Aynı şeyin onlarca Guernseyli çocuğun başına geldiğini gördüm. Ada’dan kaçacağım diye ölüp biterler, ama bir kez gidince de dönmek için her şeyi yaparlar. Bu yüzden Guernsey’den hiç ayrılmadım, ben. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına döneceğimi biliyordum.
Hayatının tamamını Fransa ve İngiltere kıyıları arasında kalan, ancak her iki dünyaya da ait olmayan Manş Adası Guernsey’de geçiren, adasını terk etmeyen, edemeyen huysuz ihtiyar Ebenezer yaşamının sonuna yaklaştığını anladığında kendi hikâyesini, aile sırlarını, unutulmaz dostluklarını ve aşkını, anlatmaya karar verir. Yirminci yüzyılın her iki savaşını da görür, adası önce Almanlar sonra da turistler tarafından işgal edilir. Yüzyılın ilerlemesiyle her şey değişim geçirir. Yaşadıklarını ve biriktirdiklerini bir başkasına bırakmak ister ve yaşamının sonunda paylaşacağı kişiyi aramaya başlar; sonuna dek muhalif olmaya çalışsa ve ada hayatının yalıtılmışlığını ruhunda da taşıdığını düşünse bile neticede hiçbir insanın bir ada olmadığını anlar.
Adada yaşayan bir adamın hikâyesi üzerinden bir yüzyılın tarihini anlatan Ebenezer Le Page’inKitabı 20.yüzyılın ıskalanmış, gölgede kalmış büyük romanlarından biri. Okunduktan sonra etkisini kaybetmeyen, klasik mertebesinde görülmeyi sonuna kadar hak eden, edebi ve insani bir roman.
BİRİNCİ KISIM
1
Guernsey, Guernesey, Garnsai, Sarnia: Öyle diyorlar. Eh, bilmediğime eminim. Ne kadar yaşlanıp ne kadar çok şey öğrenirsem, hiçbir şey bilmediğimi o kadar çok fark ediyorum. Sanırım Ada’nın en yaşlısı benim. Pleinmont’tan Liza Quéripel daha yaşlı olduğunu söylüyor ya, bence numara. Gençliğinde doğum gününü iki üç yılda bir kutlardı ama şimdilerde bir yılda iki üç tane kutluyor. Doğruyu söylemek gerekirse kaç yaşında olduğumu bilmiyorum. Annem doğum tarihimi büyük İncil’in ilk sayfasına yazmış ama gününü ve ayını yazarken yılı yazmayı unutmuş. Greffe’e8 gitsem öğrenebilirim herhalde ama şimdi bununla uğraşmayacağım. Babam, Boer Savaşı’nda9 öldü. Gidip İrlanda Tugayı’na katılarak Boerler için savaştı. Adı, vatanları için ölen diğerleriyle birlikte, St Julien Bulvarı’na dikilmiş ve açılışı Connaught Dükü tarafından yapılmış anıtta yazılı. O günü çok iyi hatırlıyorum, çünkü ben ve dostum Jim Mahy, açılışı görmek için kente gitmiştik. Sabah çiseleyen yağmur, akşama doğru iri damlalar hâlinde yağmaya başladı. Glatney’nin her yanındaki kâğıt fenerleri ve White Rock’ın sonuna kadarki tüm süsleme ışıklarını söndürdü. Askeri Bando’nun çalacağı Havuz’da10 aydınlatılmış bir mavna vardı ama harap hâldeydi. Suyu aşarak gelen müziği dinlemek güzel olur, diye düşünmüştüm. Ellerinden geleni yaptılar ama sonunda vazgeçtiler. Connaught Dükü için hava hoştu: Dışarıda şakır şakır yağmur yağarken o içeride yiyip içiyordu. Babam öldüğünde ben artık genç bir adamdım ama şimdi yüzünü, nasıl göründüğünü gözümde canlandıramıyorum. Aile albümünde gençlik fotoğrafını gördüm. Şeritli bir ceket ve bol paça pantolon giymişti; gür bir bıyığı vardı ve bir buklesini alnına düşürmüştü. Onda şeytan tüyü vardı herhalde. Nasıl oldu da annemle evlendi, bilmiyorum. Annem