Ailesiyle yaşadığı çiftliği ele geçirmeye çalışan kâhya tarafından İstanbul’a gönderilen Ali Yılmaz, orada zorla alıkonur. Ancak bir süre sonra kaçmayı başarır ve büyük şehirde bir başına, aklı Bursa’daki annesi ve kız kardeşinde kalarak, hayata tutunmanın yollarını arar. Remzi ve annesiyle karşılaşır önce, evsizlerin dünyasında bulur kendini. Farklı işyerlerinde çırak olarak çalışırken, Sirkeci’nin, Tahtakale’nin esnafıyla, İstanbul’un farklı kültürleriyle tanışır. Dünya ise henüz ummadığı kadar küçüktür. İyileri de buluşturur, kötüleri de…
1940’lardan bu yana sayısız çocuğun okuma alışkanlığı edinmesinde önemli rol oynayan Kemalettin Tuğcu, zorlukların ve acımasızlığın karşısında dirençle, umutla, sabırla duran insanları, en çok da çocukları anlatmıştır. Merhameti hiçbir zaman kaleminden eksik etmeyen Kemalettin Tuğcu’nun yeğeni, yazar Nemika Tuğcu’nun titiz danışmanlığıyla yayına hazırlanan bu seçkiyi, çocuk edebiyatının usta illüstratörlerinden Mustafa Delioğlu resimledi.
Değerli şair arkadaşım Ülkü Tamer’in Tuğcu için önemli, güzel bir açıklaması olmuştu. “Tuğcu çok değerlidir. Çocuklara merhameti öğretmişti.” Nasıl da sevinmiştim bu saptamasına Ülkü’nün.
Füruzan
İçindekiler
Ali Yılmaz……………………………………………………………………….11
Davetsiz Misafir …………………………………………………………….15
Bostan Kuyusu……………………………………………………………….19
Kahveci Çırağı……………………………………………………………….. 27
Bakkal Çırağı ……………………………………………………………….. 30
Sülük Remzi ………………………………………………………………….33
Safinaz Teyze…………………………………………………………………39
Açlık ……………………………………………………………………………. 44
Hırsızlık ………………………………………………………………………. 48
Saygısızlar……………………………………………………………………..52
Avukat Yardımcısı………………………………………………………….59
Emanet Para ………………………………………………………………….65
Düşmez Kalkmaz Bir Allah……………………………………………. 71
Yeni İş …………………………………………………………………………… 76
Bir Küçük Kız…………………………………………………………………83
Zavallı Güzin………………………………………………………………….87
Takip……………………………………………………………………………. 94
Kavuşan Kardeşler…………………………………………………………99
Hanife Teyze’nin Şiltesi………………………………………………..104
On Bin Lira…………………………………………………………………..108
Avukat Adnan……………………………………………………………….113
Çiftlikte ………………………………………………………………………..118
Süveyda Hanım Kaçırılıyor ………………………………………….. 127
Ana ile Oğul ………………………………………………………………… 132
Tehlikeli Yolculuk ………………………………………………………..136
Mahkeme ……………………………………………………………………. 141
Ali Yılmaz
Yazdan kalma bir gündü. Kasım güneşi evlerin arasındaki geniş viraneye vurmuş, sonbahardan kalma otları ısıtıyordu. Orada kim bilir kimin tarafından bırakılmış, eski, harap yük arabasının üstüne on, onbir yaşlarında perişan kıyafetli bir oğlan çocuğu oturmuş, hem ağlıyor hem de elindeki ekmeği parça parça koparıp yiyordu. Karşısında durmadan kuyruğunu sallayan bir mahalle köpeği vardı. Çocuğun atacağı ekmek parçasını bekliyordu. Binbaşı Nazmi Bey’in oğlu Emek, babasının emir eriyle çarşıdan dönüşte bu çocuğun ağladığını görmüş ve, “Mehmet Ağabey, neden ağlıyor bu çocuk?” diye sormuştu.
Emir eri dudağını büktü.
“Ne bile’m elin oğlu neye ağlar. Besbelli var bi’ derdi.”
“Bak, ayakları çıplak. Gömleği de yırtık.”
“Fukaralık, ne olacak?”
“Haydi, yanına gidelim de soralım.”
“Derdini ne eşelersin oğlanın?”
“Babama söyleriz, ona yardım eder.”
“Babanın işi başından aşkın. Hem tez gelin demedi mi?”
“Ben gidip söylerim. Arsada güneşte oturacağız derim.”
Emek, sokağın başındaki evlerine kadar koştu. Pencereden babasına seslendi. İzin koparınca sevine sevine geri döndü. Mehmet cebinden alfabesini çıkartmış, güneşe karşı çömelmiş hecelemeye başlamıştı. Emek, ağlayan çocuğa doğru yavaş yavaş sokuldu. Önce köpeğe seslendi. Sonra ağlamasını kesen çocuğa, “Bu köpek ısırır mı?” diye sordu. Öteki ağlamasını kesmişti. Yüzündeki yaşları bileğinin tersiyle siliyordu. “Isırmaz,” dedi.
“Adı ne bunun?” “Bilmem. Ben ekmek yiyordum, geldi karşıma.” “Ben de arabaya çıkayım mı?” “Çııık. Benim değil ki araba.” Emek, tekerleğin ispitlerine merdiven basamağı gibi basarak çıktı. Arabanın kenarına oturunca, “Benim babam binbaşı,” dedi. “Köşe başında çeşmenin üstündeki ev var ya. Hani duvarının üstünden asma görünüyor, biz oraya taşındık işte. Eskiden Erzurum’da oturuyorduk.
Babam buraya tayin edildi. Bu askerin adı Mehmet, babamın emir eri. Bugün pazar ya. Sen okula gidiyor musun?” Ağlayan çocuk kızardı. İçini çekti. “Ben artık gitmiyorum,” dedi. “Eskiden giderdim. Benim de bir babam vardı.” Çocuk birden ellerini yüzüne kapattı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Emek çok şaşırdı. Üzülerek askere seslendi. Alfabesini katlayan er arabaya sokuldu, “Len ne ağlı’yon?” dedi. “Böyle günde ağlanı’ mı? Bak bi’ yol ortalık temelli ıscah. Sanırsın kim yaz geri geldi. Sus hele. Ayıp edi’yon.” Çocuk bir iki defa daha hıçkırdı. Dişlerini sıkıp sustu. Ağladığına utanıyordu. Asker onun sırtını okşadı. “Ağlayıp durma gardaş. Ne var ağlayacak. Bi’ yerin ağrımıyo’ ya?”
“Hayır.”
Çocuk kızardı. Tekrar ağlamaya başladı.
“Neye ağladın ya?”
“Babam aklıma geldi de.”
“Buban mı? Ne oldu bubana?”
“Öldü.”
“Benim de bubam öldü. Ne yaparsın, iki ağlar, üç fıkırdar susarsın. Bu dünya bö’ledir. Kimseye kalmaz. Ölenle ölünmez. Adın ne senin?”
“Ali Yılmaz.”
“Buraya yakın mı eviniz?”
“Evimiz mi? Benim evim yok ki?”
“Nerede yatıp kalkarsın?”
“Kahvede yatıyordum şimdiye kadar, ama artık gitmeyeceğim.”
“Neden?”
“Kahveci beni dövdü.”
“Niye dövdü?”
“Kahve götürürken ayağım kaydı, yere düştüm. Kahve
döküldü. Kızdı, beni dövdü, kolumdan tutup attı sokağa.”
“Kimin kimsen yok mu?”
“Yok.”
“Ne ‘ideceksin?”
“Bir bildiğim adam vardı. Ona gideceğim. Geç bile kaldım.”
Çocuk arabadan indi. Onlara, “Allahaısmarladık,”
dedi, viraneden çıkıp yürümeye başladı. Yürürken topallıyordu.
Davetsiz
Misafir
O gece, Emeklerin evinde, herkes yatmaya hazırlanıyordu. Dışarıda ince ince yağmur yağıyordu. Soğuk da artmıştı. Binbaşı Nazmi Bey ilk defa sobayı yaktırmıştı. Gazetesini okurken sobanın hışırtısını da dinliyor, keyifleniyordu. Sokak kapısı çalınınca başını çevirdi, karısına, “Mehmet’e sor bakalım,” dedi, “gelen kim?” Emek’in annesi elindeki işi bıraktı. Kapıya doğru yürüdü. Emir eri ondan önce oda kapısına kadar gelmişti. Kadın, “Kimmiş?” diye sordu. “Kimsesiz bir oğlancık,” dedi asker. “Barınacak yeri yokmuş. Ağlayıp duruyor.”
Binbaşı hemen yerinden kalktı, “Getir,” dedi, “getir şunu içeriye.” Emir eri aşağıya inmişti. Emek birden heyecanlanmış, titriyor, hep kapıya bakıyordu. Mehmet’in sesi birtakım boğuk hıçkırıklara karışıyordu: “Acele etme, ayaklarını iyice yu,1 temelli battı buraları. D’imek yağmur azıttı, şu çaputa iyice bi’ kurulan.” Binbaşı kapıya kadar yürüdü. Islak saçları başına yapışmış, yırtık gömleği vücuduna sarılmış, yüzü bembeyaz kesilmiş bir çocuktu karşısındaki. Ali Yılmaz odaya girmişti. Sağına soluna acı acı bakındı. Kapının yanına diz çöktü, oracıkta avuçlarını yüzüne örttü. “Anneciğim, ah anneciğim,” diye katılırcasına ağlamaya başladı. Binbaşı sapsarı kesilmişti.
Karısı tıkanarak, “Oğlum, oğlum, ağlama yavrum,” diyerek çocuğa doğru yürüdü. Emek’in annesinin de gözleri dolmuştu. Binbaşı, o kadar katı yürekli sanılan koca subay, elini şaşkınlıkla çocuğun omzuna koymuş, “Vah yavrucak, neyin var?” diye soruyordu. Emek koştu, çocuğun bileğine yapıştı. “Ali Yılmaz, hişt,” dedi, “Ali Yılmaz, bana bak. Beni tanımadın mı? Hani sen arabada oturuyordun sabahleyin. Mehmet’le biz gelmiştik ya.” Çocuk cevap vermedi. Cevap veremezdi de artık. Bütün vücudu ateş gibi yanıyordu. Bir yatak yaptılar, kimin nesi olduğunu bilmedikleri bu çocuğu oraya yatırdılar.
Çay pişirerek içirmek istediler ama zavallıyı koydunsa bul. Ali Yılmaz çoktan kendisinden geçmişti. Dudaklarından birbirini tutmayan kelimeler dökülüyor, ara sıra ağlıyor, yalvarıyor, annesini çağırıyordu. Gelen doktor onu iyice muayene etti. “Bu zavallıyı pek hırpalamışlar,” dedi. “Besbelli, sefalet çekmiş. Ateşi kırkı geçkin. Fakat iğnenin tesiriyle gece yarısına doğru düşer. Sabahleyin bir kere uğrarım.” Binbaşı çocuğun ıslak gömleğinin arasından çıkan nüfus kâğıdını titreyen ellerinde çevirerek okuyordu. “Adı Ali Yılmaz, soyadı Handere. Babasının adı Rüştü. Annesinin adı Süveyda, doğum yeri İstanbul. Nüfus idaresi, Fatih.” Çocuk yattığı yerden, “Anne, anne,” diye inliyordu. Binbaşının gözlerine yaşlar sıralanıyordu. “Anne, evet anne… Ben koskoca adam oldum, başım sıkıldıkça, ‘Ah anacığım!’ diye inlerim. Bu daha kucak çocuğu sayılır be yahu. On bir yaşında. Bizimki gece odadan odaya gidemez, bu tek başına sokaklarda.” Emek, “Baba, bunun babası ölmüş,” dedi. “Sabahleyin biz ona rastladıydık. Ağlıyordu.” “Peki nerede oturuyormuş. Anası neredeymiş?” “Ne bileyim baba. Kahvecilik yapıyormuş. Kahve götürürken düşmüş de kahveci onu dövmüş, sokağa atmış. Ne iyi çocuk, değil mi baba?” Doktorun yaptığı iğneler tesir etmiş olacaktı. Ali Yılmaz’ın inlemesi yavaş yavaş kesildi. Gözleri bir parçacık aralık kalmış, ağır bir uykuya dalmıştı. Zayıf boynunun iki tarafındaki kalın damarları atıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDüşkün Çocuk
- Sayfa Sayısı160
- YazarKemalettin Tuğcu
- ISBN9789750762925
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Çocuk / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Atlı Prens Cem Sultan ~ Tuna Serim
Beyaz Atlı Prens Cem Sultan
Tuna Serim
Cem Sultan bir efsane, yalnız ülkesinde değil, Avrupa’da da… Biz Cem diyoruz, onlar Zizim. Güzel, yakışıklı, akıllı, çalışkan, savaşçı, bir bilim ve sanat âşığı…...
- Günahın Rengi ~ Ahmet Günbay Yıldız
Günahın Rengi
Ahmet Günbay Yıldız
Öyle midir değil midir bilemeyiz ama kopkoyu bir renk olduğunu ve bütün renkleri soldurduğunu söyleyebiliriz herhalde. “Günahın Rengi” Ahmed Günbay Yıldız’ın son romanının adı....
- İyileşme Zamanı ~ Funda Uçuk Er
İyileşme Zamanı
Funda Uçuk Er
Düştüm. Hiç kalkamayacağımı zannedecek kadar uzun kaldım yerde. Sevgili Okur, Birazdan sayfaları arasında kaybolacağınızı umduğumuz bu kitap, çok özel bir yolculuğun son parçasıdır. Serinin,...