Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Duygusal Adam
Duygusal Adam

Duygusal Adam

Javier Marías

Javier Marías’ın 1986 yılında yayımladığı beşinci romanı “Duygusal Adam”, İspanyolca aslından çevirisiyle ilk kez okurlarıyla buluşuyor. “Duygusal Adam”, meşhur olmak üzere olan genç bir…

Javier Marías’ın 1986 yılında yayımladığı beşinci romanı “Duygusal Adam”, İspanyolca aslından çevirisiyle ilk kez okurlarıyla buluşuyor.

“Duygusal Adam”, meşhur olmak üzere olan genç bir opera şarkıcısı ile evli bir kadın arasındaki aşk macerası çevresinde kurulmuş bir roman. Ama yazarın dediği gibi, “Bu, aşkın ne göründüğü ne tecrübe edildiği, yalnızca bildirildiği ve hatırlandığı bir aşk hikâyesidir.”

Genç opera şarkıcısının bakış açısından okuduğumuz hikâye, şarkıcının bir temsilde rol almak üzere Madrid’e gitmek için bindiği trende, karşısında oturan bir kadınla iki erkeğin birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu hayal etmesiyle başlıyor. Daha sonra bu üç kişiyle kendisinin de kaldığı lüks otelde karşılaşıyor: Bunlar Belçikalı banker Hieronimo Manur, karısı Natalia ve onlara eşlik eden Dato. Kıskanç bir koca olan Manur, Dato’yu karısını erkeklerin alakalarından uzak tutmakla görevlendirmiştir ama genç opera şarkıcısı provalar arasında Natalia’ya kur yapmaktan sakınmaz, bunu gözlemleyen Dato da patronuna durumu aktarır. Kıskanç koca daha da kıskançlaşır…

“Duygusal Adam”, Marías’ın hatırlama ile beklenti kutupları arasında okuru gezdirdiği, gizem ve heyecan dolu bir macera.

“Javier Marías harika bir hikâye kaleme almış: Psikolojik analizlerde keskin, hikâyenin gelişiminde müşkülpesent, sonunda ise sürprizli. Aklıma Marcel Proust ile Unamuno’yu getirdi.”- Manuel Alvar, “ABC”

“Yazınsal ihtişamının ötesinde [Duygusal Adam’ın] yarattığı gerçek sansasyon, çağımızdaki ahlaki ikiyüzlülüğün maskesini düşürmesi ve İyi ile Kötü konusunda kâğıtları baştan dağıtmasıdır.”- “Frankfurter Allgemeine Zeitung”

“Marías’ın üslubu benzersiz, insan kalbinin derinliklerinde aranırken yaptığı keşifler gibi.”- “Los Angeles Times”

“Marías, okuru tek kelimeyle afallatıyor.” – “The Times Literary Supplement”

*

“Düşlerimi size anlatayım mı, bilmiyorum. Çünkü eski zaman düşleri, modası geçmiş, yetişkin bir erkekten çok bir ergene uygun. Resimli, hem de ayrıntılı öyküler içeriyorlar, çok renkli düşler olmakla birlikte akışları biraz ağır; hayali geniş ama temelde basit bir ruha, pek düzenli bir ruha yaraşır türden. Sonunda insanı biraz bıktırıyorlar, çünkü düşleyen kişi hep bir sona varmalarından önce uyanıyor, düşleme dürtüsü ayrıntıları resimlemekle tükeniyor da sonuçla ilgilenmiyormuş gibi, düş görme eylemi, bir amaçtan yoksun da olsa, tek ideal etkinlikmiş gibi. Durum böyle olunca, düşlerimin nasıl sona erdiğini bilmiyorum, bunlardan bir sonuç ya da bir ders çıkarılacak durumda olmayınca da kalkıp onları anlatmak densizlik sayılabilir. Fakat bana düşlerim sanki yaratıcı bir hayal gücünün ürünü ve çok yoğun gibi görünüyorlar. Kendimi mazur göstermek üzere ancak şunu ekleyebilirim: Bunları beni seçmiş olan o süreklilik biçiminden -sonsuz olduğum o mekândan-yazıyorum. Yine de, bu sabah, artık gün ağarmışken gördüğüm düş, sahiden olmuş bir şey, ve biraz daha gençken, daha doğrusu henüz şimdiki kadar yaş almamışken benim başıma gelmişti, aslında henüz sona ermiş de sayılmaz.