iyi bir kadındı. Gece gündüz İncil okurdu ve sonlara doğru, hareket edemeyecek kadar şişmanladığında, neredeyse başka hiçbir şey yapmaz oldu. Evlenmeden önceki fotoğrafına bakılırsa zamanında hoş kadınmış. Fotoğrafta ortadan ayrılıp ensesinde topuz yapılmış düz siyah saçları vardı, çenesinden parmak uçlarına dek siyahlara bürünmüştü ve tarlatanlı bir elbise giyiyordu. Dulken bir yıl boyunca siyah krep bir tül taktı, sonra matemini yumuşatarak bonesine leylak rengi bir çiçek iliştirdi. Babamdan “Alf”, “Alfred” ya da “kocam” şeklinde bahsettiğini hiç duymadım; sadece “Ebenezer ile Tabitha’nın babası” derdi: Benim babam ve kız kardeşimin babası. Bana babamın söylediği herhangi bir şeyi anlatırken hep “babana göre” derdi ve bunu öyle bir söylerdi ki babamın yanlış yaptığım bir şey olduğunu düşünürdüm. Babamdan “kocam” diye bahsettiğini sadece bir keresinde bana “Baban benim bu dünyadaki kocamdı, o İman Ailesi’nin üyelerinden değildi,” dediği zaman duydum. Sorun babamın Kilise’den, annemin ise Şapel’den olmasıydı. Kilise’den biriyle evli olmak annem için önemli değildi. Dediği gibi “Neticede evlilik üç beş yıllık bir şey.” Ama ilk ölen kendisi olursa Şapel’e uygun şekilde gömülmesini sağlayacağına dair babama söz verdirdi. Sonradan bir hata olsun istemiyordu. Nedense evlendikten kısa süre sonra Wesleycilere11 düşman oldu ve Kardeşliğe12 katıldı. İki grup Kardeşlik vardı: Açık Kardeşlik ve Kapalı Kardeşlik. Önce Açık olana katıldı, ama Açık Kardeşlik ilahileri armonyumla13 söylüyordu ve anneme göre bu günahtı, çünkü ilk müzik aleti Kabil’in soyundan olan Tubal tarafından yapılmıştı. Bu yüzden Kapalı’ya geçti. Onlar ilahileri müziksiz söylüyor, dua edip İncil okuyor, vaaz verip komünyon gerçekleştiriyorlardı. Annem onlarınkinin Tanrı’nın kelamının hilesiz sütü olduğunu söylerdi. Evimizde kavga gürültü yoktu, yanlış anlaşılma olmasın. Babam eve sarhoş gelip sövmez, Sandy Hook’tan Dan Ferbrache’ın Amy’yi dövdüğü gibi annemi dövmezdi. Bizim evde çok az konuşulurdu. Annem “Şunu yapar mısın?” der, babam da “Olur,” derdi ya da babam “Bunu yapabilir miyim?” der, annem “Olmaz,” derdi. Babam, cumartesi öğleden sonraları ve pazar günleri hariç eve sadece gece atıştırmalığını yiyip yatmak için gelirdi. Sabah yediden akşam altıya kadar Kraliçe’nin taş ocağında, Sous les Hougues’den ihtiyar Tom Mauger için çalışır, akşam yemeğini teneke kutuda yanında götürür, konserve kutudaki çayını da alet edevat deposundaki ocakta ısıtırdı. İyi bir taş ocağı işçisiydi. Yaz aylarında, çeyrek mesai fazla yapınca, bir cuma gecesi cebinde yirmi beş şilinle eve geldiği olurdu. Fakir değildik, anlarsınız ya: Hiç parasız kalmadık ve her zaman bir şeyler biriktirebildik. Bazı günler babamla işe giderdim, yani okula gidecek kadar büyümeden önce. Babamla taş ocağına gitmeyi severdim. At arabasında beni atın üstüne oturturdu, ben de doğruca maden ocağına inerdim. Grubun başı akşam yemeği zamanı gidince, at yem torbasından yediği ve akşam yemeğine gelmediği için yan taraftan merdivenle çıkmak zorunda kalırdım. Babam merdivende arkamda durur, “Va t’en, fényion!14 Va t’en, donc!” diye bağırırdı. Korkmazdım. Düşersem beni tutacağını bilirdim. Akşam yemeği saatinde adamlarla alet edevat deposunda oturur, çayından bir yudum, akşam yemeğinden bir ısırık alırdım; sonra babam gemileri göreyim diye beni St Sampson’a götürürdü. O günlerde St Sampson Limanı yelkenli gemilerle doluydu ve liman ağzında demir atmış, içeri girmeyi bekleyen üç dört gemi olurdu. Büyüyünce taş ocağında mı çalışmak, yoksa denizci mi olmak istediğime bir türlü karar veremiyordum, ama yelken hızla yerini buhara bırakıyordu ve St Sampson Limanı neredeyse tamamen buharlı gemiyle dolduğunda denizciliğe eski hevesim kalmamıştı. Öğleden sonra babam beni vinç operatörü Fred Tucker ile yalnız bırakırdı. Vincin kabininde Fred Tucker ile birlikte olmayı severdim. Makineyi çalıştıran kolu çekmeme izin verirdi. “Bak, nasıl kaldırıyorsun!” derdi ve yük taş ocağından çıkınca kolu çevirir, tekerlekler yere değinceye kadar yavaş yavaş yük arabasını indirirdi. Bunları Kuzey Yakası’ndaki Mowlem’in kırma makinesine götürmek için bekleyen bir at ve şoför olurdu. Kuzey o günlerde, taş kırma makinelerinin uğultusu ve yollardaki ağır yük arabalarının demir tekerleklerinin gümbürtüsüyle vızır vızırdı. Paydos zamanı geldiğinde pestilim çıkmış olur, adım atacak hâlim kalmazdı. Eve dönüş yolunun çoğunda babamın beni omzunda taşıması gerekirdi. Cumartesileri babam saat birde15 akşam yemeği için eve gelir, öğleden sonraları arka bahçede çalışır ya da teknemizle balığa çıkardı. Babamla birlikte balığa çıkmayı severdim. Dümene geçmeme izin verirdi. “Buraya çevirirsen tekne bu tarafa gider,” derdi, “şuraya çekersen tekne şu tarafa gider.” Hemen kapmıştım. Çaydan sonra, annem beni ve kız kardeşimi diğer odada kente gitmek için hazırlarken, o ateşin önünde tepeden tırnağa yıkanırdı. Annem ikimizin giyim kuşamı içine sininceye kadar babam midilliye koşumu vurup iki tekerlekli arabayı hazır ederdi. İnce tekerlekleri ve dar koltuğuyla yüksek bir at arabasıydı. Babam bir ucunda, annem diğer ucunda olurdu, ben ortada otururdum, kız kardeşim ise ayakucumda otururdu. Zavallı Jack için ağır bir yüktü. Pazar günleri babamın evin dışında çalışması yasaktı; annem ve Tabitha sabah ayinindeyken ocak başında oturup haşlanan patateslerin suyunun bitip bitmediğini ve fırındaki etin yanıp yanmadığını kontrol etmek zorundaydı. Bir keresinde patatesleri ateşten almayı unuttu; annemin öfkeden kendini kaybettiğini bir tek o zaman gördüm. Babam başka zaman bir hata yapsa annem derin derin iç geçirirdi, hepsi o kadar. Ama o sefer babamı azarlamış, ona hiçbir şey emanet etmeye gelmediğini söylemişti. Gerçekten de babamın hatasıydı. Kafasını eski gazetesine gömdü mü, dünyayı unuturdu. Cumartesi akşamı Smith Sokağı’ndaki Tozer’dan satın aldığı Police Budget adında, sayfaları pembe bir gazeteydi bu ve içinde İngiltere’de işlenmiş her cinayetin resmi vardı: Yattıkları yataklar kan içinde olan, gırtlaklanmış kadınlar! Pazar günleri hep ağır bir akşam yemeği yenirdi ve babam eğer kendi bildiğini okuyabilirse sonrasında biraz kestirirdi; ama annem ona en iyi kıyafetlerini giydirir ve akrabalarımızdan herhangi birinin çaya gelmesi ihtimaline karşı onu ön odadaki kanepeye oturturdu. Babamın o pazar öğleden sonraları hâlini düşünmeyi sevmiyorum. Onu yaşasaydı ustabaşı olabileceği taş ocağında, diğer erkeklerin saygı duydukları biri olarak düşünmek hoşuma gidiyor. Kendi aramızda La Tabby dediğimiz kız kardeşim, pazar akşamı erkenden yatağa yollanırdı ve annem akşam ayinine tek başına giderdi. O ön kapıdan çıkar çıkmaz babam “Hadi oğlum, tüyelim!” derdi ve dışarı çıkıp arkadaki müştemilata gider, hava karanlıksa lambayı alırdık. Keski ve çekiçleri ile testeresini, ahşap, yapıştırıcı ve sicimleri orada saklardı. Bana uçurtma yapmayı o pazar geceleri öğretti. L’Ancresse Mesiresi’nde16 uçurtma uçuran çocuklar arasında her zaman en iyi uçurtma benimki olurdu ve uçurtmalarımı herkes tanırdı, çünkü hepsi Police Budget’ın pembe kâğıdıyla kaplı olur, gırtlaklanmış tüm o kadınlar gökyüzüne uçardı. Annem eve geldiğinde ikimiz de evde, ateşin iki yanında, melekler gibi masum masum oturuyor olurduk. Dünyada görmediği yer kalmamıştı babamın. Kayda değer bir eğitim almamıştı, ama kılavuz gemilerinde Birdo’dan Noyon ve Corbetli17 adamlarla oradan oraya dolaşmış, on iki yaşında denize açılmıştı. Kamarotluktan ikinci kaptanlığa yükselmiş ama yine de dönüp Guernsey’ye yerleşmişti. Babası öldüğünde ona başını sokacağı güzel, küçük bir evin kaldığı doğru ama sadece bu değildi. Aynı şeyin onlarca Guernseyli çocuğun başına geldiğini gördüm. Ada’dan kaçacağım diye ölüp biterler, ama bir kez gidince de dönmek için her şeyi yaparlar. Bu yüzden Guernsey’den hiç ayrılmadım, ben. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına döneceğimi biliyordum. Babamın mecbur olmadığı hâlde savaşa gitmesi garipti, ama kafasında bazı acayip fikirler vardı. İngilizlere karşı değildi, ama İngilizlerin İrlandalılara ve Boerlere karşı olmalarının yanlış olduğunu düşünürdü. Elbette böyle şeylerden anneme bahsetmezdi, ama onun Willie Amca’mla konuştuğunu duyardım. Babam, kardeşine hayrandı. Willie harika bir sporcuydu ve Bisiklet Pisti’ndeki yarışlarda üç sene şampiyonluk kupasını kazandı. Ayağının dibinde kocaman gümüş kupayla, neredeyse kendi boyunda olan velespitinin yanında dururkenki fotoğrafı, Bucktrout’un Ana Cadde’deki vitrininde sergilenirdi. Boerlerin başına gelecekleri dert ettiği için babama gülerdi. “Sen Bir Numaraya göz kulak ol, Alf,” derdi, “ve bırak dünya kendi sorunlarını kendi çözsün.” Kendi sorunlarını pek iyi çözemezdi Willie Amca’m. Grange’dan Bay Roger de Lisle’in bahçıvanı, aynı zamanda oğlunun bir arkadaşıydı ve işvereninin evinde yaşıyordu. Ama St Martin’den Le Couture denen bir kızla apar topar nişanlanmak zorunda kaldı. Düğünden önceki akşam, Jerbourg’da tavşan avlamaya gideceğini söyledi. Hava karardıktan çok sonra geri dönmeyince, genç de Lisle aramaya çıkıp onu başından vurulmuş hâlde buldu. Soruşturmada kaza olduğuna karar verildi, ama herkes bunu kasıtlı yaptığını biliyordu. Amcam çocukluğundan beri silah kullanmaya alışkındı ve Bisley’de bir sürü ödül kazanmıştı. Garibanın bunu neden yaptığını hiç anlamadım. Cesurca bir şey