Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Duyguların Arşivi
Duyguların Arşivi

Duyguların Arşivi

Peter Stamm

Kavuşulmaz bir aşk, hasretten çok daha fazlasıdır! İsviçre edebiyatının önde gelen kalemlerinden Peter Stamm’ın yazdığı Duyguların Arşivi, hiçliğin tam ortasında kâğıt yığınlarından kendine yeni bir hayat…

Kavuşulmaz bir aşk, hasretten çok daha fazlasıdır!

İsviçre edebiyatının önde gelen kalemlerinden Peter Stamm’ın yazdığı Duyguların Arşivi, hiçliğin tam ortasında kâğıt yığınlarından kendine yeni bir hayat kuran yalnız bir adamın içsel monologlarıyla şekillenen çarpıcı bir roman.

Geçmişle geleceği sağlam köprülerle birbirine bağlarken yalnızlığı duygulardan arınmakla eşdeğer tutan yazar; kavuşulmayan aşkların, zamanın işlediği suçların, varoluşsal hezeyanların gölgesinde yükselen baş döndürücü bir anlatı sergiliyor.

Katmanlı hikâyesini psikoloji ve felsefe sularında yüzdürerek derinlikli bir zemine oturtan bu sarsıcı kitap, pandemi döneminde küresel boyutta deneyimlediğimiz sosyal psikopatolojinin edebî bir izdüşümü âdeta.

Bir şeylerin değişmesini istemiyorum. Kabahat mi?

Köklü bir gazetenin karanlık dehlizlerinde uzun yıllar arşivcilik yapan başkarakter, işini kaybettikten sonra yaşama tutunmanın yolunu yine geçmişin tozlu sayfaları arasında bulur. Görev yaptığı gazetenin arşivini evine taşır, bodrumuna yerleştirir ve bu kez sadece kendisi için çalışmaya başlar. Bildiği tek işi devam ettirebiliyor olmak başlarda onu iyi hissettirir. Ancak zamanla, hayatı tamamen arşivin içine hapsolur. Gazete kupürlerinin arasından sızan nostalji rüzgârları şimdilerde 60’larında olan adamı eski hatıralarına götürür. Mazi belleğinde canlandıkça, özellikle çocukluk aşkını, asla gerçek anlamda “sevgili” olamadıkları Franziska aklına düşer. İçinde koca bir boşluğa dönüşen bu kadını anılarından hiç koparamadığını fark eder. Belki de artık, özgürlüğünü sınırlayan duygularını bir arşive kapatıp, geçmişiyle yüzleşmenin ve hayatında yeni bir sayfa açmanın vaktidir…

Peter Stamm, kendisini duygusuzlaştırmaya ant içmiş bir adamın hayattaki ikinci şansının peşinden gidişine tanıklık ettirdiği bu romanında, değişimin akıntısına kapılmanın ve anılarda yaşıyormuşçasına sonsuz bir anda var olmanın dayanılmaz çekiciliğine vurgu yapıyor.

Arşiv yalnızca dünyayı yansıtmaz, aynı zamanda dünyanın bir kopyasıdır.

Sabahın ilk ışıklarıyla yağmur ince ince çiselemişti. Şimdiyse gökyüzünde, kenarları güneş ışığında parlayan küçük bulutlar var. Sıra sıra dağların ardında gizlenen güneş artık görünmüyor, hava hissedilebilir derecede soğudu. Nehir hayli hızlı akıyor, kıyılarda beyaz köpükler oluşturuyor. Hareket hâlindeki suyun enerjisini hissediyorum; güçlü ve canlı akıntı âdeta bedenimde dolaşıyor. Buradan hafif hafif duyulan suyun sesi, yüz metre yukarıdaki su bendinden kendini sert bir şırıldamayla aşağı bırakıyor. Şırıldama kelimesi bile aslında burada olan biteni tam anlamıyla betimleyemiyor. Her şey şırıldıyor; nehir, yağmur, rüzgâr… Hatta gökyüzü. Suyun çıkardığı seslerle ilgili de bir dosya oluşturmalıyım. Acaba o dosyayı hangi konu başlığında sınıflandırmam gerekir? Doğa? Fizik? Hatta belki müzik? Sesler, kokular, ışık olayları, renkler… Arşivimde o kadar çok tanımlanamamış, saptanamamış ve saptanamayacak şey var ki… Vadiye inen nehrin kenarındaki yol boyunca yürüyorum. Nereden çıkageldi bilmem, birden Franziska yanımda bitip bana eşlik ediyor. Belki de bizi her daim büyüleyen suyun cazibesine kapılıp geldi.