Bundan dört yıl önce, işim gereği (opera şarkıcısıyım) ve uçak korkumu mucize eseri aşmadan hemen önce, oldukça kısa bir sürede-toplamda yaklaşık altı haftada, çok fazla sayıda tren yolculuğu yaptım. O peş peşe kısa yolculuklarımda kıtamızın batısında dolaştim ve sondan bir öncekinde (Edinburgh’dan Londra’ya, Londra’dan Paris’e ve bir gün bir gece içinde Paris’ten Madrid’e gitmiştim), bu sabah düşüme giren üç çehreyi ilk kez gördüm ve o günden bugüne kadar, yani dört yıl boyunca, onlar (sırasıyla) hayalimin bir kesimini, belleğimin büyük bölümünü ve yaşantımın tamamını kaplayan yüzler oldu.

Doğrusu onlara hemen bakmamıştım, sanki bir şey beni uyarıyordu ya da sanki ben kendim, bilmeden, o bakışımın getireceği sakıncayı ve mutluluğu ötelemeyi istiyordum (yine de korkarım bu fikir o günün gerçeğinden çok düşüme ait). Avusturyalı bir yazarın kibirli anılarını anlattığı bir kitap okumaktaydım ama bir an gelmiş, kitap sinirime dokunduğundan dolayı (nitekim bu sabahın erkeninde beni çileden çıkardı) kitabı kapatmıştım; trende giderken konuşmuyor, okumuyor, repertuarımı gözden geçirmiyor, bozgunlarımı ya da başarılarımı anmakla uğraşmıyorken, “dosdoğru” dışardaki manzaraya bakmadım, tersine, kompartimandakilere odaklandım. Kadın uyuyordu, erkekler uyanıktı.

Erkeklerden birincisi, tam karşımda oturan, manzarayı seyrediyordu, kır düşmüş saçlarıyla kıvırcık salatayı andıran koca kafası sağına dönüktü, dikkati çekecek kadar ufacık eliyle -öyle minikti ki gerçek bir insan bedenine ait olamazmış gibi duruyordu— yanağını ağır ağır sıvazlamaktaydı. Yüz çizgilerini ancak profilden görebiliyordum, gerçi esasen yaşı belirsizdi, -hani masallardan çıkmışa benzeyen bedenler vardır, yakın bir ecelin tehdidi altındalarmış da artık değişmeyecek bir imgede sabitlenip kalma umudu o çabalarına değermiş gibi, zamanın baskısına gerektiğinden fazla direniyor izlenimi verirler, ancak yine de başını taçlandıran o gür bitkisel saç tomarı ve çizgileri belirsiz, esasen ifadesiz ağzının yanlarındaki -tahta gibi perdahlanmış bir ciltte kazıntılar misali— iki çatlak, on yıllar boyunca yerli yersiz gülümsemeye yatkın bir kişiliği düşündürüyor, sonuçta yaşını hayli olgun gösteriyordu. Yıl sayısı anlaşılamayan ömrünün o anında huzurlu olduğu seziliyordu, ufak tefek ve paralı bir adam görüntüsü veriyordu, pantolonu şıktı ama biraz yıpranmıştı, azıcık da kısaydı –baldırları neredeyse açıktaydı—, yepyeni ceketinin kumaşı fazla rengârenkti. Paraya geç kavuşmuş bu, diye düşündüm; orta çaplı bir şirket sahibi olabilirdi, bağımsız ama gayretli biri. Dışarıya yönelttiği bakışını göremediğimden canlı, neşeli bir adam mı, yoksa ağırbaşlı mı olduğunu söyleyemezdim (gerçi bol bol kolonya sürünmüştü, bu da solmuş ama hâlâ teslim bayrağını çekmemiş bir beğenilme dileğini ele veriyordu). Her ne halse, olağanüstü bir dikkatle, neredeyse konuşkanlıkla bakıyordu, o anda bir resmin çizilişine tanık oluyor ya da karşısında akan bir su ya da yanan bir ateş varmış gibiydi, kimi vakit insanın gözlerini güç ayırabildiği şeylerdir bunlar. Gelgelelim doğal manzara asla bir resmin çizilişi ya da suyun akışı ya da titreşen alevler gibi dramatik olmaz, o nedenle seyredilmesi yorgunları dinlendirir, yorgun olmayanlara sıkıcı gelir. Ben güçlü kuvvetli görünüşüme karşın ve mesleğimin çelik gibi olmamı gerektirdiği göz önüne alınırsa, sağlığımdan şikâyetçi olmamakla beraber, çok kolay yorulurum, o nedenle manzarayı ben de “dolaylı yoldan”, yani elleri ufacık, pantolonu şık, ceketi cafcaflı adamın gözleriyle seyretmeyi seçtim. Ama artık karanlık bastırmakta olduğundan hemen hiçbir şey görmedim -ancak birtakım kabartmalarve belki de adam camda kendi kendini seyrediyordur diye düşündüm. Hiç değilse ben birkaç dakika sonra, kuzeye özgü bir akşamın ufacık titrek parıltısının ardından aydınlık usulca silindiğinde, pencere camında onun hemen hemen gerçeğinin tıpkısının yansıdığını, kopyalandığını, yinelendiğini gördüm. Adamın hiç kuşkusuz, kendi yüz çizgilerini incelediğine, kendi kendisini seyrettiğine hükmettim.

Çaprazımda oturan ikinci adam, sabit bakışlarını karşısına dikmişti. Suratı, sadece seyretmesi bile önündeki yol henüz açılmamış olan, ya da başka bir deyişle, yaşamı henüz kendi didinmesine bağlı olan birisini tedirgin eden suratlardandı. Herhalde erken başlamış olan kelliği kendinden hoşnutluğunu da, hâkimiyet hırsına imanını da sarsamamıştı, dünya nimetlerinin üstünden hızla kayıp gitmeye alışkın -dünya nimetlerince şımartılmaya alışkın— gözlerindeki incitici ifadeyi de yumuşatmamıştı—puslandırmamıştı― bile, ve konyak rengiydi o gözler. Kendine güvensizliği yalnızca özenli bir siyah bıyık bırakmasına izin vermişti: Aşağı sınıftan gelme yüz hatları o sayede gizleniyor, kafasının toparlaklaşmaya, boynuyla göğsünün şişmanlamaya yüz tuttuğu pek fark edilmiyordu onlar boyun eğdirdiği kimselere yine de güç belirtisi gibi görünmüş olabilirdi. Adam nüfuzlu, hırslı biriydi, bir politikacı, bir sömürücüydü ve kıyafeti, özellikle de pırıl pırıl ceketiyle kravat iğnesi Okyanus’un öbür yanından geliyor gibiydi ya da orada şık sayılan stile, tertipli bir Avrupalı’nın verdiği ödündü. Benden on yaş büyük olmalıydı ama dolgun dudaklarında arada bir sessizce belirip kaybolan bir gülümsemede -ancak duruşunu değiştiren, bacak bacak üstüne atan ya da atmışken indiren birinin yaptığı gibi— derhal belli olan bir kasıntı bana o zorba tipin kişiliğinde çocuksu bir öğe bulunduğunu düşündürdü, tombul bedeniyle birleşince, onu fark edebilen kimseyi, alayla dehşet arasında, birkaç damla da akıldışı merhamet içeren bir tepkiyle duraksatırdı. Belki de yaşamında eksik olan şey şuydu: Dileklerinin, kendi bildirmesine gerek kalmadan anlaşılıp yerine getirilmesi. İstediklerini elde edeceğinden emin olsa da, zaman zaman hilelere, tehditlere, şirretliklere, başvurmak, düşüp bayılmak durumunda kalıyordu belki. Ama yalnızca keyiflenmek için, belli aralıklarla komedyenlik hünerlerini sınamak ve yeteneklerini yitirmemek için yapıyor da olabilirdi. Belki de başkalarına daha iyi boyun eğdirmek için, çünkü gayet iyi bilirim ki kurgusal, dahası, asla var olmamış bir şey üstüne yapılandırılandan daha etkili ve daha uzun ömürlü boyunduruk yoktur. Düşümde, daha başından korkak olduğu kadar despot olduğuna hükmettiğim o adam bir kez olsun yüzüme bakmadı -öbür adam da bakmadı-, en azından benim fark edebileceğim biçimde, yani ben ona baktığım sırada. Şimdi hakkında fazlasıyla bilgim olan o adam, söylediğim gibi, kayıtsızca karşısına bakıyordu, herhalde aslında görmediği boş koltukta sanki kendisinin bildiği bir geleceğin ayrıntılı raporu yazılıymış da kendisi onu doğrulamakla yetiniyordu.