yaptı. Le Couture denen kız bir yıl bekledikten sonra Les Petites Caches’ten ihtiyar Cohu’nun ikinci karısı oldu ve adam ölürken ona yüklü bir miktar bıraktı. Annem için, bu dünyanın malı mülküyle övünmezdi diyebilirim, ama gururlandığı bir şey vardı. İnsanlara “Evlendim diye adımı değiştirmem ben,” dediğini sık sık duydum. Doğruydu. Annem Le Page’di; gerçi babam da Le Page’di ya, annemin dediği gibi, onun akrabası değildi. Babam Clos-duValle’den bir Le Page’di ve ailesinin tamamı denizle haşır neşirdi. Büyük büyükbabası Kaptan Alf Le Page, Daisy adlı uskunanın kaptanıydı. Kaptan Alf Le Page’in erkek kardeşi Dick ise Amiral Lord de Saumarez’in emrinde görev yapıp, Nil Savaşı’nda ölmüş meşhur Richard Le Page’di. Kuzeyde taş ocakları açıldığında o işte iyi para vardı; dolayısıyla gemide aşçıdan daha üstün olmayan dedem, denizcilikten vazgeçerek Chouey taş ocağında çalıştı. Çok kötü bir karar vermiş sayılmaz. Hayatım boyunca yaşadığım Les Moulins’i inşa eden oydu. Les Moulins masif, mavi Guernsey granitinden yapılmıştır ve sonsuza kadar sapasağlam ayakta duracak. Öyle de olmalı zaten. Yüz pounda mal oldu ve bu çok para demek. Büyük amcalarımdan birinin, büyükbabamın erkek kardeşinin çok dedikodusu yapılırdı. Bu büyük amcam denizden, adının Bella Devine olduğunu söyleyen bir kadınla eve döndü. Kimse kadının kim ya da nereli olduğunu bilmiyordu. Kadın, Banks’teki Denizci Kilisesi’nde vaaz veriyor, ikisi birlikte Vale Kilisesi’nin yanındaki bir dizi kirli eski kulübenin en kirlisinde yaşıyordu. Bu büyük amcam, dinamit lokumu kutusundan yapılma iki tekerlekli bir el arabasıyla L’Ancresse Mesiresi’nin kapısındaki at dışkılarını bahçesinde kullanmak için toplardı. Onun akrabamız olduğunu belli etmemem gerekiyordu, ama ne zaman görsem ona “Merhaba, amca!” derdim. Annemin ailesinde, annemin erkek kardeşi dışında dedikodusu yapılan hiç kimse yoktu. Annem, durumları hayli iyi olan Câtel’deki Le Pagelerdendi; bu Le Pageler çiftçilik ve hayvancılıkla geçiniyorlardı, ama bazıları balıkçılıkla da biraz uğraşırdı. Her neyse, saygın insanlar olarak kabul edi….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEbenezer Le Page’in Kitabı
- Sayfa Sayısı555
- YazarGerald Basil Edwards
- ISBN9786057381378
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mezbaha Beş ~ Kurt Vonnegut
Mezbaha Beş
Kurt Vonnegut
YAŞAMIN HER ANINI FARKLI BİR ŞEKİLDE DENEYİMLEMEK İSTEYENLERE! Dinleyin: Billy Pilgrim zamanda koptu. Billy bunak bir dul olarak uykuya daldı ve düğün gününde uyandı....
- Uğurböceği ~ D. H. Lawrence
Uğurböceği
D. H. Lawrence
“Lawrence, kim olursak olalım, yaşamamız gerekenden daha sönük yaşadığımızı kabul etmemizi sağlıyor.” —THE NEW YORK REVIEW OF BOOKS Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği yıllarda,...
- Mavi Tüy – Gönülsüz Bir Mesihin Serüvenleri ~ Richard Bach
Mavi Tüy – Gönülsüz Bir Mesihin Serüvenleri
Richard Bach
İşte sana yeryüzündeki görevinin tamamlanıp tamamlanmadığını anlaman için bir test: Eğer yaşıyorsan, tamamlanmamış demektir. *** Jonathan Seagutt (Martı) yayımlandıktan sonra bana çok sorulan sorulardan biri...