Başarılı yönetmen Werner Herzog 1997’de Chushingura adlı operayı sahnelemek için Tokyo’ya gider.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Filipinler’deki Lubang Adası’nda görevlendirilen ve imparatorluk ordusu dönene kadar ne pahasına olursa olsun adayı savunmaktan vazgeçmemesi söylenen Japon askeri Onoda, Don Quijote’vari mücadelesinde pes etmek bilmeden aylarca, yıllarca, on yıllarca direnir. Savaşın çoktan bittiğinden ve dünyadaki gelişmelerden tamamen habersiz olan askerin, zamanla dilini çözdüğü ormanda sabırla beklediği tek bir haber vardır: Japonya’nın zaferi.
Görevlendirildiği adada yılmadan 29 yıl geçiren asker Onoda’nın filmlere ve kitaplara birçok kez konu olan gerçek hikâyesini bu kez büyük sinemacı Werner Herzog anlatıyor.
“Muhteşem bir ilk roman.”
The New Yorker
“Titizlikle yazılmış lirik bir hikâye… Herzog, baş döndürücü gerçeklere yönelik hummalı arayışında, okurlara insanın çılgınlığına, özdisiplinine ve tahakkümüne açılan bir kapı sunuyor – kesinlikle hayatının eseri.”
The Washington Post
“Alanı dar ama verimli bu türün ustasından, saplantıdan deliliğe varan çarpıcı bir öykü.”
Kirkus Reviews
Birçok ayrıntı gerçek, bazılarıysa değil.
Yazar için önem taşıyan şey başkaydı, bu hikâyenin
kahramanıyla karşılaştığında keşfettiğine inandığı
meselenin özüydü önemli olan.
1997 yılında Tokyo’da Chushingura adlı operayı sahneledim. Besteci Shigeaki Saegusa eserinin dünya prömiyerini üstlenmem için uzun süre ısrar etmişti. Chushingura tüm Japon hikâyelerinin içinde en Japon olanı: Bir derebeyi bir seremoni esnasında tahrik edilir ve hakarete uğrar. Bunun üzerine kılıcını çeker. Bu yüzden sepuku yapmaya, yani intihar etmeye zorlanır. Onun kırk yedi müridi iki yıl sonra beylerine yok yere hakaret eden soyluyu bir gece yarısı yakalayıp öldürerek intikam alırlar. Yaptıklarının karşılığında öleceklerini bilirler. Aynı gün kırk yedisi birden intihar eder.
Shigeaki Saegusa Japonya’da çok saygın bir besteci. Operanın sahnelendiği dönemde televizyonda kendi şov programı vardı ve ortaya koyduğumuz bu iş biliniyordu. Akşamları en yakın ekip çalışanları uzun bir masada buluşup yemek yerlerdi. Saegusa bir keresinde geç geldi, heyecandan aklını oynatacak gibiydi. Herzog-san, dedi. İmparator beni kişiye özel bir davetle kabul etmek istediğini bildirmiş. Eğer prömiyer öncesi çok fazla telaşımız yoksa bekliyormuş. Şöyle cevap verdim: Tanrı aşkına, imparatoru ne yapayım ben, ne konuşurum ki onunla. Karşılıklı içi boş resmî sözler söylemekten ileri geçemez. Eşim Lena’nın elimi sıktığını hissettim. Ama artık çok geçti. Teklifi geri çevirmiştim.
Bu şüphesiz büyük bir gaftı. Bugün bile düşününce yer yarılsa da içine girsem dediğim cinsten korkunç ve akılsızca. O an masadaki herkes buz kesmişti zaten. Sanki kimse nefes almıyordu. Bakışlar yere inmiş, özellikle de benden uzağa odaklanmıştı. Uzun süren bu sessizlik yüzünden salonda hava buz gibi olmuştu. Herhalde şu an tüm Japonya nefes almayı bıraktı, diye düşünmüştüm. Tam o an, o sessizliğin ortasında bir ses şunu sordu: Madem imparatoru görmek istemiyorsun, Japonya’da kimi görmek istiyorsun ki? Hiç düşünmeden cevap verdim:
Onoda’yı. Onoda mı? Onoda? Evet, dedim. Hiroo Onoda.
Bir hafta sonra buluştum Onoda’yla.
LUBANG, ORMANDA BİR PATİKA
20 ŞUBAT 1974
Gece kâbuslar içinde debeleniyor. Uyandığında buz tutmuş gibi görünen doğa, durağan çıtırtı sesleri çıkaran, gündüze dönüştüğü halde bitmek bilmeyen bir rüya gibi. Kabloları bozuk neon lambalar gibi titriyor. Sabahtan beri elektrik arızasının yol açtığı alışılageldik eziyet verici titrekliğe benzer bir şekilde çakıp sönüyor orman. Yağmur. Uzaklarda bir yerlerde fırtına var ama o kadar uzakta ki gök gürültüsü duyulmuyor. Bu bir rüya mı. Rüya mı bu. Genişçe bir patika, etrafı sık çalılık, yerlerde çürümeye yüz tutmuş yapraklar, yapraklardan yağmur suyu damlıyor. Orman bir an donup kalmış gibi, sabırlı bir tevazuyla yağmurun bu yüce ayininin tamamlanmasını bekliyor.
