çar kendilerine aitmiş gibi, “Çarıma hizmet ettim” sözünü kullanmakta herhangi bir çekince görmediklerini de ilave etmem gerekir.
Bu olayın yanı sıra, Stepan Trofimoviç için tam bir fiyaskoya dönüşen Pyotrsburg macerasının ardından artık orada kalmaları mümkün değildi. Kendisine hâkim olamayarak sanatın ayrıcalıklarından dem vurmuş ve herkesin kendisine eskisinden daha fazla gülmesine neden olmuştu.
Son konuşmasında halkın önüne çıkıp, sürgün olmasına vurgu yaparak vatanseverliği ile kalplerini fethedeceğini düşündüğü bir konuşma yapmak istedi. Anavatan kelimesinin saçma ve dinin zararlı olduğu fikrini kabul etmeye hazır olduğunu, bunun yanı sıra Puşkin’in her şeyden önemli, hem de çok önemli olduğunu kararlı bir ifadeyle bağıra bağıra söyledi. Öyle bir yuhaladılar ki, dinleyicilerin gözleri önünde, kürsüden bile inmeden hüngür hüngür ağladı. Bayan Stav-rogin, onu eve götürdüğünde yarı ölü bir haldeydi ve saçma sapan şeyler mırıldanıyordu:
“On m’a traits comme un vieux bonnet de coton!” Varvara Petrovna bütün gece onunla ilgilendi, defneyaprağı ve kiraz kaynatıp içirdi. Sonra şafak sökünceye kadar:
“Siz hâlâ yararlısınız. Tekrar halkın önüne çıkacaksınız. Değeriniz mutlaka takdir edilecektir.” diye tekrarlayıp durdu.
Ertesi gün erkenden beş edebiyatçı genç Varvara Petrovna’yı ziyarete geldi; içlerinden üçünü daha önce hiç görmemişti. Varvara Petrovna’ya çıkarmayı düşündüğü derginin durumunu araştırdıklarını ve bir karara vardıklarını söylediler. Oysa hanımefendi dergi konusunun araştırılıp bir karara varılması için kimseden herhangi…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEcinniler
- Sayfa Sayısı704
- YazarFyodor Mihayloviç Dostoyevski
- ÇevirmenLeyla Şener
- ISBN9786055656270
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAntik Kitap / 2011-4
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- En Karanlık Zevk ~ Gena Showalter
En Karanlık Zevk
Gena Showalter
Onu kaybetmek dışında her acı ona zevk verebilirdi… İçinde Acı iblisiyle yaşayan Reyes, zevkten mahrum bırakılmıştır. Ama çılgınca arzuladığı ölümlü Danika Ford’a sahip olabilmek...
- Çöplük ~ Andy Mulligan
Çöplük
Andy Mulligan
“Bu kitap hem macera hem de bir toplumsal adalet hikâyesi. Okurlar, kitabın sinemasal sonuyla ve kahramanların aldıkları zor kararlarla büyülenecek.” Publishers Weekly dergisi “Çöplük...
- Bakir İntiharlar ~ Jeffrey Eugenides
Bakir İntiharlar
Jeffrey Eugenides
‒Senin burada ne işin var tatlım? Hayatın ne kadar kötüleşebileceğini bilecek yaşta değilsin. ‒Hiç on üç yaşında bir kız olmadığınız anlaşılıyor doktor. Cecilia, Therese,...