Bugün ölecek miyim? Öleceksem hazırım; cümlem dudaklarımda. Sıra son söze geldiğinde insanın mutlaka söyleyecek bir şeyi olmalı. Benim sözlerim, “İçtim, hem de çok içtim,” olacak. Hayatımı boşuna harcamadığımı bundan iyi ne kanıtlar?
1998 ve 2003, Karaburun… İki ayrı yaz, iki kadın, uzun ve yaralayan hatıralar. “Suçsuz bellek yoktur”. Tabur defterine kim kaydedildi? Birazdan sarhoş olacak Kuzey Erkil mi? Mutluluktan daha görkemli olanı arayan Şafak mı? Sevdiğine değil onu en çok sevecek olana giden Çiğdem mi?
Mehmet Eroğlu, ’74 affıyla ülkeye dönmüş, partiden atılmış bir devrimcinin hiç beklemediği bir anda tutulduğu aşkı ve sevmeye kalkışmasını anlatıyor. İnsanlar ikiye ayrılıyor: Geçmişinden kopabilenler ve bunu asla başaramayanlar…
Düş Kırgınları, değişen zamanı, pişmanlığı ve yalnızlığı resmeden usta işi bir Eroğlu romanı…
“İnsan, var olduğuna inanmak
için mi kendini anlatır? Öyle ise susacağım…”
Kuzey Erkil
Giriş
Yazarın notu, Kasım 2004:
“Sanat, tanrısallığın fethiyse, sanatçı da bu kutsal savaşın öncüsüdür…” Tarih, 20 Mayıs 2004, yer, yılın altı ayını geçirdiğim eski taş evin denize bakan geniş terası; saat yediye geliyor olmalıydı, bir yandan derin derin soluyarak Domuz Burnu’na bakıyor, bir yandan da İstanbul’daki bir dergiye hafta sonuna kadar göndereceğime söz verdiğim yazının son satırlarıyla uğraşıyordum. Acaba ‘fethi’ yerine ‘keşfi’ mi desem, yoksa iki sözcüğü birlikte kullanıp, Tanrı’ya yöneltilmiş meydan okuyuşu yumuşatsam mı? Bunun gibi, pek de anlamı ve önemi olmayan, sona yaklaştıkça yazarı ele geçiren o kaygılı titizliğin üstesinden gelmeye çalışıyordum. İşte tam o sırada, kararsızlığımı yandaki sehpada dakikalardır beklettiğim soğumuş kahveyle yatıştırmaya niyetlendiğimde, Kanal’ın ortalarından kıyıya düşen cansız imbatın serinletemediği terasa, alnındaki terleri silerek bir kadın girdi. Onu daha önce hiç görmemiştim; beklediğim birisi de yoktu.
Birkaç saniye boyunca, gecenin karanlığında rastlantıyla karşılaşan ayrı türden iki yırtıcı gibi birbirimizi sessiz bir tedirginlikle tartarak bekledik. Kadın, acele etmeden etrafı gözden geçirdi, sonra kararlı adımlarla oturduğum köşeye doğru yürümeye başladı. Ayağa kalkacakmışım gibi kahveyi aceleyle az önce aldığım sehpaya bıraktım. Ama kalkmadım. Çünkü kararsızlığımın yerini donuk bir şaşkınlık almıştı. Beni hareketsizliğin içine hapseden bu anlamsız şaşkınlığın nedeni, kadının –zamanımın çoğunu geçirdiğimden mahremiyetimi de içeren bir odaya dönüşmüş terasta birdenbire ortaya çıkışı değil, yüzünü ve saçlarını başörtüsü gibi sarmış olan garip, buğumsu kuşaktı.
Yaklaştıkça durum belirginleşti: Davetsiz misafirin ya teninden dışa doğru bir ışık yayılıyordu ya da duru yüzü, çevresindeki eğik akşamüstü ışığını içine emiyordu. Kadın aslında uzun boyluydu ama üstünde bedenine henüz yerleşmemiş, hatlarını kalınlaştırmamış eğreti birkaç kilo göze çarpıyordu. Bazı geceler yandaki tarlada rastladığım, çiftleşme çağrısı yaparken etrafa fosfor yayan yakamozları hatırlatan ışıltılı kadın, masanın önüne gelir gelmez kendini tanıtmaya gerek görmeden konuşmaya başladı. Garip olduğu kadar küstah ve pervasızdı; ses tonundan ve istediğini alacağına inanarak gözlerimin içine bakmasından anlaşılıyordu bu. “Bir öykü yazmanızı istemeye geldim buraya.” İlk sözleri –tavırlarına bakılırsa emri demeliydim bunlar oldu.
Ancak kadın hızlı, buyurgan başlangıcın aksine sözlerinin arkasını getirmeden sustu. Benim gibi soluk soluğaydı. Eve asfalt yoldan değil, deniz tarafından, patikayı tırmanarak ulaşmış olmalıydı. Öyleyse arabayla değil, yan koylardan birisinden motorla gelmişti. “Onun,” diye mırıldandı soluklanınca. “Hayatını hüznünün şiirine dönüştüren bir çılgın hakkında.” Ve sonra sözünü ettiği çılgınla tanışmam için elinde tuttuğu fotoğrafı masaya bıraktı.
Durum giderek garipleşiyordu. İçimden kadını terslemek geliyordu ama bunu yapacak yerde susarak plastik masanın üstündeki resme döndüm. Süslü, dökme pik bir elektrik direğinin altında ayakta duran bir erkeğin fotoğrafıydı bu: 1.80’nin üzerinde bir boy; hiç kalınlaşmamış, omuzları hafifçe dışarı çıkmış bir beden; kumral saçlar; iri ama coşkusuz, iz bırakmayan bakışların döküldüğü renksiz gözler ve yaşını ele vermeyen bir yüz… “Aşk, ruhumuzun çileli ergenliği imiş… Sizce de öyle mi?” İyi bir tanımdı; hem de yazmış olmayı isteyeceğim kadar.
Kim söylemişti bunu? Fotoğraftaki adam mı? Aşk, varoluşumuzun nedeni, ruhumuzun ölümsüz tohumu… Önüne geçemediğim bir betimleme isteğiyle uyarılarak kâğıt aradığımı fark edince öfkeyle durakladım. Sorularla irkiliyordum: Kimdi beni böyle kışkırtan bu kadın? Beni okumuş muydu? Evime habersiz gelme, mahremiyetime sızma cesaretini nereden bulmuştu? Sonra, asıl rahatsız edici soruyla irkildim: İkinci sınıf yazarlar gibi ısmarlama bir öykü yazacağımı nereden çıkarmıştı? Işıltılı kadın, düşüncelerimi okuyabiliyormuş gibi can alıcı soruyu hemen cevapladı: “O önemli birisidir…” Biraz bekleyip, etkisinden emin olduğu sözcükleri, direncimi kıracak o kutsal şifreyi seslendirdi: “O da sizin gibi Tabur Defteri’ne kayıtlı…” Tabur Defteri! Yarımada sakinlerinin çoğunluğu için tabu, bazıları için sihirli ve gizemli bir anahtar sayılan bu iki sözcüğü duyar duymaz, onu yönlendiren kılavuzun kim olduğunu anladım. Bedenimi beceriksizce kontrol etmeye çalıştım ama yumruk yemiş gibi sallanıyordum.
Onu kimin gönderdiği açıktı. Yarımada’nın gizli efendisi, garip deniz yaratığı, bunca yıl bekledikten sonra ilk adımı atmaya mı karar vermişti? Aklımdan bunlar geçerken göz ucuyla masanın üstündeki adama baktım: Onunla sırdaştık; hatta akraba. Artık kim olduğunu biliyordum. Kadın, “Adı…” diye tekrar konuşmaya başlayınca elimi kaldırıp onu susturdum. Hem onun hem de fotoğraftaki adamın adını duymuştum. Bütün Karaburun aylardır Burgazardı’ndaki Karayel Oteli’yle ilgili dedikodularla çalkalanıyordu. Sanırım o anda karar verdim.
Eğer yazacak olursam, bu sadece onların değil, Yarımada’nın ve tabii ki balık Tanrı’nın da hikâyesi olacaktı. Göğsüm ince bir sızıyla biçildi: Evet, yazgımın sonunu bir yunusa emanet ettiğim kendi öykümü geriye, sisli bir belirsizliğin içine gizleyecektim. Kadına aslında onu gönderene boyun eğeceğimi belli eden bir teslimiyetle gülümseyip, oturması için karşımdaki salıncağı işaret ettim, sonra uzun uzun öksürdüm. Ciğerlerim heyecana dayanamamıştı. Bana her şeyi açık açık, hiçbir şeyi gizlemeden aktaracağına söz verdiği o akşamüstünden sonra haftada iki, bazen de üç gün buluşarak, konuşmaya başladık. O, olup bitenleri tarih sırasıyla anlatıyor, ben, olaylar sadece bir âşığı ilgilendirecek ayrıntılara saplanıp kaldığında olayların akışını öksürüklerimle bölüp, onu sinirlendirdiğini bile bile gereksiz bulduğu sorular soruyordum.
Önceleri ikimiz de gergindik. Haziran’ın ilk haftasında buluşmalarımız rutinleşince farklılıkları gideren o etkili yapıştırıcıyla, alışkanlıkla– rahatladık. Anlattığı öyküyü kaleme almaya neden hemen, hiç karşı koymadan razı olduğumu sormadı. Ben de ona yazmayı kabul edişimin ardındaki gerçekten söz etmedim. Hiç durmadan anlattı: Haziran sonunda elimde yeterince not birikmişti. Çatıyı çatabileceğimi hissedince, kurguyu tasarlamak biraz da dinlenmek için buluşmalara bir süreliğine ara vermeyi önerdim. Gençlik, başarıları abartmaksa, yaşlılık, başarısızlıklarımızla uzlaşmayı öğrenmektir. O Temmuz boyunca yazacağım romanı düşünürken sık sık bu gerçeği hatırlattım kendime. Tembelliğimin içindeki cansız ve amaçsız salınışlar diye özetlenebilecek hayatım uzun bir süredir bu hesaplaşmadan ibaretti…
Temmuz, aynı zamanda Yarımada’da şikâyet ayıydı da. Güneş ortalığı kavuruyor, felaket tellalı yaşlı kadınlar her yeri yıkacak zelzelenin yakın olduğundan söz ederek dövünüyorlar, balıkçılar, semiz –yumurtalı ve sütlü– balıkların bu yıl aşağıya inmek yerine açıktan geçtiğini, bu yüzden Ağustos başından önce çakı kadar bile bir kefal yakalayamayacaklarını söyleyerek birbirleriyle sonu kavgayla biten iddialara giriyorlardı. Öykünün sahibesi ise her gün en az iki kez arayarak sürekli geç kaldığımı hatırlatıyordu.
Zor ve sıkıntılı günlerdi. Sıcak, son on yıldır yarım yamalak görev yapan tembel ciğerlerimin kalanını eritmekle meşguldü. Bu yüzden geceleri neredeyse hiç uyumuyor, sabahları Foça’nın üstünde kararsız bir çiçek gibi açan şafağın Yarımada’yı yeniden yarattığı saatlerde kalkarak, güneş yükselene dek uzun uzun, aradığım cevaplar oradaymış gibi aradaki –çoğu kez durgun bir ırmağı andıran– Kanal’ı seyrediyordum. Bazen de galiba umutsuzluğa kapıldığımda Gazep Kayası’na gidiyor, yunusların Tanrısı’nı görmeyi umarak denizin dibini gözlüyor, düşüncelere dalıyordum…
Yazmayı planladığım aşk öyküleri boy atıp serpilir, sonra da bahar çiçekleri gibi kururken ben neredeydim? Neler yapıyordum? Yüreğimizin en narin ürperişiyle büyülenmiş o üç kişiyle, rastlantıyla da olsa hiç karşılaşmış mıydım? Hatırlamıyordum. Dramlar, ne kadar yakıcı olurlarsa olsunlar, sadece kahramanlarını kavuran iç yangınlardır; tutuşturdukları alevler kara, isli dumana dönüşmeden fark edilmezler. Her şey hayatımın odağına yerleşen bu terastan birkaç kilometre ötede olup bitmişti, ama bizim hiçbir şeyden haberimiz olmamıştı. Hüzünlü aşk şarkılarını, kösnül çığlıkları, Iraklı annenin çığlıklarını, mutluluk ya da mutsuzluğu, sırdaşımın iri bir kadının göğsünde ağlayışını, sinsi katilleri, hiçbişeyi duymamıştık; iki sevgilinin çocuğu olan köpeğin havlamasını bile. Ağustos’ta ötekilerle tanıştım. Banda aldığım konuşmaları –Sami’nin deyişiyle ifadeleri noktaladığımda elimde yeterli malzeme birikmişti.
Ancak nasıl başlayacaktım? Bu hâlâ cevabı verilmemiş bir soruydu. Her şeyden önce –benimkini bir kenara bırakırsak– ortada bir değil, iki öykü vardı ve bu iki öykünün arasına, kurgu açısından sorun yaratabilecek, olayların iç örgüsünü gevşetebilecek beş yıl gibi uzun bir zaman dilimi girmişti. Ama sonra, yandaki sebze bahçesinden çiçek rayihası gibi yükselen ve canlılıkla ölümü birleştiren keskin toprak kokusunun ayırdına vardığım bir sabah, bu beş yılın dramları birbirinden ayırmadığını, aksine yaklaştırıp bütünleştirdiğini fark ettim: Artık edebiyatla süsleyip hüznünü seyreltmeye çalışacağım öyküye nasıl başlayacağımı biliyordum: Tabur Defteri’ndeki sırdaşımın yazarları kıskandıracak güncesiyle… Başka hiçbir giriş öyküyü, öykünün tonunu, koyuluğunu o üç paragraftaki gibi anlatamazdı. Keskin bir çığlığı hatırlatan dördüncü sayfa, büyük bir müzik parçasına yol gösteren anahtar değil miydi? “Ey varoluşumuzun onulmaz hüznü, ey hiçliğimin vahşi boşluğu, ey kader!..”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıDüş Kırgınları
- Sayfa Sayısı264
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750514388
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Günlük ~ Oğuz Atay
Günlük
Oğuz Atay
Oğuz Atay’ın edebiyatla ilgili herkes için sürekli merak konusu olmuş günlüğünün bütünü. “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare...
- Jar ~ Kemal Varol
Jar
Kemal Varol
Yaşlanmak ıslah etmemişti iki meçhul adamı. Arkanya’daki iki ayrı meyhanenin bahçesinde oturmuş nefret dolu bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı günlerdir. Aralarına sımsıkı bir ip gerilmiş gibi...
- Ölü Reşat ~ Aslı Tohumcu
Ölü Reşat
Aslı Tohumcu
‘Oğlana ‘Ölü Reşat’ lakabının takılması, büyü Kesmeşeker’in loğusanın göğsüne tükürürken sarf ettiği cümleden midir, ahalinin kendi marifeti midir bilinmez; ancak lakap, genişleyen ailenin kulağına...