Tek kelime etmiyor, yalnızca hiçbir zaman anlamlandıramadığım, belki de bu yüzden çok sevdiğim o yaramaz çocuk gülümsemesiyle bana gülümsüyor ve bir şey söylemem ya da yapmam için beni cesaretlendirmek istercesine başını sallıyor. Bunu yaparken bir tutam saçı yüzüne dökülüyor. Dökülen saçını eliyle düzeltiyor. O an boynuna elimi koymak, boynunu öpmek istiyorum. Seni seviyorum diyorum. Elini tutmak istiyorum ama nafile. Elim boşlukta asılı kalıyor. Bazı günler onu düşünmediğim hâlde birdenbire ortaya çıkar, bana eşlik eder ve sonra yine birden ortadan kaybolur, ben yine yalnız kalırım. Ne zamandır yürüyorum? Bir saat mi, yarım saat mi? Tam önümde siyah bir böcek var. Durup onu izliyorum. Ne böceği bu? Yüzbinlerce böcek türü var ve ben yalnızca bir avuç böcek türü biliyorum: uğurböceği, mayıs ve haziran böcekleri, tahtakurusu, tespihböceği, kırkayak, çekirgeler, arılar, karıncalar ve daha niceleri. Çok eksiğim var, çok. Yaz aylarının güçlü renklerinin alameti olan mat ilkbahar renkleri; ne soğuk ne de sıcak olan, insanı hafifçe titreten bu rüzgâr…

Üstgeçidi kullanarak derenin öbür tarafına ilerleyip geriye doğru yürüyorum. Buradaki yol biraz daha geniş ama daha az kullanılmış. Bazı yerlerde toprak yumuşamış, elektrik kablolarının ve bulutların yansımalarının göründüğü su birikintileri oluşmuş. Şehre yaklaştıkça gürültüler artıyor. Yürüdüğüm bu isimsiz yolda, ilkbahara hazırlanmış bostanlar –bazıları hâlâ kış uykusunda, bazılarıysa yıllardır ekilmemiş ve bakımsız– ve hemen arkasında da tren yolu ile otoban var. Nehrin şırıltısının, arabaların, kamyonların ve yüksek seslerin uğultusunun ardında, kulağa metalik gelen bir başka ses daha var. Bir tren geçiyor, nabız atışı gibi yavaşça.

Tüm bunları nasıl tarif edebilirim? Nasıl yazıya dökebilirim? Yürüyüş beni yoruyor. Yürüme alışkanlığımı kaybetmişim. Su bendinin aşağısındaki bankta oturuyorum. Biraz da nehrin kıyısında oturuyorum. İçime akan hislerin yoğunluğundan aklım başımdan gidiyor. Uzun bir hastalığın ardından ilk kez evden çıktıktan sonraki netlik ve geçirgenlik hissi bu; hâlâ biraz yorgunsundur ama aynı zamanda ayıksındır ve duyuların keskindir ya… Gözlerimi kapatıyorum; toprak sarısı nehir daha çok su taşırıyor, su hızla aktıkça daha da şırıldıyor. Yağmur çiselemeye dönüyor ve sonunda tamamen durmaya karar veriyor. Soğuktan titriyorum.

Üzerimde yalnızca mayo ve omuzlarımdan sarkan havlu var. Havanın soğukluğu bedenimi her zamankinden fazla hissetmeme neden oluyor; her şey çok net ve gerçeküstü. Mutsuzluk gibi gelen bir mutluluk hissediyorum. Geçmişi; evde oturup ödevini yapan, belki kek çırpan ya da kızların yaptığı diğer şeyleri yapan Franziska’yı düşünüyorum… Okul yolunun yarısını birlikte yürür, yollarımızın ayrıldığı kavşakta uzun süre durup konuşurduk. O dönemde hangi konular hakkında konuşuyorduk ki? Konularımız bitmek bilmiyordu. Sonra birimiz saatine bakar, annelerimizin bizi öğle yemeğine beklediğini ve ne kadar geç kaldığımızı fark ederdi. Bir kahkaha, peşinden hızla edilmiş bir veda… Eve giden yolda aklım Franziska’da kalırdı; sesinde, gülüşünde, söylediği ve söylemediği sözlerde. Ardından bahçe kapısının gıcırtısı ve öğle saatlerinin sessizliğini bozan çakıl taşlarının sesleri, davlumbazın uğultusu, mutfaktan gelen kokular, açık pencereden duyulan saatin tıkırtısı, öğle haberleri, annemin sesi ve lavabodaki tencerenin tangırtısı…