O sömürücü tip yüzünün tamamını gösteriyor, o masal cinlerini andıran tip ancak profilini sergiliyorken, iki adamla birlikte yolculuk edip etmediği belli olmayan aralarında oturan kadın o an için bir yüzden yoksundu. Başını dimdik tutuyordu ama düz, kumral saçlarını mahsus önüne yığmıştı, belki trendeki hafif uykusunu ışıktan korumak için, belki aynı zamanda kendisinin bilmediği mahremiyet ve teslimiyet görüntüsünü, uykuya dalmış, cansız imgesini beyhude yere gözler önüne sermemek için. Bacak bacak üstüne atmıştı, kısacık topuklu kışlık çizmeleri ancak baldırının üst kısmını görmeye olanak veriyordu, o da çoraplarının hafif pırıltısının yoğunlaştığı dizine varıp, bana süet deri gibi görünen bir siyah etekliğin sınırlarında sona eriyordu. Yüzden yoksun bedenin tümünden bir kusursuzluk, sabitlik, tamamlanmışlık ve kabullenme duygusu yayılıyordu, o bedende -sona eren günler gibi, söylenceler gibi, dinlerin yerleşik ibadet kuralları gibi, artık hiç kimsenin el sürmeye cüret etmeyeceği geçmiş yüzyılların tabloları gibi—, değişikliğe, eklemeye, yadsımaya yer yoktu sanki. Kucağına koyduğu ellerinin biri öbürünün üstündeydi, sağ elinin ayası açıktı, -dikey olarak aşağıya düşmüş— sol elinin yumruğu yarı sıkılıydı. Fakat bu elin başparmağı -parmakları uzundu, gençliğe erkenden, hiç gereği yokken veda etmeye kalkışacak birisini düşündüren, biraz boğumlu parmaklardıarada bir hafifçe kımıldanıyordu, istemeden uykuya dalmış birinin, iradesi dışında kasılmalarıydı sanki. Çağı geçmiş bir inci kolye takmıştı; boynuna kırmızı bir etol dolanmıştı; orta parmağında bir çift gümüş yüzük vardı. Herhalde başıyla birçok kez yaptığı tek hareketle önüne attığı saçları öyle kalın bir perde gibi iniyordu ki, görünürde çehresinin bütününü hayal etmeye olanak sağlayacak bir tek hat bile bırakmıyordu. O yüzden ellerini uzun uzun gözlemledim. Başparmağının kımıldanışından başka, dikkat çeken bir şey daha vardı: Tırnakları sağlam, beyazımsı, bakımlıydı ama çevrelerindeki deri feci şekilde kemirilmiş ya da yanmış gibi görünüyordu, öyle ki işaret parmaklarında deri diye bir şey -çünkü en çok işaret parmaklarınınki öyleydi— kalmamıştı denebilir, acaba derisi hiç olmuş mu diye düşünüyordu insan. O tırnakların kenarları ağır bir cilt bozukluğuna uğramış, geriye bir yangıyı düşündüren kıpkırmızı, çirkin bir renk kalmıştı ya da düpedüz derisi soyulmuştu. Aklımdan şunlar geçti: Eğer bu ikincisiyse (çünkü doğru dürüst seçemiyordum), uyuyan kadının görünmeyen kesici dişlerinin ve geçmişte bıraktığı kız çocuğunun dişlerinin kemirmesinden daha çok zamanın işiydi, öyle ya, derinin çekilmesi -çünkü vaka oymuş gibi görünüyordu– kullanım ve etkinlik eksikliği kadar, düzenli yok etme iradesi kadar, var olan şeylerin zamana en bağlı olanını, aynı zamanda tüm varlıkları kısa ömürleri sırasında en güzel oyalayan bir şeyi gerektirir, yani âdeti (ya da onun hep gecikmeli evladı olan yasayı, çünkü yasa aynı zamanda alışkanlığın süresinin dolmakta, oyalanmanın sona ermekte olduğunu bildirir). Hiçbir şey anlamadığım, aslında hiçbir bilgim olmayan bu meseleler üstüne biraz zihnimi dağıtmaya başlamıştım ki, birden trenin yandan şiddetle sarsılmasıyla o ışıltılı, dümdüz, kumral saçların örttüğü yüz bir an için ortaya çıktı. O yüz uyanmadı ve her şey eski haline dönünceye kadar topu topu birkaç saniye geçti ama uyuyan kadının dolgun, gergin ve sımsıkı kapalı dudaklarında; gergin ve sımsıkı kapalı, kırmızı kılcal damarlar geçen gözkapaklarında (gözleri, kapalı olduğundan görünmüyordu), –nasıl desembir illetin pençesinde olduğunu gördüm: Galiba onun melankolik ruh durumlarında kendini dağıtma illetine tutulmuş olduğunu gördüm.

