Dinaw Mengestu’nun yazdıkları sayesinde, vatanından kopup başka ülkelere giden göçmenlerin kabul görme, barış içinde yaşama ve kimliklerini bulma hikayelerine tanık oldum ve derinden etkilendim.
Khaled Hosseini –Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş’in yazarı
Sepha Stephanos, memleketi Etiyopya’daki ihtilalden Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçıp yeni bir başlangıç yapalı tam on yedi yıl olmuştur.
Onca yılın ardından sahip olduğu şeyler: Washington D.C.’deki yoksul bir Afro-Amerikan mahallesinde işlettiği kırık dökük bakkal dükkânı ve geçmişten gelen anılarını, ülkesine duyduğu özlemi paylaşabildiği, kendi gibi Afrika kökenli iki arkadaşıdır.
Bir gün yaşadıkları mahalleye Amerikalı beyaz bir kadın taşınır. Adı Judith’dir ve Naomi adında küçük, melez bir kızı vardır.
O günden sonra hem Sepha’nın hem de Judith ve kızı Naomi’nin hayatları değişecektir. Aynı dünya içinde, farklı ten renkleriyle yaşayacakları olaylar, onları nereye sürükleyecektir?
***
Mengestu Amerika içinde özel bir gruba ait. Bu grup ‘göçmen-yazar’lar grubu. ‘Düşlediğimiz Cennet’ ise onun içinde bulunduğu mücadeleden de esinlenilmiş, insanın içini burkan, önemli bir kitap.
-Chris Abani Los Angeles Times
Gerçekten takdire değer… Diğer kitaplarını da takip etmeye layık yeni bir yazar.
-The Washington Post Book World
Hem mükemmel bir Afrikalı öyküsü hem mükemmel bir Washington öyküsü hem de mükemmel bir Amerikalı öyküsü.
-The New York Times Book Review
***
1
Saat sekizde Joseph ve Kenneth dükkâna geldiler. Hemen her salı gelirler. Adını koymasak da, üçümüz arasında bir rutin haline geldi bu. Bazen sadece biri geliyor. Bazen ikisi de gelmiyor. Beklenti olmadığı için, soru da sorulmuyor. On yedi yıl önce, hepimiz Capitol Otel’de vale olarak çalışan göçmenlerdik. Ana girişteki tabelaya bakılırsa, otel İtalya’daki Medici ailesinin evini temsil etmek üzere inşa edilmiş. Hafta sonları, turistler, Beyaz Saray’ın çatısına tüneyen keskin nişancılara bakmak için çatıda sıralanırlardı. Kenneth orada Kenyalı Ken, Joseph da Kongolu Joseph olmuştu. O zamanlar şimdi olduğumdan da sıskaydım ve müdürümüzün dediği gibi, kendisine Etiyopyalı olduğumu hatırlatmak için bir takma ada ihtiyacım yoktu.
“Dükkânı bugün erken mi kapatıyorsun?” diye sordu Kenneth, içeri girip boş koridorlara bakarken. İşten çıkıp doğruca gelmişti, mayıs başı sıcağına karşın takım elbisesinin ceketi hâlâ üzerindeydi. Gömleği özenle ütülenmişti, kravatı da boynunda sımsıkı bağlıydı. Kenneth, öyle görünmemeye çalışsa da bir mühendis. Başka türlü kendisini fark etmeyecek insanların dikkatini çekmek ve saygısını kazanmak konusunda iyi bir takım elbisenin gücüne inanıyor. Her hafta içeri girerken aynı şeyi söylüyor. Bunun komik bir tarafı olmadığını biliyor ama Amerikalıların aynı şeyi tekrar tekrar söyleyerek başarılı olduklarına inanmaya başladı.
“Doğru söylüyorum,” demişti bir keresinde alınarak. “Onları duymalısınız. Her gün. Aynı şey. Her gün patronum içeri giriyor ve bana ‘Mücadeleye devam ha Kenneth?’ diyor. Ben de yumruğumu havaya kaldırıp, ‘Devam!’ diyorum. ‘İşte bunu duymak istiyorum,’ diyor. Kendisi yılda doksan bin kazanıyor. Doksan bin. Bu yüzden ben de ‘Dükkânı bugün erken mi kapatıyorsun?’ diyorum. Sen de ‘Siktir git!’ diyorsun.”
“Siktir git Ken,” dedim kapı arkasından kapanırken. Bunu ne zaman söylesem bana minnetle gülümsüyor. Kenneth hayatta her şeyden çok düzene ve kesinliğe, aksaklıklar olsa da dünyanın dönmeye devam edeceğine dair küçük günlük güvencelere ihtiyaç duyuyor. Bir kadına çok yakışacak olan, ama onda fazlasıyla büzüşmüş duran küçük bir ağzı ve dolgun dudakları var. Kahverengimsi bir renk alan ve aynı yöne doğru çarpılan dişlerinin farkında. Joseph bir keresinde ona artık iyi kazandığı halde neden dişlerini yaptırmadığını sordu. Kenneth cevap vermeden önce ağzını kocaman açarak gülümsedi. Yabancıların yanında konuşurken eliyle ağzını kapatıyor. Alt dudağını baş ve işaret parmaklarıyla ovuşturuyor, sanki ona utanç veren şeyleri yok etmeye çalışıyor.
“Böyle çirkin dişlerin olursa, nereden geldiğini asla unutmazsın,” dedi. Tekrar gülümsedi. Söylediğini vurgulamak istercesine, öndeki kahverengi dişine hafifçe vurdu.
Kenneth, tam bir Kenyalı. Saçları koyu renk, burnu uzun ve ince; ancak yüz hatları tıpkı bir çocuğunki gibi yumuşak ve narin. Boyu bir seksen; ama daha son iki sene içinde, işe girdikten sonra, altmış beş kilonun üzerine çıkabildi. Sarhoş olduğunda gömleğini kaldırıyor, karnını şişiriyor ve göbeğine gururla vuruyor. “Tanrı Amerika’yı korusun,” diyor her vuruşunda. “İnsan ancak burada Buddha olabilir.”
Dükkânın arka tarafına gidip üçümüzün hep oturduğumuz açılır kapanır masayı aldım. Ön tarafta daha önce rozbif ve jambon dilimleriyle bir inek budunun kaba etten hemen önceki kısmını andıracak şekilde kesilmiş parçalarının durduğu, şimdi boş olan küçük bir sandviç tezgâhım var. Dükkânımı sandviççiye çevirebilirim düşüncesiyle buraya borç aldığım iki bin doları harcadım. Sandviççi restorana, restoran da oturup gururla bakabileceğim bir yere dönüşecekti. İskemleleri, boş şarküteri tezgâhının önüne yerleştirdim. Sırtımı cama dayayıp oturdum. 2 Mayıs. Ocaktan beri tam üç sandviç siparişi aldım (hindi, mayonez olmasın, buğday ekmeği; hindi, hardal, buğday ekmeği; hindi, sadece bir dilim); öğle yemeği saatinden sonra tek bir sipariş bile gelmedi. Tüm çabama karşın, dükkânımın belirgin bir özelliği yok. Dar, salaş, loş bir yer; tavanda sabahları bir saatten önce yanmayan floresan lambaları asılı. Rasgele yerleştirilmiş dar reyonlarda yirmi beş sentlik patates cipsleri, iki litrelik Pepsi şişeleri, kutu içinde makarna ve peynirler, bebek bezi, sabun, deterjan, kutulu süt satıyorum.
“Jo-jo geldi mi?” diye soruyor Kenneth. Kimi günler Kongolu Joe, bazen Joe-Joe Kongo, bazen de sadece Jo-Jo oluyor.
“Henüz gelmedi.”
“Afrikalılar, Kongolular. Asla vaktinde gelmezler.”
“Sen geliyorsun.”
“Ben mühendisim. Dakik olmak zorundayım. Benim oyunumun adı dakiklik. Bana sekiz buçukta bir yerde ol dersen, sekiz buçukta orada olurum. Bir dakika bile gecikmem.”
Çantasından bir şişe Johnnie Walker Black çıkarıp masaya koydu.
“Bugün nasıldı?” diye sordu.
“Üç yüz yetmiş üç dolar, seksen dört sent.”
Kenneth rakamı duyunca üzgün üzgün kafasını salladı.
Dükkâna neredeyse kimse gelmiyor artık. Aylardır böyle, her ay bir öncekinden daha kötü oluyor. İşler az, para kıt ve Judith mahalleden taşındığından beri, dükkânı garip saatlerde açıp kapatıyorum. Bu da elimde kalan birkaç müşteriyi de kaçırdı. Geçenlerde, dükkânda baş başayken Kenneth bu konuyu açtı. Nisan ayı hesaplarıma bakıyordu; bir yandan kendi kendine yüksek sesle konuşurken bir yanda gördüklerinden hoşlanmadığını gösterircesine kafasını sallıyordu. Geçen bir ay boyunca, tam on gün kırmızı bir sıfırla işaretlenmişti. Bunlar dükkânı açma zahmetine bile katlanmadığım ya da müşterilerin gelmesine fırsat bırakmadan kapattığım günlerdi.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordu sonunda. Neden bahsettiğini görebilmem için defteri iyice açtı. “Umrunda değil mi?”
Başımı salladım. Ona, tek kelimelik karşılıklar ya da beylik laflarla cevap vermemin mümkün olmadığını nasıl açıklayacağımı bilemiyordum.
İyi bir günde kırk ya da belki elli müşterim oluyor. Çoğu, Logan Meydanı çevresindeki restore edilmiş evlere taşınan ve çalışmayan anneler ya da babalar. Boyunlarına ihtiyarlığı, hastalığı, işsizliği, yağmuru ve ölümü savuşturmaya yarayan muskalar gibi asılı çocuklarıyla öğleden sonra gezmesine çıktıklarında uğruyorlar. Şişe suyu, diş macunu, temizlik malzemeleri ve eğer çocukları yeterince büyümüşse, sırf bu yüzden kasa kenarında tutmayı öğrendiğim beş sentlik küçük şekerlerden alıyorlar. Haftada bir ya da iki kez yaşanan böyle iyi günlerde, dört yüz doların biraz üzerinde para kazanıyorum. Gecenin sonunda eve gittiğimde, sadece dükkân değil, bu ülke konusunda da kendimi daha iyi hissediyorum. Kendi kendime, Amerika güzel yer canım, diyorum. Burada ne ararsan var. Gaz daha ucuz. Hiç de kötü bir yer değil burası. Her şey daha beter olabilirdi. Hem başka ne yapabilirdim ki?
“Öyleyse, bugün Amerika’dan nefret ediyorsun?” dedi Kenneth. Yarım yamalak gülümsedi. Ofisinden aşırdığı Styrofoam fincanına biraz daha viski doldurup bana uzattı. Bıraksam, eksik olan 26.16 doları cebinden çıkarıp kasaya koyacağını biliyordum. Ben kendimi daha iyi hissedeyim diye her şeyi yapar.
“Bütün kalbimle,” dedim.
***
Joseph dükkâna genellikle sarhoş geliyor. Kollarını açıp yalpalayarak kapıdan giriyor. Onu izlerken, yaptığı en büyük hareketlerin bile onun için yeterince büyük olmadığı izlenimine kapılıyorsunuz. Sürekli dikkati üzerine çekmeye çalışıyor. Kendisiyle görüşen herkesin, ondan ayrıldıktan uzun süre sonra bile Joseph Kahangi’nin etkilerini üzerinde taşımasını garanti edecek şekilde, yeni Joseph’lik aşamalarını öğretiyor. Şu anda şehir merkezinde pahalı bir restoranda garson. Her masayı temizledikten sonra, kadehlerde kalan içkileri mutfağa götürmeden mideye indiriyor. Bugünkü havasına bakılırsa, akşam yemeği saatinde restoranın her zamankinden kalabalık olduğu anlaşılıyordu.
Joseph kısa boylu ve tıpkı bir ağaç kütüğü gibi kalın. Aydede gibi geniş ve yuvarlak bir yüzü var. Kenneth ona Ganalılara benzediğini söylerdi hep.
“Sende tam bir Ganalı suratı var, Joe. Yuvarlak gözler. Yuvarlak yüz. Bal gibi Ganalısın işte. İtiraf et şunu da hepimiz kurtulalım.”
Joseph ayağa kalkar, yumruğunu teatral bir şekilde masaya, avucuna ya da duvara vururdu. “Ben Zaireliyim,” diye bağırırdı. “Sen de baş belasısın.” Son zamanlarda, daha sakin bir sesle, “Ben Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndenim,” demeye başladı. “Gelecek hafta farklı bir şey olabilir. Kabul ediyorum. Belki de yarın Laurent Kabila’nın topraklarından olurum. Ama bugün, bildiğim kadarıyla, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndenim.”
Joseph ceketini çıkardıktan sonra beni yanaklarımdan öptü.
“Etiyopyalıların en sevdiğim tarafı bu,” dedi. “Sürekli birbirinizi yanaklarınızdan öpüyorsunuz. Her defasında öpüştüğünüz için selamlaşmanız ve vedalaşmanız saatler sürüyor. Öp. Öp. Öp.”
Kenneth, Joseph’a viski koydu. Üçümüz kadeh kaldırdık.
“Amerika bugün nasıl Stephanos?” diye sordu Joseph.
“Nefret ediyor,” dedi Kenneth.
“Çünkü anlamıyor.” Joseph bana doğru uzandı; geniş, aydede suratı yüzünden, küçük, kanlı, yüzüne sonradan akıl edilip konmuş gibi görünen gözlerinden başka bir şey göremez oldum.
“Sana söyledim,” dedi. “Bu ülke küçük bir piçkurusu gibidir. Sana istediğini vermediğinde ona kızamazsın.”
İskemlede arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. İki saniye bu pozisyonda kaldıktan sonra yeniden öne doğru eğilip kollarını dizlerine dayadı.
“Ama yaklaştığında onu övmelisin; yoksa dönüp seni kıçından ısırıverir.”
İkisi güldüler; içkilerini bir dikişte bitirip bardaklarını yeniden doldurdular. Onlar soluklanmaya çalışırken kısa bir sessizlik oldu. Bana Amerika’yla ilgili başka bir şey söylemelerine (“Bu ülke sadece bir tek şeyi umursuyor…”, “Amerikalılarla ilgili bilmen gereken üç şey var…”) fırsat bırakmadan, “Bukassa” dedim. Bu isim onları hazırlıksız yakaladı. İkisi de dönüp bana baktılar. Düşündüklerini belli etmek için fincanlarını ellerinde döndürüp duruyorlardı. Kenneth kapının yanındaki duvara yapıştırdığım ve hiç çıkarmadığım Afrika haritasına doğru yürüdü. Harita en az yirmi yıllık, belki de daha eski. Bu harita yapıldığından beri sınırlar ve isimler değişmiş. Ama haritalar, tıpkı resimler ve günlükler gibi, onları tamamen işe yaramaz hale gelmekten alıkoyan nostaljik bir özelliğe sahiptir. Ülkeler farklı renklerle gösterilmiş; Afrika’nın başı, şalla örtülü bir kadın kafası gibi görünüyor. Kenneth elini sessizce kıtanın üzerinde gezdirdi; batıdan doğuya, sonra güneye doğru ilerledi ve işaretparmağıyla Güney Afrika’nın ucuna dokundu. Ardından dönüp parmağını bana doğrulttu.
“Gabon.” Bunu sanki benim işlediğim bir suçmuş gibi söylemişti.
“Ne olmuş?” dedim. “Güzel bir ülke olduğunu duydum. İnsanları da iyiymiş. Ama kendim gitmedim hiç.”
Haritaya dönüp fısıldadı. “Lanet olsun.”
“Hadi. Senin mühendis olduğunu sanıyordum,” diye takıldı Joseph ona. “Hani şaşmazdın?” Ayağa kalkıp kalın, şişman kolunu Kenneth’in omuzlarına koydu. Diğer eliyle Afrika’nın ortasına bir çember çizdi. Noktasını bulup buraya iki kez vurdu.
“Orta Afrika Cumhuriyeti,” dedi. “Ne zamandı?”
Düşünceli bir ifadeyle, tıpkı hep bir gün olacağına inandığı, olmak istemekten hiç vazgeçmediği entelektüel bir adam gibi, çenesini kaşıdı.
“Bin dokuz yüz altmış dört? Bin dokuz yüz altmış beş.”
“Bin dokuz yüz altmış altı,” dedim.
“Yakın.”
“Ama yeterince yakın değil.”
Şimdiye kadar Afrika’dan kırktan fazla darbenin adı geçti. Bu bizim aramızda bir oyun halini aldı. Bir diktatör adı söyle, sonra da yılını ve ülkesini tahmin et. Bu oyunu bir yılı aşkın süredir oynuyoruz. Oyun alanımızı başarısız darbeleri, isyanları, küçük ayaklanmaları, gerilla liderlerini ve bulabildiğimiz isyan grubu kısaltmalarını -SPLA, TPLF, LRA, UNITA-, devrim adına eline bir silah alan herkesi kapsayacak şekilde genişlettik. Kaç tanesinden söz edersek edelim, hep daha fazlası oluyor. Biz ezberledikçe, isimler, tarihler ve yıllar da aynı hızla artıyor. Şakayla karışık, bunda bizim de payımız olup olmadığını düşünmeye başladık.
“Darbeler sona erdiğinde, biz de oynamayı bırakabiliriz,” demişti Joseph bir keresinde. Üçüncü ya da dördüncü oynayışımızdı. Buna ne kadar süre devam edebileceğimizi tahmin etmeye çalışıyorduk.
“Bunu bilmem gerekirdi,” dedi Kenneth. “Bukassa hep en sevdiklerimden biri olmuştur.”
Hepimizin en sevdikleri var. Bukassa. Amin. Mobutu. Garip beyanatları, komik performanslarıyla tanınanları, kırk kadınla evlenen ve bunun iki katı kadar çocuğu olan, kartal şeklindeki altın tahtlarında oturan, kendini küçük tanrı ilan eden, ensest, yamyamlık, büyücülük söylentileriyle kuşatılan diktatörleri seviyoruz.
“O bir imparatordu,” dedi Joseph. “Tıpkı senin Haile Selassie gibi, Stephanos.”
“Ama ömrü uzun olmadı,” diye hatırlattım.
“Çünkü kimse ona şans tanımadı. Zavallı Bukassa. İmparator Bukassa. Savunma, Eğitim, Spor, Sağlık, Savaş, İskân, Tarım, Doğal Hayat, Dışişleri Bakanı, Saygıdeğer Majesteleri, Egemen Dünyanın Kralı, Aslan Judah Bukassa.”
“Yamyamdı, değil mi?” diye sordu Kenneth, Joseph’a.
“Fransızlara göre evet. Ama Fransızlara kim inanabilir? Sierra Leone’ye, Senegal’e bak. Yalancılar. Hepsi.”
“Fransızlar mı, Afrikalılar mı?”
“Ne fark eder?”
***
Bunu izleyen iki saati havadan sudan konuşarak ve Kenneth’in viskisini ağır ağır yudumlayarak geçirdik. Söz, tabii ki kaçınılmaz olarak evimize geldi.
“Anılarımız,” dedi Joseph, “denize kavuşamayan nehir gibi. Zaman içinde, yavaş yavaş güneşin altında kuruyacaklar. Bu yüzden içiyoruz, içiyoruz, içiyoruz ve bir türlü doymuyoruz.”
“Neden hep böyle konuşuyorsun?” diye sordu Kenneth.
“Çünkü doğru. Bunu tanımlamanın tek yolu da bu. Eğer söyleyecek farklı bir şeyin varsa, söyle.”
Kenneth iskemlesinin arkasını duvara yasladı. Sarhoştu ve düşmek üzereydi.
“Söyleyeceğim,” dedi.
Viskinin kalan son birkaç damlasını fincanına koydu ve bunları yakalamak için dilini uzattı.
“Babamın yüzündeki yaranın yerini hatırlayamıyorum. Bazen şurada, yüzünün sol tarafında, gözünün hemen altında olduğunu düşünüyorum. Sonra kendime, onunla yüz yüze olduğumu, bu yüzden gerçekten de sağ tarafta olduğunu söylüyorum. Ama ardından olamaz diyorum. Çünkü küçükken onun omuzlarına otururdum ve parmağımı yarasına sürdürürdü. Ben de bir masanın üzerine oturuyorum, bacaklarımı iskemleye doluyorum, eğiliyorum ve yaranın nerede olabileceğini bulmaya çalışıyorum. Burası. Ya da şurası. Burası. Ya da şurası.”
Konuşurken eli yüzünün bir o yanına bir bu yanına gidiyordu.
“Ölürsem, beni bu yaradan nasıl tanıyacağını bileceksin, derdi. Bu çok anlamsızdı ama küçükken bunu bilmiyordum. Onu tanımak için bu yaraya ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. Şimdi onu görsem, herhangi bir yaşlı adamdan ayırt edemem.”
“Baban öldü zaten,” dedim.
“Seninki de, Stephanos. Bir gün onu unutacağından endişelenmiyor musun?”
“Hayır, endişelenmiyorum. Hâlâ gittiğim her yerde onu görüyorum.”
“Babalarımızın hepsi öldü,” diye ekledi Joseph.
“Kesinlikle,” dedi Kenneth.
İlk kez bir karara bu kadar yaklaşmıştık.
***
Joseph ve Kenneth eve gitmek için kalktıklarında, saat gece yarısını birkaç dakika geçiyordu. İkisi de şehrin hemen dışında, banliyölerde, birbirine tıpatıp benzeyen, içinde evde yokken bile açık bıraktıkları kocaman televizyonlardan başka doğru dürüst mobilya olmayan, duvardan duvara halı kaplı dairelerde yaşıyorlar. İkisi de şu sıralar şehirden nefret ediyorlar.
Joseph giderken beni iki yanağımdan öptü. Kenneth bir kez daha sırtıma vurdu, her ihtimale karşı bir kez daha “Mücadeleye devam, Stephanos,” diye hatırlattı.
Kenneth’in külüstür kırmızı Saab’ına binip uzaklaştılar. Bu arabayı satın almak, Kenneth’in Amerikan ticaret hayatına ilk girişiydi; uzun süredir bunu bekliyor ve sanırım bunun onu mücadelede yukarılara taşıyacağını düşünüyordu. Üç yıl önce bu arabayı almak için onunla birlikte uzak bir Virginia banliyösünün eteklerindeki ikinci el araba satıcısına gittim. Bir cumartesi sabahı erkenden beni aldı; işler zaten yavaştı, birkaç saat dükkânda olmamak beni fazla zarara sokmazdı. Kenneth bugün için, kendisinin yakınlarda üyesi haline geldiği orta sınıfa dahil olduğunu gösteren orta büyüklükte bir Sedan araba kiralamıştı. Yine günün anlamına uygun olarak takım elbise giymişti; bugünlerde giydiklerinden daha ucuz bir takımdı ama takımdı işte. Arabayı evin önüne çekti, havalı bir biçimde, bir ayağını diğerinin önüne atarak arabanın kapısına dayanıp beni bekledi. Keşke onun ne kadar harika göründüğünü görebilecek daha fazla kişi olsaydı, diye düşündüm. Sadece giysileri ve kiraladığı araba yüzünden değil; üzerinde daha önce hiç görmediğim yapmacıksız bir özgüven de vardı.
“Nasıl görünüyorum Stephanos?” dedi, ben kapıdan çıktığımda. “İyi, değil mi?”
O günlerde, bir süredir vazgeçtiği eski bir alışkanlığı yeniden ortaya çıkmıştı, cümlelerini soruyla bitiriyordu. Kollarını kaldırınca, ceketinin kollarının neredeyse üç santim kısa olduğu çıktı ortaya.
“Birinci sınıf,” dedim.
“Doğru söylüyorsun değil mi? İyi görünüyorum gerçekten?”
“Tabii ki iyi görünüyorsun.”
Araba satıcısına gidişimiz uzun sürdü. Kenneth daha yeşil ışık sönmeden duruyordu; otoyola çıkana kadar da sokaklarda ağır ağır ilerledi ve kestirmeden gitmedi. Bunların hiçbirini umursamadım. Hayatımız boyunca alay ve aşağılamalara maruz kaldık; eğer şimdiki rolüm önümüzdeki tüm güçlük ve zaferlere karşı kör ve yılmaz, sadık tezahüratçıyı oynamaksa, bu rolü seve seve yerine getirecektim.
Arabayı dikkatle araba satıcısının önüne park ettik; sanki her hareketimiz değerlendirilip yargılanıyordu. Arabadan indik. Parkı geçip ofise doğru yürüyecekken, Kenneth bileğimi tutup beni durdurdu. “Dur, Stephanos. Bekleyelim onlar bize gelsin.”
Yine benim evimin önünde beklerken sergilediği pozu takındı; tek fark, şimdi güneş iyice yükselmiş olduğundan, portreyi tamamlamak için güneş gözlükleri takmasıydı. Biz dışarıda arabaya yaslanmış dikilirken, beyaz, kısa kollu gömlekler giymiş Amerikan erkekleri ofisten çıkıp arabaların arasında ağır ağır yürüdüler, alınlarını sildikleri mendilleri tekrar katlayıp ceplerine koydular ve bizim tarafımıza sadece şöyle bir bakmakla yetindiler. On, derken yirmi dakika bekledikten sonra, ne giymiş ya da orada ne kadar dikilmiş olursak olalım, kimsenin yanımıza gelmeyeceğini anladık.
“Hadi Stephanos, gidelim,” dedi Kenneth sonunda. “Bizim istediğimiz onlarda yok.”
Kenneth üç gün sonra kırmızı Saab’ıyla dükkâna geldi. Günün sonuna doğru gelmişti; anahtarları sanki reyonlardan birinden almış gibi kasanın yanına attı.
“Markasına bak,” dedi.
Kırmızılı mavili bir Saab anahtarlığı vardı; iki anahtarın başı lastikle birbirine tutturulmuş ve üzeri şirket logosuyla damgalanmıştı.
“Saab mı?”
“Fena değil, değil mi?”
“Nerede?”
“Dışarıda. Git de kendin bak.”
Ben arabaya bakmaya giderken, Kenneth dükkânda kaldı. Arka lastiklerin etrafı pas içindeydi, ön çamurluk içine göçmüştü ve ön kapının boyaları çıkmıştı. Dükkâna geri döndüğümde, Kenneth’e zafer işareti yaptım. Yalana başvurarak arabanın güzel olduğunu söyledim.
“Ciddi misin? Güzel mi gerçekten?”
“Güzel,” dedim.
***
Kenneth ve Joseph yanlış yöne sapıp geri dönmek zorunda kalırken, pencereden onları izledim. İkinci kez dükkânın önünden geçerlerken kornaya bastılar.
2
Geçen eylül başlarında Judith benim bitişiğimdeki evi satın aldı; bu bir zamanlar öylesine imkânsız görünen bir olaydı ki, bir gece Joseph ve Kenneth’e söylediğimde, asla hayal edemediğimiz makul bir gerçeklikten çok, saçma bir şaka gibi geldi. Dükkânda masamızın çevresinde oturuyorduk. Kapılarla camlar açıktı; böylece iskambil oynayıp kahverengi kesekâğıtlarına sarılı biralarımızı içerken, sokakta gevezelik eden çocukları duyabilecektik.
“Bilin bakalım ne oldu?” dedim onlara.
“Ne?”
“Beyazlar taşındı.”
“Nereye?”
“Bitişiğe.”
“Kimin bitişiğine?”
“Benim.”
“Atıyor.”
“Ciddiyim.”
“Senin bitişiğine.”
“Evet.”
“O eve.”
“Herhalde tamir edecekler.”
“Beyazlar neden senin bitişiğinde yaşamak istesinler?”
“Orada oturduğumu bildiklerini sanmıyorum.”
“Nereden biliyorsun?”
“Onları gördüm.”
“Nasıl birileri?”
“Uzun boylu. Beyaz.”
“Kaç kişiler?”
“Ben sadece birini gördüm.”
“Öyleyse bu hiçbir şeyi kanıtlamaz.”
“Kadın çantasında anahtarlarını arıyordu.”
***
Judith’in taşındığı ev, bir zamanlar güzel olan, harabe bir binaydı ve yıllardır boştu. Tuğladan yapılmış dört katlı bu malikâne, filmlerde ya da kitaplardaki perili köşklerden biri olabilirdi. Özenle yapıldığı belli olan çatıdaki kiremitler, kuruyan cilt gibi dökülmüştü; panjurlar evin iki yanına oyulmuş bir çift karton göz gibi duran küflü pencerelere inatla yapışmıştı sanki. Logan Meydanı’nda kalan tek renkli bina olarak evin dikkat çekmesini sağlayan tuğlaların parlak kırmızı rengi neredeyse iğrençti. Önde içler acısı haldeki çimenler vardı. Paslı metal çitleri menteşeleri zar zor tutan bir bahçe kapısı göze çarpıyordu. Ev on yılı aşkın süredir terk edilmiş haldeydi. Arada yalnızca evsizler, uyuşturucu bağımlıları ve Portland’dan gelen küçük bir grup anarşist uğramıştı.
Logan Meydanı çevresinde Judith’in evi ya da benimki gibi en az iki düzine ev vardı. Bir zamanlar çok önemli birine -devlet başkanının kuzeni, teyzesi ya da yeğeni- ait olan, ama yıllar içinde terk edilen, gözden çıkarılan, yanan veya benim evim gibi ucuz, zaman zaman hamamböceklerinin istilasına uğrayan dairelere bölünen evler. Ben bu mahalleye taşınmıştım, çünkü param bu kadarına yetiyordu. Üstelik içten içe, meydanın bu halini seviyordum; zenginliğin ve gücün kalıcı olmadığının kanıtıydı burası. Amerika’nın o kadar da büyük olmadığını gösteriyordu. Mahalle ve hatta şehir düşmüştü; her gece bunu salonumun penceresinden görebiliyor ve duyabiliyordum.
Judith’in gelişini izleyen bir hafta içinde eve erkekler ordusu akın etti. Aralarında marangozlar, elektrikçiler, kaloriferciler, boyacılar, çatı ustaları ve hep şık takım elbisesiyle gelip başında sert sarı şapkasıyla gümüş rengi Mercedes’ine dayanarak duran mimar vardı. Evde çalışan erkeklerin hemen hepsi öğle yemeği molalarında birkaç dolarlık abur cubur almak için benim dükkânıma geliyordu. Onlar da anca hâlâ mahallede haftalık turlarını atmaya devam eden Yehova Şahitleri kadar güvenilirdiler. İşçilerin gelip geçici olduğunu bilsem de, onların varlığını bazı şeylerin düzelmekte olduğuna dair bir işaret olarak görüyordum. Mahalle iyiye doğru gidiyordu ve hayat değişimin eşiğindeydi. Biraz da onların, eve ve mahalledeki diğerlerine yaptıkları yüzünden ocak ayında dükkâna sandviç tezgâhı koydum. Belki ben de yeni restore edilmiş, görkemli çehreleriyle ışıldayan evlerden kâr sağlayabilirdim.
Judith’in hayatıyla ilgili ayrıntıların bazılarını ilk olarak işçilerden öğrendim. Bunlar, evinizi çok iyi bilen ve kaçınılmaz olarak sizi de tanımaya başladığını düşünen kişilerden gelebilecek ayrıntılardı elbette. Kadının bol paralı bir lezbiyen orospu olduğunu öğrendim. Bir taraftan da mimarla düzüşüyordu (kadının her gelişinde bir odaya kapanmalarından belliydi bu); böylece adamın neden öyle bir piçkurusu olduğu ve işi nasıl aldığı da açıklanmış oluyordu. Kadın her katta bir banyo istemişti; bu, saçmalıktan başka bir şey değildi; sadece iki kişinin yaşadığı bir evde ne demeye dört banyoya ihtiyaç duyuyordu ki! Kütüphanesi bütün bir katı kaplıyordu; burada özel yapılmış kitaplıkların ve bunları örtecek kayan kapıların olmasını istiyordu. İnsan neden kitaplarını kapatacak kapılara ihtiyaç duyardı? Ya yatak odası?.. Üçüncü katın yarısı kadardı. O büyüklükte bir odaya koca bir aile sığardı. Kocası, erkek arkadaşı ya da kız arkadaşı yoktu. Ama lezbiyendi; bu konuda bahse girebilirdiniz. Bunu anlamak için kısacık saçlarına ve dümdüz göğüslerine bakmanız yeterliydi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDüşlediğimiz Cennet
- Sayfa Sayısı243
- YazarDinaw Mengestu
- ISBN6055913731
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kronos ~ Witold Gombrowicz
Kronos
Witold Gombrowicz
Özgün yazınsal ve entelektüel kimliğiyle Polonya’nın en yıkıcı ve aykırı yazarı Gombrowicz’in (1904-1969), pek çok eleştirmene göre başyapıtı kabul edilen ve devasa bir parşömene...
- Aşkın Günahı ~ Sophie Jordan
Aşkın Günahı
Sophie Jordan
Fallon güzelliğini gizleyebilirdi… Peki ya arzularını? Biri maskelerin ardında yaşıyor… Fallon O’Rourke gibi bir güzelin iffetini koruyabileceği son yer, Londra’nın en çapkın dükü Dominic...
- Haydut ~ Robert Walser
Haydut
Robert Walser
Haydut, burjuva toplum düzenine uyum sağlamayı beceremeyen bir iflah olmazın hikâyesidir. Romanla aynı adı taşıyan kahramanı, kendini keşfetme yolculuğunda daldan dala konan bir bohemdir....