Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dünyanın Kustuğu Yer
Dünyanın Kustuğu Yer

Dünyanın Kustuğu Yer

A. Nevin Yıldız

“İsmini dönemin devlet politikalarına uygun bir biçimde ıslah edilmesine rağmen bataklık olarak kalmaya direnmesine borçlu olan bu mahalle sadece çamurunun bolluğuyla değil, evlerinin ekseriyetle…

“İsmini dönemin devlet politikalarına uygun bir biçimde ıslah edilmesine rağmen bataklık olarak kalmaya direnmesine borçlu olan bu mahalle sadece çamurunun bolluğuyla değil, evlerinin ekseriyetle tek duvarla birbirine yaslanmasıyla da ünlüydü.”

Bataklıktan doğma, oyunlardan kovulanlardan olma bir mahalle Abre. Gizliyi saklıyı karnında tutamaz bu mahalle, şanına yakışır biçimde ortalara döker herkesi. İflah olmaz âşıkları, kazası belası, meczupları, sürgün yiyenleri boldur buranın. Süslü Neslihan, eğitim neferi Nadide, aykırı ikili Gül ve Sevda, nermo Kako, Doktor Reşat, Neriman Köksal’ın replikası Serap, cinli Veli ve daha nicesi dünyanın kustuğu bu yerde bir arada yaşamayı öğreniyor.

A. Nevin Yıldız, bize hem çok yakın hem çok uzak bir diyara keskin rüzgârlarla savrulan hayatları mizahtan beslenerek anlatıyor.

Dünyanın Kustuğu Yer, renkli, çamurlu, bol vakalı, bir o kadar da ehlikeyif insanların yaşadığı Abre’nin şamatalı hikâyesi.

İÇİNDEKİLER

Sürgün 7
İpli Don 21
Abre 35
Zakkum 49
Topuk 65
Mart 73
Düğün 85
Şelengo 103

Sürgün

Nadide, mesleğe başladığı on sekiz yaşından beri hafta içi her sabah yataktan beşte kalkar, elini yüzünü temizledikten sonra dişlerini fırçalar, ardından da pufuna oturarak sırtına kadar uzanan kumral ve hayli seyrek saçlarını tutam tutam ayırıp tel tokalarla tepesinde toplardı. Bir elliyi azıcık geçen boyunun yarısı kadar uzun saçlarını büyük emeklerle dev bir topuza dönüştürmesini takiben kaşık kadar suratını özenle pudralardı. Yüzünün her bir karesini, üçgenini, dairesini; atom parçacıkları kadar küçük, meltem kadar uçucu ve dağınık pudra zerrecikleriyle beyazlattıktan sonra inceden zengin dudaklarını kızartarak şişirmeye gelirdi sıra. Kırmızı ruju, bir bayrak misali yüzünde dalgalanırdı.

Nadide, damarlarında akan kana ve anasının diline inat, kırmızı kırmızı dalgalanan bayrağın milleti ve o milletin bir eğitim neferi olmuştu her daim. Konuştuğu dilde mahirdi, anasından öğrendiğinin aksine. Öğrenilmiş bu dil, yüreğinin her bir yerine işlemese de ilişmişti yine de her zerresine. Hani, kaşlarının arasından başlayarak alnının çatına yerleşen bir şark çıbanı musallat olmamış olsa yüzüne, kimsecikler anlamazdı onun Kürt bir ailede dünyaya gelip bir Türk olarak büyüdüğünü.

Sarışehirli bir ailenin çocuklarının üçüncüsü ve sonuncusuydu Nadide. Babası, erkek doğsun diye günlerce gecelerce namaz kılıp dua etmişti evlerinin bahçesindeki çınar ağacının altında, “Ey Sadık, bu kez oğlun olacak ve adını Nadir koyacaksın,” diye de söz vermişti kendi kendine, bir de yamacından ayrılmayan kedisi Harun’a. Bir erkek bebeğe niyet etse de gelen kız olunca, ismini Nadir’den Nadide’ye çevirivermişti. Ancak beklenen oğlanın gelmeyişinin yarattığı derin hayal kırıklığı isim sorununda olduğu gibi bir-iki harfle oynanarak aşılacak türden meselelerden değildi. Sorunun çözümsüzlüğünde Sadık’ın ulu çınar kadar köklü bir aileden geliyor oluşunun payı da çoktu, çocukluktan beri peşini bırakmayan oynak aklının ona ettiklerinin de…

E büyük başın derdi de büyüktü ve Sadık kökü kümbeti belli malı mülkü gani bu aileye bir erkek çocuk verememenin hem maddi hem de manevi yükü altında ezilmişti. Körocak olmanın bedelleri ağırdı bu coğrafyada. Erkek kardeşlerinin Sadık’ın malını, en büyüğü henüz beş yaşında olan üç kızını kendi oğullarına bölüşmek suretiyle pay etmeleri de bu bedellerden biriydi. Tüm bunların yarattığı hissiyattan olsa gerek Nadide’nin doğumunun üçüncü ayında Sadık keçileri kaçırıvermişti, delirdiğine tanıklık eden de ilk Harun olmuştu.

Rivayet odur ki bir zamanlar altında namaz kıldığı ulu çınar ağacının dallarına kurduğu salıncakta kendine yaren bellediği sevgili kedisi Harun’u sallamaya başlamıştı. Kedi tabiatı gereği kaçmaya çalışınca da salıncağın iplerini çözüp hayvancığın beline dolayarak kediden bir salıncak yapıvermişti. İleri geri sallayarak bayıltması yetmezmiş gibi hayvan miyavladıkça canhıraş, sağlı sollu tokadı indirmeyi de hiç ihmal etmemişti. Kulakları tırmalamakla kalmayıp yürekleri de yakan bu vakaya müdahale eden karısı Ayşe’ye, “Tek oğlum tek evladım Harun’la aramıza girme!” diye şiddetle itiraz etmiş, bunları bir delilik alameti sayan kadın, kocasının iyi hallerde olsunlara karıştığına karar kılarak pılını pırtısını ve üç habbeden ibaret kızını toplayarak baba evine dönmüştü.

Tam bir mütedeyyin, mütedeyyin olduğu kadar da açık ufuklu olan babası Rıza, kızı Ayşe’ye, “Yavrum hoş geldin güzel geldin de biz seni tek yolladık sen bire üç vererek geldin maşallah,” diyerek hem sevincini hem de tek maaşla geçinme kaygısını büyük bir incelikle dile getirmişti. Geçim derdinin aşılamayacak hale gelmesiyle, o güne kadar hiç tenezzül etmediği hatta bir nimetten ziyade lanet gibi gördüğü devlet okullarını çare kabul etmiş, çağı gelen kızların her birini bir yatılı bölge okuluna yazdırarak başındaki belayı defetmişti. Nadide, annesinin ellerine yapışmış vaziyette, salya sümük ağlayarak kapısından içeri girmeye direndiği o okuldan on sekiz yaşında bir öğretmen olarak çıkana kadar hiç ev yüzü görmemiş, anası ve bacıları gibi baba tarafından kimseyle de bir daha mülaki olmamıştı. Kendi yağında ve de özlem ateşinde kavrularak büyüyen Nadide’nin kanla bağlı olduğu aileyi unutup devleti aile bellemesi tabiiydi.

Zaten ilk görev yerinde yaşadığı o talihsiz hadise olmasa her biri diğerinden hayırsız akrabalarıyla yolu ölene kadar da kesişmeyecekti. Nadide, mezuniyetini takiben Türkiye’nin orta dünyasındaki bir kasabanın tek kız meslek lisesinde başlamıştı öğretmenliğe. Ancak henüz birinci yılında, yaşı geçkin üç çocuk babası okul müdürüne abayı yakmıştı. Bu talihsiz aşk macerası mazbut ailelerin yaşadığı evlerde ve sokaklarda büyük bir heyecan yaratmış, hatta heyecana kasabanın tek gazetesi olan Ahali de ortak olmuştu. Skandalın ulusal gazetelerin sayfalarına düşmesiyle de önce yurt çapında sonra vekil amcası Murat nezdinde bir sarsıntıya sebep olmuştu Nadide. Her şerde bir hayır olduğunu teyit eden bu vakadan sonra, yüzünü bile bilmediği amcası onu bulmuş ve dizimin dibinde elimin altında olsun bu kız diyerek tayinini Ankara’daki Olgunlaştırma Enstitüsü’ne çıkarmıştı.

O da amcasına verdiği söze en azından bir süre sadık kalarak uslu durup bütün enerjisini işine vermiş ve hatta müdürlük makamına kadar yükselmişti. Ve fakat ne yaparsınız ki Nadide yalnızlığa borcunu yatılı okuduğu yıllarda fazlasıyla ödemiş, bir tek Allah’a mahsus olan bu duruma hiç mi hiç tahammülü kalmamıştı. Tanıştıkları zaman henüz birinci sınıf hukuk öğrencisi olan genç ve yakışıklı hemşerisi Nejat’a kapılması tam da bu yüzdendi. Nejat’ta Nadide’yi çeken esas husus kendisinden bir on beş yaş kadar küçük taşralı delikanlının çekingenlikle bezeli edasıydı, bu eda kadında bir nevi anaçlık hissi oluşturmuştu. “Ben buna bakar, bunu eğitir, bundan kendime adam, o adamdan da yuva yaparım,” diye de verdiği kararı kendine bir güzel açıklamıştı. Tanışmalarına evinde verdiği bir yemekle vesile olan Murat ise, yeğeninin Nejat’a olan aşkı karşısında şaşa kalmış, “Senin gibi Olgunlaştırma Enstitüsü müdiresi bir hanfendiye böylesi ham bir delikanlı yakışmıyor kızım,” demişti. Nadide, amcasının bu sözlerini kendi düşüncelerinin teyidi olarak almış ve sevinçle, “Ah amca işim ne, olgunlaştırırım ben onu,” diye karşılık vermişti adama. Ailesinin onunla izdivacı nedeniyle evlatlıktan reddettiği Nejat’ı okutmuş, okuturken gözüne çarpan bütün çiğliklerini ve çapkınlıklarını da “Kazın ayağı öyle değil!” diyerek kaale almamıştı. Ve hatta oğlanın ana-babasının mantar gibi bittiği hukuk fakültesinden mezuniyetini kutladıkları o güne kadar da hiç öyle büyük bir kavgaları olmamıştı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Merhume ~ Murat UyurkulakMerhume

    Merhume

    Murat Uyurkulak

    ELDE ŞU KİŞİLER VAR: Evren Tunga: Müstakbel mevta… Ölmeden önce sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor… Hilmi Şerbet: Huysuz bir hafiye… Zengin olmak istiyor… Davut Vahdet: Hilmi...

  2. Parçalar ve Zerreler ~ Sedef BetilParçalar ve Zerreler

    Parçalar ve Zerreler

    Sedef Betil

    “Merak edersin, söyleyeyim. Beni görmeye geldikten iki ay sonra İstanbul’da, havaalanı yakınında arabada ölü bulundun, kalp krizi. Kalbin çok kötü durumdaymış, biliyor muydun? Arabayı...

  3. Dünyanın Kasım’a Görünüşü ~ Sema AslanDünyanın Kasım’a Görünüşü

    Dünyanın Kasım’a Görünüşü

    Sema Aslan

    “Kasım gözlerini ve kulaklarını düzenli olarak dışarıya saldığı için etrafında insanların yaşamakta olduğundan emindi. Her seferinde gözleri bir insana, kulakları bir sese değip kendisine...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur