On beşinci yüzyılda, 19 yaşındaki genç sultan,
bütün dünyanın kaderini değiştirmek üzereydi…
Doğu Roma’nın merkezi Konstantinopol’den kaçırılan Alexander, yaşayabilmek için çocukluk aşkından ayrılmak zorunda kalır. Aşkına tekrar kavuşmaya söz veren Alexander, doğduğu topraklara hiç beklenmedik bir şekilde geri dönecektir. Aradığı adaleti başka topraklarda bulmuş ama ilk aşkını hiç unutmamış bir yeniçeri olarak… Aynı tarihlerde ve aynı coğrafyada, kaybettiği sevgili eşinin yasıyla birlikte elçiden çok seyyah olup çıkan İtalyan Alberti Balbi ise elyazması eserler kopyalayıp çoğaltan Müslüman bir kıza; Nilüfer’e vurulur. Alberti’nin, adeta eski aşkının ve yasının doğal bir uzantısına dönüşen bu imkânsız aşkı satır satır döktüğü gizli defteri, gittikçe tarihin en önemli tanıklıklarından birine dönüşecektir. Zira aynı dönemde, 19 yaşındaki bir sultan; genç Mehmet sadece Alexander ve Alberti’nin değil; bütün dünyanın kaderini değiştirecek bir olayı, İstanbul’un fethini gerçekleştirmek üzeredir…
Amerika’da yaşayan genç akademisyen Beyazıt Akman’ın üniversite kütüphanelerindeki kaynaklarla birlikte yerli ve yabancı yüzü aşkın eseri inceleyerek beş yıllık bir araştırmanın ardından yazmaya başladığı İmparatorluk, göz kamaştırıcı bu epikle açılıyor. Manisa’dan başlayıp İtalya’ya kadar uzanan, Gütenberg’den Bellini’ye değin pek çok tarihi simayı bir araya getiren roman, Hıristiyan-Müslüman ilişkilerine ve Doğu-Batı ikilemine dair pek çok şeyi yerinden sarsacak. Şövalyelerle yeniçeriler arasındaki çarpışmalar, nakkaşlarla Venedikli ressamlar arasındaki diyaloglar ve kültürlerle yürekler arasındaki gelgitlerle bezeli bu uzun soluklu aşk ve savaş romanı; çok uzun zamandır eksikliği hissedilen renkli ve görkemli bir imparatorluk panaroması sunuyor. Alexander’ın aşkını, Alberti’nin hüznünü ve Mehmet’in azmini film izlercesine, bir solukta okuyacak, bir daha unutamayacaksınız.
İmparatorluk, Dünyanın İlk Günü’yle başlıyor…
——————
Orta Asya’da, yazılı kaynaklara göre altıncı yüzyılda Türk adlı, bir kavim ortaya çıktı. Çeşitli nedenlerle kavim asırlar sonra dünyaca başka eşi görülmeyen yüzyıllar sürecek bir göçe başlayarak, Batı Asya, Orta Doğu, Mezopotamya ve Anadolu topraklarında kademe hademe hüküm sürdü. Türklerin ilerlemeleri, Küçük Asya adı verilen Anadolu’nun batısında Roma İmparatorluğuyla karşılaştıklarında durdu. Yüzlerce yıldır Araplar, Slavlar. Hunlar, İranlılar, Bulgarlar ve Macarların tıkanıp kaldıkları yerde Türkler de yolun sonuna gelmişlerdi.
On beşinci yüzyılın ortasında. 19 yaşındaki bir genç bütün dünyanın kaderini değiştirecek bir olayı gerçekleştirmeli üzereydi.
Konstantinopol
Mavi gökyüzünü sivri bir iğne gibi delip geçen ok. geniş bir kavis çizerek zitin toz ve barut sisinin içine tekrar girdi. Çıkardığı ses bir yılanın tıslamasına öyle benziyordu ki aşağıdaki mahşeri kalabalık, havada hızla yol alan bu nesnenin uçan bir yılan olduğuna yemin edebilirdi.
Top gümbürtülerinin, kılıç şakırtılarının, naraların ve çığlıkların arasında kendim hissettiren tıslama, okun ucundaki temrininin fildişi oluşundandı. Okçu ustaları bir zamanlar atları ürküten Timur’un heybetli fillerinden intikam alırca-sına kullanmalardı bu fildişlerini. Ok, şu anda ulaşmakta olduğu hedefinden Üç yüz kilometre kadar ıraklıktaki Ilgaz’ın ormanlarında, gencecik çam ağaçlarından oyulmuş bir çubuğa takılıydı. İsfcndiyar Bcy’in babasının sadık adamları tarafından özenle seçilmişti ağaçlar. Sırf ok yapmak için yetiştirilen körpe çamlar ne kadar genç olurlarsa, oklar o kadar kaliteli olurdu Bugün gökyüzünde uçarken sanki arkasında bıraktığı Karadeniz’in yemyeşil dağlarına da kendini kanıtla-mak istiyordu.
Ok olmak için. bugün için, kullanıldığı kuşatmanın kaderini değiştirmek için, tam yetmiş yedi yıl beklemişti. Bir tımarlı okuydu, türünün tek örneği; fırınlama işleminden sonra en az elli yıl bekletilmesi gereken bir tımarlı… Yeleğinin tüyleri, küçücük bir lavını ağaçlarla kaplı bir ormandı yüzlerce metre yükseklikten kolaylıklı seçebilen bir kanalın kanatlarından başka hır şey delikli. O da avına ilerleyen bir kartal gibi hızla yayından kurtulmuş, adeta özgürlüğüne kavuşacaktı.
Ancak hedefine ulaşması pek de kolay olacağa benzemiyordu. Bin yılı aşkın bir süredir kaynaya kaynaya artık kayalaşmış, üç ayrı suru aşmak zorundaydı.
Önce yirmi metre uzunluğundaki, kan golüne donmuş hendeği geçti, bir metrelik göğüsleme duvarını aştı, sekiz metre yüksekliğindeki, iki metre kalınlığındaki dış suru adeta yalayarak ilerledi. Akdeniz’in sıradağlarını andıran, kilometrelerce uzunluğundaki ceset yığınlarını aşıp, devasa kuşatma kulelerinin ve top güllelerinin arasından sıyrıldı. Ama yaklaşık on beş metre boyundaki iç surlardaki kulelerden birinin mazgalına çarptı. Sura öyle hızlı çarpmıştı ki, vurduğu kısmın taşlarını kopardı; sanki sura değen temren değildi de Timur’un fillerinden biriydi. Ufalanan taş parçaları, gediklerin hemen yanında sura tırmanmaya çalışın Türkleri kızgın zift yağı dökerek haşlayan iki Yeni Roma askerine çarptı, bir tanesinin gözünü kör etti.
Kemankeşin bedeli bu değildi.
Yorgundu, bitkindi, sırtındaki acı gittikçe artıyordu.
Bir hilal şeklinde, sağ omzunun hemen üstünde tuttuğu elinin işaret ve baş parmaklarını sırtındaki tirkeşe bir kere daha götürdü. Bir cımbız halini alan parmakları arasına bir kartal çubuğu daha aldı, sol elinde sıkıcı tuttuğu yayına ustalıkla bir çırpıda yerleştiriverdi. Oku tutan elinin orta parmağının ucunda hafif bir tümsek vardı. Bu nasır, ok tutmaktan değil, kamışla yazı yazmaktan olmuştu. Ocaktaki her yeniçeri gibi onun da bir sanat dalında marifeti olması lazım geldiğinden, ocağa alındığı yedi yaşından beri hat sanatıyla uğraşmıştı.
Çizdiği binlerce vav’ı, kaf’ı düşündü, gözünün önünden mim’ler, nun’lar geçiyor, önüne doğru akmakta olan katran katran kanlarda o, ebrunun içine dokunmuş bir elif, yanında bir mim görüyordu. Sanki kırmızı bir okyanusun içinden bir vav gemisi geçiyordu. Ancak hattatlıkta okçulukta olduğu kadar ilerleyememiş, icazetini ancak yirmisine geldiğinde alabilmişti.
Yerde diz çökmüşken, arkasındaki karmaşada sırtına arkadaşlarından biri çarptı ve kirişe geçirdiği okunu yere düşürdü. Kana bulanan okunu yerden aldığında, hokkasına batırıp Çıkardığı kamış kalemini hatırladı.
Kabzayı sol eliyle tekrar kavradı. Önce serçe parmağım, daha sonra yüzük ve orta parmaklarım milimetrik bir hizayla kabzaya sardı. Şimdi bir saniye bile sürmeyen ve bilinçdışı yaptığı bu hareketini ustalıkla öğrenmesi için devşirme emini ne kadar da çok uğraşmıştı. Ne de olsa Liderin garip bir cilvesiyle yeniçeri olmasını sağlayan kişi de oydu.
Sol eli yayı tuta tuta su toplamış, geceleri ocakta gizli gizli ağlamıştı. Günde 33 sefer yay çekerek başladığı talimleri, daha sonra 66’ya kısa zamanda da 99’a çıkarmış, bir yıl içimde ocakta pek âdet olmadığı halde günde bin defa yay çeker olmuştu. Kimsenin dokunmaya cesaret edemediği boğa sinirlerinden kurutularak yapılmış yayları bir çırpıda çeker, çektikten sonra da başka yok mu dercesine etrafına bakınırdı.
Ama şimdi o bunu değil, acemioğlanı olduğu, ortasına odun taşıdığı günleri düşünmeliydi Savaşın başından beri pek çok hedefini isabet ettirmesinden olsu gerek, belki biraz böbürlenmişti.
Üstadından yedi yıl kadar önce aldığı, sadece hünerli tirendazların kulaklarına fısıldanan kemankeş sırrını bir kere daha aklından geçirdi. Ucundan kan damlayan okunu kulak memesine kadar çekti, savaşın başından beri duyduğu o meşhur Cenevizli şövalyeyi, oradan buradan delinen surların arasından bulmaya çalışarak, tek gözünü kırpmadan, yeryüzündeki seçili insanların yapabileceği şekilde kabzanın hem içinden hem dışından nişan alarak seçti,
“Ya Hak!” nidasıyla semaya fırlayan ok, geniş bir yay çizerek bin gez ötedeki surların arkasına, canhıraş savaşan seçkin Rumların arasından süzülerek geçti ve iki surun arasında O’nu yakaladı.
Cenevizlinin zırhı hem önden hem arkadan delinmişti.
Yeniçeri İskender, sırtına saplı mızrağın acısına artık dayanamayacağını hissetti.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDünyanın İlk Günü
- Sayfa Sayısı624
- YazarBeyazıt Akman
- ISBN9944821964
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pembe ve Yusuf ~ Canan Tan
Pembe ve Yusuf
Canan Tan
Ne benim sözüm geçer bu iklimde Ne de senin Böyle gelmiş böyle gider Son söz TÖRE’nin! Birbirlerine delicesine düşkün iki kardeşin, Pembe ile Yusuf’un...
- Aygır Fatma ~ Osman Cemal Kaygılı
Aygır Fatma
Osman Cemal Kaygılı
“Osman Cemal bir halk yazarıdır. Yani bir yazara verilebilecek en güzel, en temiz, en değerli sıfatlardan birini halk ona vermiştir. O, bilhassa esnaf, zanaatkâr...
- Çocuk ~ Cengiz Bahadır
Çocuk
Cengiz Bahadır
Faili meçhullere pek de alışık olmayan Asayiş Şube Cinayet Büro Amirliği bu defa çok zorlanacak. Başkomiser Aras Emre ve yardımcıları geçmişinden güç alarak gelen...