Sonra sanki bizzat oradaymışım gibi bir his: Uzakta birbirine karışmış insan seslerinin çıkardığı gürültü; neşeli sesler giderek yaklaşıyor. Ormandaki belli belirsiz sisin içinde bir siluet beliriyor. Filipinli genç bir adam hafif yokuş aşağı ilerleyen patikadan hızlı adımlarla geliyor. İlginçtir, yürürken bir zamanlar bir şemsiye olduğu anlaşılan, şimdiyse yalnızca içindeki demir iskeletten ibaret olan, yırtık pırtık kumaşların sarktığı teli sağ elinde başının üstünde taşıyor. Sol elinde büyük bir bolo bıçağı var. Hemen arkasında kucağında yeni doğmuş bebeğiyle bir kadın ve yedi-sekiz köylü daha. Sevinçli hallerine neyin sebep olduğu anlaşılmıyor. Sadece hızla ilerliyorlar, başka da bir şey yok. Ağaçlardan hiç durmadan damlayan yağmur suyu, sessiz patika.
Sıradan bir patika. Sonra birden patikanın sağ kenarında, benim hemen önümde yerdeki çürümeye yüz tutmuş yapraklar kıpırdıyor. Neydi bu? Ardından yine kıpırtısız bir an. Sonra yapraklardan oluşan, adeta duvar yüksekliğindeki set hareket etmeye başlıyor. Yavaşça, çok yavaşça bir yaprak adam silueti beliriyor. Hayalet mi bu? Deminden beri gözümün önünde olmasına rağmen bakıp da ne olduğunu çıkaramadığım suret bir Japon askeriydi. Hiroo Onoda. Öyle iyi kamufle olmuştu ki, hareketsizce durduğu yeri baştan bilseydim bile göremezdim onu. Önce bacaklarındaki ıslak yaprakları alıyor, sonra da özenle vücuduna tutturduğu yeşil dalları. Yanına kamufle sırt çantasını da sıkıştırdığı çalı çırpının arasından tüfeğine uzanıyor. Elli yaşın biraz üzerinde çakı gibi bir asker; her hareketini olağanüstü bir dikkatle yapıyor. Üniforması yamalanmış parça kumaşlardan oluşuyor. Tüfeğinin dipçiğineyse şerit şerit ağaç kabukları sarılı. Pürdikkat kulak kesiliyor, sonra sessizce köy sakinlerinin yürüdüğü yöne doğru ilerleyip gözden kayboluyor. Benim önümdeyse yine aynı çamurlu patika, ama şimdi sanki yenilenmiş, farklı, hâlâ aynı ama artık sırlarla dolu. Rüya mıydı yoksa.
Aynı patika, biraz daha ilerisi. Burada genişledi. Yağmur artık ince ince yağıyor. Onoda çamurlu yoldaki ayak izlerini inceliyor, bir yandan da sürekli kulak kabartıyor, hep tetikte. Keskin bakışları aralıksız çevreyi gözetliyor.
Kuş sesleri artıyor, sakince ötüyorlar. Sanki ona tehlikenin o sırada yalnızca sözlükte yer alan bir kelimeden ibaret olduğunun garantisini veriyorlar. Doğanın esrarengiz ve pek bilinmeyen halleri. Böceklerin vızıltısı da sabit. Onoda’yla birlikte ben de duyduğum bu vızıltının saldırgan bir tavırda olmadığını, kargaşa ima etmediğini tespit ediyorum. Uzaktan bir derenin şırıltısı. Gerçi henüz bir dere görmemiştim. Sanki ben de Onoda gibi sesleri tercüme etmeye başlıyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDünyanın Alacakaranlığı
- Sayfa Sayısı104
- YazarWerner Herzog
- ISBN9789750763045
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sönmüş Hayaller III- Bir Yaratıcının Çektikleri ~ Honore de Balzac
Sönmüş Hayaller III- Bir Yaratıcının Çektikleri
Honore de Balzac
Büyük Fransız romancısı Balzac, üç ciltlik Sönmüş Hayaller’in üçüncü cildinde, Yıllardır emek verdiği bitkisel kâğıt üretme hayalini gerçekleştiren David’i çekemeyen rakiplerinin aileye yaşattığı felaketler...
- Sonunda 12 Yaş ~ Wendy Mass
Sonunda 12 Yaş
Wendy Mass
Büyümek dedikleri bu ol(ma)sa gerek! 11 Yaş Günü kitabıyla tanıdığımız Wendy Mass, Sonunda 12 Yaş’ta, yine Willow Falls kasabasında geçen ama tamamen farklı karakterlerle ilerleyen, eğlenceli, matrak,...
- Bir Soru Bir Aşk ~ David Nicholls
Bir Soru Bir Aşk
David Nicholls
BİR KADIN BİR ERKEKTE ASLINDA NE ARAR? Brian Jackson üniversiteye büyük umutlar, hedefler ve gizli bir de arzuyla gelmiştir: Üniversiteler Düellosu‘na katılmak. Şimdi bu...