“Ben bir salak gibi ölmek istemiyorum” diyordum kısa süre sonra bu kadına, sefilliğini o an fark edemediğim daracık, karanlık bir otel odasında: Duvarlar çıplaktı, yorganların rengi gri, belki de keder vericiydiler ya da sadece temiz ama rengi kararmış bir moketle kaplı zemine gelişigüzel yığılıvermişlerdi; adım atacak yer kalmamıştı, yarı boşaltılmış iki valiz yürünebilecek kısmı da kaplıyordu; banyo Öyle bomboş ve bembeyazdı ki, selofanının ne zaman kaybolduğunu ya da kimin yok ettiğini bilemediğimiz bir bardağa konulmuş bir çift diş fırçası -biri bordo, biri yeşil— hançerin eli kendine çektiği ya da mıknatısın demiri çektiği gibi çekiyordu gözleri, o kadar ki benim orada kaldığım son gece iki fırçadan biri eksilince fayanslar, yer ve duvar karoları geride kalan fırçanın bordo rengini aldı ve o renk, ancak yarı boşaltılmış valizler ile öylece sıyrılıp yere atılmış yorganların arasından yürüyerek ulaşılabilen o bomboş ve bembeyaz banyoda onun gidişinden sonra bir değişiklik ya da yas olsun diye cam rafın üzerine bıraktığım tuvalet çantasının siyahını da kapladı; işte o otel odasında ben kısa süre sonra işte o kadına şöyle diyordum ya da demiştim: Ben bir salak gibi ölmek istemiyorum ve madem günün birinde ölmekten kaçınamam, zamanım varken o aynı ölçüde kesin ve kaçınılmaz olan tek şeye her şeyden çok özen göstermeyi istiyorum, özellikle de ölüm biçimime özen göstermeyi, çünkü bu, o ölçüde kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Özen göstermemiz gereken şey ölüm biçimimiz, ona özen göstermek için de yaşamımıza özen göstermeliyiz, çünkü yaşamımız sona erdiğinde ya da yerini başkası aldığında başlı başına önem taşımayabilir ama yine de sonunda bir salak gibi mi, yoksa kabul edilebilir bir biçimde mi öldüğümüzü bilmemizi yalnız o sağlayabilir. Sen benim hayatımsın, aşkımsın ve bilinçli yaşamımsın ve madem yaşamım sensin, ölürken yanımda başka birinin bulunmasını istemem. Hem günün birinde can çekiştiğimi haber alınca ölüm döşeğime koşmanı da istemem, ben artık seni göremezken, kokunu içime çekemezken, yüzünü öpemezken cenazeme gelmeni de istemem, hatta her…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Berta Isla ~ Javier MaríasBerta Isla

    Berta Isla

    Javier Marías

    Berta Isla ile Tomás Nevinson çok genç yaşta tanışır Madrid’de, kısa süre sonra da hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler, ne ki ilişkilerinin önce kesintili...

  2. Tüm Ruhlar ~ Javier MaríasTüm Ruhlar

    Tüm Ruhlar

    Javier Marías

    “Tüm Ruhlar” anlatıcının, dünyanın ve zamanın dışındaki bir şehirde, Oxford Üniversitesi’nde geçirdiği sislerle kaplı, tuhaf iki yılın hikâyesidir. Bu romanın büyüleyici kahramanları da dünyanın...

  3. Acı Bir Başlangıç Bu ~ Javier MaríasAcı Bir Başlangıç Bu

    Acı Bir Başlangıç Bu

    Javier Marías

    “Acı Bir Başlangıç Bu” Madrid, 1980. Kırk yıllık diktatörlükten sonra değişim rüzgârı İspanyol toplumunda ağır ağır esmeye başlar. Genç Juan de Vere, meşhur yönetmen...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Erebos ~ U. PoznanskiErebos

    Erebos

    U. Poznanski

    Bu bir oyun, Seni izliyor, Seninle konuşuyor, Ödüller dağıtıyor, Seni test ediyor, Tehditler savuruyor, Onun tek bir amacı var: Seninle oyun oynamak istiyor. Oyuncularıyla...

  2. Agnes Grey ~ Anne BrontëAgnes Grey

    Agnes Grey

    Anne Brontë

    Richard Grey aile birikimlerini riskli bir yatırımda kaybedince ümitleri suya düşen ailenin küçük kızı Agnes, hem ailesine maddi destek olmak hem de kendi hayatını...

  3. Japon Sarayı ~ José Mauro de VasconcelosJapon Sarayı

    Japon Sarayı

    José Mauro de Vasconcelos

    Yaşam ve düşlerin masalsı renkleri… Pedro, ucuz bir pansiyon odasında yaşayan yapayalnız bir ressamdır. Yine düşlere dalarak sokağa çıktığı bir gün, havuz kenarında bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur