Türk romancılığının usta yazarlarından biri olan Tarık Buğra, romanı, “kâinatı ve insanları bir mizaca göre yeniden yaratmak” şeklinde tanımlar. İnsanı, en gerçek ve inkâr edilemez yönleriyle ve hüzünleriyle ele almıştır. Bu özellikleriyle Tarık Buğra, Türk romancılığında realizmin de en usta yazarlarından sayılmıştır. Onda kalıplaşmış bir fikrin peşinden gitme, onu ispatlama endişesi yoktur ve o, romanlarında bir tahlil ustası olarak karşımıza çıkar.
Tarık Buğra’nın romanlarının bazıları tefrika olarak gazete ve dergi arşivlerinde yer almıştır. Dünyanın En Pis Sokağı da bunlardandır. Ötüken Neşriyat tarafından ilk kez 1989’da yayımlanmış ve okuyucularda iz bırakmıştır.
BIrIncI Bölüm
Hacı beyi öldürmek
Kayanın üstündeki çukur, sanki namluya destek olsun diye oyulmuştu; böylece mavzeri daha iyi kavrayabiliyordu: Sağ el kabzada, mengene gibi. Ama işaret parmağı, bütün kasları saran gerilime yabancı; yumuşak, bağımsız, tek başına. Akla aykırı bir rahatlıkla, tetiğin bir santim ötesinde, son saniyeyi bekliyor. Beden, özellikle de bilek, terleten o gerilimle bir bütün. Sâdece işaret parmağı. Evet, ayrı o: Hür ve bağımsız; rahat; tek başına. Göz, gez, arpacık.
Ve tetiğin, istekli kadın direnişini çökertecek dokunuş ve kuru, tok bir ses! Orada, o yassı kayanın arkasında, yüzükoyun uzanmış, karnında ve bacaklarında haziran toprağının sıcaklığını duya duya bu sesi bekliyor. Bu bekleyişten başka bir şey yok. Zaman da yok: Belki birkaç dakika bile olmadı; ama belki de, yüzünü bile görmediği dedesinin öldürüldüğü andan beri, altmış küsur yıldır burada, hep böyle bekliyor. Şimdi, bu bekleyiş için doğmuş, bu bekleyiş için -on altı yıl- yaşamış gibidir o: Bu bekleyişin dışında hiçbir şey düşünülemez, duyulamaz, istenemez, olamaz.. sanki. Sanki değil; kesin. Nişan çizgisi yüz elli adım kadar aşağıdaki keçiyolunda bir inek tezeğini gösteriyor. Gez’le arpacıktan geçerek tezeğe -dakikalardır- mıhlanıp kalan göz önce karıncalanmaya, sonra da ağrımaya başladı.
Onu dinlendirmek için sol gözünü de açıyor ve bakışları, en düşük tempoyla, yarım daire çiziyor: Sağ ilerde, çok uzaklarda, dorukları karlı dağlar ve bir çanağın dibi gibi, morumsu bir göl. Karşıda, bulunduğu sırtın aksine, dimdik ve kayalık bir yamaç. Solunda vâdi, sınırsız ve kimi yerleri sarı, kimi yerleri pembe bej ya da kestane rengi ovaya açılıyor. Çok, çok uzaklarda -işitmiştir- eteklerinden demiryolu geçen, güneş vuran yerleri bakır rengi, gölgelerde de çürümüş manda etini andıran yayvan ve otsuz, ağaçsız dağlar. Ovaya açılan vâdi, inadına, yemyeşil. Çeşit çeşit yeşil. Ve gökyüzü: Açık mavide sarışın ibrişimler çakıyor, uzaya kısala. Bir şeyler sezer gibi oluyor: Bütün bu görüntüler bu bekleyişe aykırı. Güzelliklerden, iç genişlemesinden hoşlanmıyor, tedirginleşiyor bu bekleyiş; huysuzlanıyor ve sadece gezin aralığından, arpacığın tepesinden görmek istiyor. Adı Ali’dir. Ali, namlusuyla uzakları taramaya başlıyor; özel bir araçla uzayı, yıldızları inceler, gemisini indireceği gezegeni arar gibi. Güneş, bulunduğu sırtın arkasına kaymak üzeredir; çamların sivri tepelerine değdi değecek.
Aşağıda vâdi daha şimdiden esmerleşti. Yeşiller neftiye bakıyor artık. Karşı sırtta gölgeler tepeye tırmanıyor; ama yukarılarda hâlâ pembe gümüş parıltılar var. Korudan kuş sesleri geliyor. Çamlar, alttan alta uğuldamaya başlamıştır: Yaylaların tez elden akşama dönüveren ikindisi. Gerginleşiyor Ali. Ve nişan çizgisi yeniden tezeği buluyor.
Sabırsızlık değildir bu. Gözü yorulmasa mesele yok; o zaman kendisini unutup gidecek. Elleri terlemiştir; onları önce toprağa, sonra yenlerine sürtüyor. Ve gene kavrıyor kabzayı, mengene gibi. Ve işaret parmağı, gene, yumuşak, rahat, gevşek, bağımsız, hür. Ama Ali, aslında, bütünüyle bu parmağındadır; bu parmağıdır Ali. Birdenbire kaşları çatılıyor. Demek olabilirmiş, daha da gerginleşiyor; sırtı kabarıyor ve kafası donuyor. Şimdi bütün sesler dinmiş, renkler erimiştir; çünkü o geliyor; türkü söyleye söyleye:
Odasında yanar ışık,
Sofrasında gümüş kaşık,
Kalınca bir kadın sesine çalmaktadır ses; ama şaşılacak
kadar temiz ve gürdür:
Hacı beyi öldürmüşler;
Ona da, acaba, türkü yakacaklar mıydı?
Sol yanında çifte beşik.
İkiz değiller, ama onun da iki küçük çocuğu var. İkiside oğlan.
Az sonra, sırtı dolanan dönemeçte görünecek, yatık yokuşu -inek tezeğine doğru- tırmanmaya başlayacaktı.
Hacı beyi…
Önce eşeğin başı görünüyor, hemen arkasından da o.
Öldürmüşler,
Sol yanında /
Eşeğe, budanmış, upuzun bir ağaç gövdesi sarılmıştır. Biliyor Ali; saban oku yapacaktır onu: Köy kahvesinde, dün akşam, kendi söylemiştir. Türkü sürüyor ve eşek, ahırın kokusunu almış, pıtır pıtır yürüyor. Ali, bir an için, hayvan uçuyor sanmış ve telâşlanmıştır; ama tez toparlanıyor: Burayı yokuş yüzünden seçmemiş midir? Nitekim, eşek yavaşlıyor. Ve az sonra da, koyu kahverengi kasket arpacığın hizasına geliyor: Gezin sol kıyısı, arpacığın cıva damlası gibi parlayan tepe noktası ve kasketin kıyısından taşan kulak sayvanı! Tetik şimdi emniyettedir ve Ali’nin yüzü, ağlayıverecekmiş ya da böğrüne sancı saplanmış gibi, kasılmıştır. Arpacığın parıldayan ucu, sanki mıknatıslanmıştır; kulak sayvanıyla birlikte sola doğru kayıyor.
Türkü bitmiştir. Şimdi dünyada çıt yoktur. Sağ bilek, olamazın sınırını aşarak biraz daha katılaşıyor ve işaret parmağı, o şaşılacak rahatlıkla, emniyetteki cilve direnişini çökertiyor: Çatlak bir ses! Ama, hemen peşinden, soldaki Kalederesi gümbürdüyor. Ve, öteki, eşeğin üstündeki, bir karış havaya zıplayıp yere yuvarlanmıştır: Doğancılar köyünde, artık, Sarı Mehmet diye biri yoktur. Eşek olduğu yerde bir kere döndükten sonra, patikayı bırakıp bayır aşağı koşmaya başlamıştır. Ali, kayanın ardından fırlamış, gövdesi az öne eğik, ayak parmakları üzerinde birkaç kere yaylanıyor.
Burnundan solumaktadır. Gözleri ateş saçıyor. Şimdi tam bir vahşi hayvandır o; uyanık ve tetikte. Acımasız mı, acımasız ve korkak. Hem saldırı bekliyor, hem saldırılara hazır hem meydan okuyor bütün dünyaya ve hayata, hem de böğrüne saplanıverecek hançeri bekliyor. Burnundan soluyor, gözleri ateş saçıyor, meydan okuyor, korkuyor ve bayır aşağı uzanan cesede gene ateş etmek istiyor; ama gümbürtülü yankıyı kulaklarında yeniden buluyor, vazgeçiyor, koşuyor, Karaçamlık’ın içine dalıyor. Kâh koşarak, kâh zikzaklar çizerek, kâh oturarak ormanda oyalanıyor; öte yakadan iki köylü ile karşılaşıyor, selâmlaşıyor. Sürülerini indiren Fırınlı çobanlarını görüyor, saklanıyor.
Eve geldiği zaman yatsı kılınmış ve bütün köy Ali’nin Sarı Mehmed’i vurduğunu öğrenmiştir: Beklenen olmuştur. Ninesi minderde kıvrılıp kalmış, dayanamamış, içi geçmiş, uyumakta; anası damda onun yolunu gözlemektedir. Ali’ye, “Durma kaç” diyor. Ali onu işitmemiş gibidir; mutfağa gidiyor, yufkaya haşlanmış yeşil fasulye sarıyor, koca koca lokmalarla yemeye başlıyor.
Ana onun sırtına yapışmış gibidir; ikide bir, kollarından tutup sarsa sarsa, “durma kaç” deyip durmaktadır. Gürültüye nine de uyanmıştır. Doğduğundan beri kulağına, “Sarı Mehmed’i vuracaksın, Sarı Mehmed’i vuracaksın, Sarı’yı vuracaksın, Sarı’yı vurup bubanın kanını yerde komayacaksın, arımızı, namusumuzu kurtaracaksın” diye fısıldayan iki kadın, bir yalvar yakar, bir paylaya paylaya emretmecesine, “Kaç, durma” diyorlardı.
Dışarıdan
Kıvır kıvır bir tiftik keçisi iki ayağının üstüne kalkmış, çitten taşan asma dallarını kemiriyordu. Gözleri hazla yumulmuştu. Sakalları bu hazdan titrer gibiydi. Doktor, – “Hişt, hişt” diye ellerini çırptı. Keçi oralı bile olmadı. Doktor da, bu sefer, bir taş savurdu. Tutturamamıştı. İkinci taş keçinin boynuna geldi; ama hayvan, başını şöyle bir salladıktan sonra, işini aynı keyifle sürdürdü: Gözler yumuk yumuk, sakal titreyip duruyor. İyiden iyiye öfkelenmiş, hırslanmıştı doktor. Yerden bir taş daha aldı; yok ama; çok büyüktü bu. Atamadı. Onun durakladığını gören Bucak Müdürü güldü: “Salla gitsin; korkma. Vız gelir merete”. Doktor taşı bıraktı. Kalktı. Sonra da, bir koşu, çiti dolanıp keçinin yanına gitti, boynuzlarından yakaladığı gibi yola sürdü; kabasına da hatırı sayılır bir tekme oturttu.
Yerine dönerken homur homur homurdanıyordu: “Vay namussuz vay; dokunulmaya dokunulmaya kendisine dokunulmayacağına inanmış. Hindistan’daki inekler.. yahut birtakım insanlar gibi”. Ali’nin tutulup ilçeye götürüldüğü gündü. Doktor, yedi kilometre kadar güneydoğudaki Algılı Çiftliği’ne gidecekti. Oraya yol yoktu. Yanaşma da atı daha getirmemişti. Fırsat bu fırsat diye, arkadaşı müdürle çene çalmak için bucağa birkaç saat erken gelmişti. Ama konu onun düşündükleri değildi; hep Ali’den konuşulmuştu. Müdür, cinayeti anlatırken hep “pusu” diyor, doktor da hep gülüyordu:-
“Ne pusu ama”. Ona göre, Ali’nin bütün dikkatleri; bir kayanın ardına sinip beklemesi, köye dönerken görünmemek çabası, geceyi beklemesi; kısaca, hepsi, hepsi masaldı ve bambaşka bir açıdan yorumlanmalıydı: – “Yahu Fazıl, sen şairsin, hikâyecisin, romana çalışırsın. Benimle Freud için az çene çalıp didişmedin; sosyal psikoloji, sosyoekonomi, kültür yapısı, ıvır zıvır der durursun,” diyor ve ekliyordu: – “Sen anla”. Galatasaray’dan arkadaştılar. Fazıl, Hukuk Fakültesinden sonra askerliğini yapmış, Siyasal Bilgiler’e de gitmiş ve sonunda da idareciliğe karar vererek burada göreve başlamıştı.
Doktoru dalgacı bir gülümseyişle dinliyordu. Bu da doktoru büsbütün hırslandırdı: – “Masal ya; çünkü bütün yöre, bir günün sabah ezanını bekler gibi, işte bu cinayeti beklemekteydi. Hem de cinayetin mavzerle işleneceğini bilerek. Mavzerle, zira bu yöredeki yedi köyün tek mavzeri, yedi köy de biliyor, Ali’lerdedir.” Fazıl hep gülüyordu. Doktor da güldü; ama ne gülüş:
– “Ne pusu ama! Kimin öldürdüğünü anlamak için öldürüleni görüvermek yetti de arttı bile.”
Fazıl’ın gülümseyişi değişmedi; sâdece genişledi:
– “Sen öyle bil.”
Doktor başka bir yol denedi:
– “Asarlar Ali’yi, değil mi?”
Fazıl hâlâ dalgacıydı; ama artık ciddiyeti taklit ediyordu:
– “Elbette” diye başını sallarken de ekleyiverdi: “Tabiî
beraat etmezse.”
– “Yok devenin pabucu.”
Sonra düşünür gibi yaptı:
– “Ha; anladım. Yaşı küçük demek istiyorsun.”
– “Yok canım. Yaşını maşını hesaba kattığım yok.”
Doktor sinirlenmeye başlamıştı:
– “O halde?”
– “Ne o haldesi?”
Doktor sigara paketine uzandı:
– “Her şey gün gibi ortada iken.”
Fazıl sigaraya ondan önce uzandı. Şimdi gerçekten ciddileşmişti:
– “Kızmadan söyle: Ortada olan ne var meselâ?”
– “Meselâ mavzer.”
– “Mavzeri bulamadılar ki.”
– “Olsun. Başka kimsede mavzer olmadığını herkes biliyor.”
Fazıl, doktorun aksine, sigarasını keyifle içiyor ve doktor için, alaydan kötüsü, olayı kavramaktaki üstünlüğünün
tadını çıkarıyordu:
“Yargıçlar da bilmek isteyecek. Yargıçlar, üstelik, Ali’nin mavzeri olup olmadığını da bilmek isteyecekler.”
İskemlesini doktora doğru çekerek sürdürdü konuşmasını:
– “Şöyle düşün bak: Diyelim ki, Ali; tabii Ali değil de avukatı, ‘Ali mavzeri, daha geçen yaz, köyden geçen birine satmıştı’ dedi ve Ali’nin emmisinin eniştesinin dünürü de, ‘He ya hâkim beğ; pazarlığı da Rüstem’le ben kesiverdiydik Pelitli Tarla’da’ diye tanıklık etti. De bakalım arkadaşım; n’olacak şimdi?” Doktor gene aynı sözle güldü: – “Yok devenin pabucu.” Müdür de güldü; ama üstten üstten:
– “Devenin pabucuna aklım ermez. Ama dahası var: Cinayetin işlendiği yer Kalederesi’nin kuzeyindedir. Ya başka bir Ali veya Veli çıkar da, Ali’nin o gün, kuşluktan akşam ezanına kadar, güneydeki tarlasında kendisine yardım ettiğini ve Kezban’ın, Zeynep’in, Zehre’nin, İpraham’ın, Yusuf’un, Yunus’un da buna şahit olduğunu söyleyiverirse? Ha, doktor? Sustun bakıyorum.”
Ha, doktor? Sustun bakıyorum.” Doktor, meğer keçiye öfkelenmezmiş; öfke denilen şey yeni yeni dalgalanıp kabarıyordu içinde: – “Olmaz öyle kepazelik” diye soludu. – “Olacağına bak sen, Yılmaz” dedi Fazıl da. Ama artık ne dalga geçiyor ne de üstünlük numaralarına yatıyordu; o da bir kepazelikten söz eder gibiydi artık. Bir farkla: Onun duyduğu öfke değil, hüzündü: – “İş bu kadarla da bitmeyecek, Yılmaz: Bu sefer, Sarı tarafının tanıkları, Ali’yi, daha dört gün önce, Karaçamlık’ta mavzeriyle gördüklerini söyleyecekler, aralarından biri de çıkacak, cinayet günü, bilmem ne işi için güneye gittiğine, amma velâkin, şahit Veli’nin veya öteki Ali’nin dediği gibi, Ali’yi Pelitli Tarla’da, töbeler töbesi, görmediğine yemin edecektir. İşte bunlar önemli, diyeceksin. Nerdeee? Zira öteki tanıklar gibi bunlar da yalancıdır.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDünyanın En Pis Sokağı
- Sayfa Sayısı130
- YazarTarık Buğra
- ISBN9786051559988
- Boyutlar, Kapak12 cm x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kocan Kadar Konuş ~ Şebnem Burcuoğlu
Kocan Kadar Konuş
Şebnem Burcuoğlu
“Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu...
- Sınır ~ Suat Derviş
Sınır
Suat Derviş
“Sana erişmek istiyorum, erişemiyorum. Sanki gözle görünmeyen kuvvetler tarafından şiddetle korunan bir sınırın birimiz bir, diğerimiz öteki tarafındayız. Sana erişmeye imkân bulamıyorum. Bana o...
- Merhume ~ Murat Uyurkulak
Merhume
Murat Uyurkulak
ELDE ŞU KİŞİLER VAR: Evren Tunga: Müstakbel mevta… Ölmeden önce sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor… Hilmi Şerbet: Huysuz bir hafiye… Zengin olmak istiyor… Davut Vahdet: Hilmi...