Öğle saatleri okul yokken boş boş etrafta dolaşır, çoğu zaman Franziska’yı düşünürdüm. Aslında düşünmezdim de, Franziska zaten yanımda gibi olurdu; benimle ormanda yürür, yaptığım her şeyi izler, nehrin kıyısında benimle oturur ve nehre taş atardı. Otlarla ensemi gıdıklardı. Çekinceli bir cilveleşme gibiydi. Biliyor musun, derdi, insan kendini gıdıklayamazmış. Sonra otu kendi yüzünde gezdirir ve bana bakarak gülümserdi. Franziska’ya âşık mıydım? Sınıfta sürekli, yok şu çocuk bu kıza âşık, yok şu kız ötekine âşık, yok onlar çıkıyorlar lafları… Tüm bunlar ne demekti ki? Benim duygularım, başladığı gibi biten bu çocuksu evlilik oyunlarından daha büyük, daha karmaşıktı. Franziska’ya karşı hissettiklerim beni altüst ediyordu. Onunla beraberken kendimi dünyanın merkezindeymişim gibi hissediyordum. Yalnızca biz ve o an vardı, başka kimse yoktu. Ne okul, ne anne baba ne de arkadaşlar. Ama Franziska beni sevmiyordu.

Bu kış evden neredeyse hiç çıkmadım. Aslında işten çıkarıldığımdan ve Anita’dan ayrıldığımdan beri her geçen yıl evden daha az çıkıyorum. Gerçi Anita’dan ayrıldım denemez, son yıllarda birçok şeyden vazgeçtiğim gibi ondan da vazgeçiverdim. Ve bunu yaparak, herkesin benden beklediği normal bir hayat sürmek için elimde kalan son şansı da geri çevirmiş oldum. Artık kendim de dâhil, kimse benden bir şey beklemiyor. Ben de kendimi her şeyden soyutladım. Bazı günler sadece postalarımı almaya gittiğimde ya da hava almak için bahçeye çıktığımda evden ayrılıyorum. Haftada bir ya da iki kez yakınlardaki marketten alışverişimi yapıyorum. Markete özellikle kapanma saatine yakın gidiyorum, çünkü o saatlerde neredeyse hiç müşteri olmuyor. Asgari ihtiyaçlarımı alıyorum, marketin sahibi beni her defasında ilk kez görüyormuş gibi selamladığında seviniyorum. Orada bulamadıklarımı da dergilerden ya da internetten alıyorum. Beyaz arka fonda, mikroptan arınmış ürünlerin önden, arkadan ve yandan sergilenmesi, ürünün ek özelliklerinin belirtilmesi, hemen yanında tüm siparişlerimi görebildiğim sepetim… Bu iki boyutlu insansız dünyayı seviyorum.

Nakit param bittiğinde bankaya, saçlarım artık bağımsızlığını ilan ettiğinde ise berbere gidiyorum. Doktora en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum ama uzun süre önceydi. Zamanımın çoğunu abonesi olduğum gazete ve dergileri baştan aşağı tarayarak, önemli makaleleri kesip kodlayarak, yapıştırarak ve ilgili dosyalara sıralayarak geçiriyorum. Geçmişte, yapmak için maaş aldığım bu görev, işten çıkarıldığımdan beri zamanımı başka nasıl değerlendireceğimi bilemediğimden benim için hobi hâline geldi. İnsanlar artık arşivciliğin bittiğini, veribankaları ve metin aramaları döneminden kalma bir anakronizm olduğunu söylüyorlar ya, o zaman neden tüm yöneticilerim arşivi bana devretmek için bu kadar zorlandı?

Benim gibilerin ayda yılda bir kez, o da anca yeni yıl kutlamalarında yüz yüze görebildiği yöneticilerden biri her şeyin çöpe atılması gerektiğine karar verdi ama ben raylı raf sistemi dâhil tüm arşivi devralıp kendi evimin bodrumunda depolamayı önerdiğimde de bana şüpheyle yaklaştı ve karar vermesi haftalar sürdü. Doğrudan bağlı olduğum yöneticim ise olası tüm sakıncaları benimle paylaştı: masrafları, evimin dosyaların ağırlığını kaldırıp kaldıramayacağını, bu kadar evrakın özel mülkte depolanmasının itfaiye tarafından onaylanıp onaylanmayacağını… Yeterince param vardı, evrakların taşınma ücretini bizzat karşılayacağıma söz verdim. Bodrum oldukça büyüktü ve zemin de yükü rahatlıkla taşıyabilirdi. İtfaiye zaten bunun nasıl bir sorun oluşturabileceğini anlamadı. Telefondaki adam, İnsanların çatı katı ya da bodrumlarında neler sakladığını bir bilseniz, dedi gülerek.

Gülüşünde benimle bir sır paylaşıyormuş gibi bir hava vardı. Yöneticinin tüm itirazlarını çürütmeme rağmen arşivi bana teslim etmeleri haftalar sürdü. Arşivi ticari kullanıma ya da üçüncü kişilere açamayacağımı belirten, telif ve kişilik haklarını da içeren bir sözleşme hazırlandı. Sözleşmeyi harfiyen okudum. Oldum olası sevmişimdir sözleşmeleri; küçücük yazılmış metinler, incecik kâğıtlar, satırların dizilişi ve her olasılığı kapsaması gereken o zahmetli yazı tarzı… Yaşadıklarımız sanki sadece sözleşmeyle gerçekten var oluyor: evlilik, iş, miras ya da konut satın alma. O kâğıt parçasının imzalanmasıyla ilk kez yönetimdeki ilgili kişiyle karşılaşma fırsatı da buldum. Yüz ifadesinden beni bir aptal gibi gördüğü belliydi ancak bu benim isteğimi daha da güçlendirdi. Bu insanlar arşivin gerçek amacını hiçbir zaman anlamadılar.

Arşiv oluşturmak için yapılması gereken araştırmaların maliyetlerini hesaplayıp tüm bunlara değmediğini söylediler. Öyleyse soruyorum: Neye değer? Arşiv yalnızca dünyayı yansıtmaz, dünyanın bir kopyasıdır; kendine ait bir dünyadır. Ayrıca gerçek dünyaya kıyasla kendi içinde bir düzen barındırır. Her şeyin yeri bellidir, ne aranıyorsa biraz pratikle hemen bulunabilir. Arşivin gerçek amacı budur: var olmak ve düzeni sağlamak. Raylı raf sistemi özel bir şirket tarafından yapıldı. Zemini kırdıktan sonra raflar için gereken rayları yerleştirdiler. Hiltinin sağır edici gürültüsü evin her yerini doldurdu, tozlar en üst katlara kadar çıkarak odaları güneş ışınlarının zor göründüğü hafif sisli hava gibi örttü. Sonra, beklenen gün gelip çattı.

Dosya kolilerini taşıyan tır kapımın önünde durdu ve işçiler inleyip küfürler ederek kolileri bodruma taşıdı. Kolilerin ne denli fazla ve hepsinin artık benim sorumluluğumda olduğunu gördüğümde biraz ürktüm doğrusu. Tadilatın ve taşınmanın heyecanı o kadar büyüktü ki kendime gelebilmem birkaç günümü aldı. Sonraki birkaç gün boyunca dosyaları yerleştirmek benim için bir tür iyileştirme süreci gibi oldu: yeniden düzen kurmak ve her şeyin yerli yerinde olduğunu bilmek.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıDuyguların Arşivi
  • Sayfa Sayısı120
  • YazarPeter Stamm
  • ISBN9786257314961
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Antikacı ~ Gustavo Faverón PatriauAntikacı

    Antikacı

    Gustavo Faverón Patriau

    “Hepimiz hilkat garibeleriyiz, öyle ya da böyle.” Ünlü bir dilbilimci olan Gustavo, nişanlısını öldürdüğü için psikiyatri kliniğinde yatan eski dostu Daniel’in gerçeği itiraf etmek...

  2. Çocukluğum ~ Lev Nikolayeviç TolstoyÇocukluğum

    Çocukluğum

    Lev Nikolayeviç Tolstoy

    Çocukluğum, usta yazar Tolstoy’un on yaşından itibaren çocukluk ve ergenlik devresini içtenlikle ve kendine has üslubuyla kaleme aldığı unutulmaz bir eser. Yazıldığı dönemden günümüze...

  3. Bir Yaz Gecesi Rüyası ~ William ShakespeareBir Yaz Gecesi Rüyası

    Bir Yaz Gecesi Rüyası

    William Shakespeare

    Shakespearein keskin üslubu ve zekasıyla kaleme aldığı vazgeçilmez bir komedya. Eski Yunanda geçen bir düğünün merkezinde aşk ve evlilik kavramlarının karmaşası üzerine yazılmış bu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur