Düşle bir gün, senin olsun tüm hayallerin!
Şiirsel anlatımıyla edebiyatımızın en ince ruhlu kalemlerinden Habib Bektaş’ın yazdığı Dünya Hayal Kurma Günü, altı özel günü altı özgün öyküde buluşturan duygu yüklü bir öykü pınarı.
Esin kaynağını hayatın ta kendisinden alan öyküleriyle hem çocuk hem de yetişkin okurlarının yüreğini yaşama sevinciyle dolduran yazar, bu kitabıyla herkesi hayal kurmaya ve kendi özel gününü keşfetmeye çağırıyor.
Alabildiğine hayal kurmanın insan ruhunu ne denli coşturabileceğini gözler önüne seren Dünya Hayal Kurma Günü, kâh güldüren, kâh hüzünlendiren ama en çok da düşündüren öykü seçkisiyle yaratıcılığı kışkırtıyor.
Öyle bir gün ki… sadece senin bildiğin, sana özel! Herkesin özel bir günü vardır; unutamadığı, daima yüreğinin bir köşesinde yaşattığı. İşte bu çok özel günleri gün yüzüne çıkarıyor Dünya Hayal Kurma Günü. Türkiye’nin dört bir yanında çarpan altı küçük kalbin altı büyük öyküsünü anlatıyor bizlere. Onların sevinçlerine, kederlerine, heyecanlarına ortak kılıyor; hayal dünyalarına konuk, düşlerine arkadaş ediyor. Başkalarının hayatlarına göz kırparken duygulandırsa, hatta zaman zaman gözyaşı döktürse de umut ettirmekten ve hayal kurdurmaktan asla vazgeçirmiyor.
Okula başladığı ilk günü unutamayan küçük Tuna, hayalleri takas etme fikrini geliştiren Zeynep, evdeki huzursuzluğa dâhiyane bir çözüm önerisi getiren Özge, gülen bir babanın özlemiyle yanıp tutuşan Yakup, uzun yıllardır doğum günlerini pas geçen Filiz Öğretmen ve “Dünya Hayal Kurma Günü”nün mucidi Mustafa. Hepsini hayata bağlayan yegâne şey hayalleriydi…
Daha güzel ve anlamlı bir dünyanın hayal eden çocukların düşlerinde yeşerip serpileceğine inanan Habib Bektaş, insanı insan yapan değerlere vurgu yaptığı bu kitabında, okurlarını ters köşeye yatıracak öykülere imza atıyor.
Her öykünün sonunda Bektaş’ın çocuklara yönelttiği tartışma soruları ve sınıf etkinlikleri, okuduğunu anlama ve pekiştirme sürecine katkıda bulunuyor, okurların düşünme biçimlerini çeşitlendiriyor.
Dünya Hayal Kurma Günü
Hayır, bugün benim doğum günüm değil! Babalar günü de değil! Anneler günü çoktan kutlandı! Dünya Barış Günü mü? Buna inanamıyorum. Hayır, Dünya Barış Günü de değil. Bu, zaten olanaksız. Dünyanın her yerinde savaş var. İnsanlar birbirlerini öldürüyorlar. Bir barış gününden söz edebilir miyiz? Okula başladığım ilk gün de değil. Neden öyleyse bugünü öne çıkarıyorum? Bunu siz bilmezsiniz, bilemezsiniz. Bilmeniz olası değil. Çünkü siz, benim yaptığım gibi haftalar boyu, özel bir günün nasıl olması gerektiği konusunda düşünmediniz, kafa yormadınız.
Yaşamımda en büyük arzum, özel bir günümün olmasıydı. Öyle bir gün ki, anlamını sadece benim bildiğim. O gün, benim günüm ya, biricik olmalıydı. İşte, o gün, bugündür. Bence her insanın özel bir günü olmalı. Sizin öyle bir gününüz var mı bilmem. Benim var. Ve o günü… Hayır hayır, şimdi değil. Daha sonra söyleyeceğim o günün adını. O gün yaşadıklarımı anlattıktan sonra…
* * *
Sabahın köründe kalkmıyorum. Uyumuşum uzun uzun. Sonra, gözlerimi açınca güneşi görüyorum. Penceremden içeriye bir tekir kedi gibi hoplayıp girmiş, mavi halının üstüne kıvrılıp yatmış. Aylardan nisan ya… Uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzünü görüyorum. Masmavi. Balkona koşuyorum. Gökyüzüne yetişecekmişim gibi zıplıyorum… Tamam, yetişemedim. Ama biraz daha gayret etseydim, yetişirdim. İşte öyle. Yine yatağa atıyorum kendimi. Kafama göre bir sabah sporu yapmak istiyor canım. Ne yapıyorum? Bacaklarımı havaya kaldırıyorum. Bisiklete biniyormuşum gibi havadaki olmayan pedallara yükleniyorum. Olmayan pedallar bir parça ağır geliyor. Zorlanıyorum. Olmayan bisikletimin olmayan zincirini, olmayan yağdanlıkla yağlamam gerek.
Ama bugün değil. Bugün bisiklet yağlanmaz, diye düşünüyorum. Bugün, özel bir gün! Koridorda annemle burun buruna geliyorum. Annem gülüyor. Annem gülümsüyor. Okula neden gitmedin, diye sormuyor. Sana yardım edeyim, demiyor. Gel seni ben giydireyim, demiyor. Annem gülüyor. “Günaydın!” diyor. Daha fazla tutamıyorum kendimi. Koşup ona sarılıyorum. Soruyorum: “Neden?” Anlıyor sorduğum soruyu: “Uyandırır mıyım hiç, bugün özel bir gün,” diyor. Günün, özel bir gün olduğunu annemin bilişine nedense şaşırmıyorum. Gülüyorum onunla bir. Bakıyorum ayakkabılarını giymiş. “Anne nereye?” “Aman be Mustafa,” diyor, “bugün özel bir gün ya! Kahvaltı için taze ekmek almaya gidiyorum.” Kollarımı iki yana açıyorum: “Bu koridoru geçemezsin! Bugün ben gidiyorum.” “Aslan oğlum benim,” diyor.
Teneke kutudan para alıp fırlıyorum sokağa. Teneke kutu, bozuk paraları koyduğumuz kasa anlamına geliyor. Koşarak gidiyorum. Ama markete değil, bir sokak ötedeki fırına. Fırında, belki yeni çıkmış sıcak ekmek ya da gevrek bulurdum. Boyozu da unutmamalıyım. Tereyağı, peynir ve reçel de masada olunca…
İzmir’de kahvaltı diye, işte buna derim ben! Annem, benim bir koşu fırına gidip sıcak ekmek, boyoz ve gevrek alışıma pek seviniyor. Gözleri parlıyor. “Sanki bir rüya,” diyor. Sonra ekliyor: “Sen keyfine bak, kahvaltı hazır olunca sena seslenirim.” Gülüveriyorum: “Anne, sen hep, ‘Bir iş paylaşılınca hem çabuk, hem kolay, hem de keyifli olur,’ demez misin?” Annem de gülüyor. Buzdolabından minik domateslerden çıkarıyorum.
Sonra yıkanıp bir kaba konmuş maydanoz, dereotu ve tere yapraklarını ezmemeye çalışarak irice doğruyorum. Onları biraz çukurca bir tabağa koyup biraz limon suyu ve biraz da İtalyanların balsamico dedikleri tatlımsı kara sirkeyle besliyorum. Sonra da domatesleri ikiye bölüp maydanoz, dereotu ve tere yatağının üstüne göze güzel görünecek şekilde diziyorum. Aralarına birkaç da siyah zeytin yerleştirdikten sonra bir fiske tuz atıyorum. En sonunda da biraz zeytinyağı… Bu arada annem peyniri, vişne reçelini, tereyağını ve olgun bir zerdali kıvamında kaynattığı yumurtaları masaya yerleştirmiş. Kahvaltıdan sonra bizim üçlü koltuğa uzanıp bir kitaba başlıyorum. Yeni bir kitap. Yazarın adını söylemek istemiyorum. Üç dört sayfa okuduktan sonra kitabı elimden bırakıyorum. Aynı yazarın bir başka kitabını keyifle okumuştum. Ama bunu… Kitap bana kapılarını açmadı. Ben de pek zorlamadım doğrusu. Masanın üstündeki ısırık elmayı görüyorum.
Akşam bir iki ısırıp bırakmıştım. Elmaya yakından bakınca koyu kahverengiye dönüşmüş ısırdığım yeri görüyor, iğreniyorum. Bir süre daha tembellik yapıyorum. Sonra aklıma geliyor. Hoplayıp banyoya koşuyorum. Banyodaki komodinin üstündeki kumandayı alıp su sıcaklığını 29 dereceye getirdikten sonra küvetin dolum tuşuna basıyorum. Su sesini ilk kez duyuyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum. Su sesi bana henüz adlandıramadığım özel günümün çok güzel olacağını söylüyorum. Aralarına birkaç da siyah zeytin yerleştirdikten sonra bir fiske tuz atıyorum. En sonunda da biraz zeytinyağı… Bu arada annem peyniri, vişne reçelini, tereyağını ve olgun bir zerdali kıvamında kaynattığı yumurtaları masaya yerleştirmiş. Kahvaltıdan sonra bizim üçlü koltuğa uzanıp bir kitaba başlıyorum. Yeni bir kitap. Yazarın adını söylemek istemiyorum. Üç dört sayfa okuduktan sonra kitabı elimden bırakıyorum.
Aynı yazarın bir başka kitabını keyifle okumuştum. Ama bunu… Kitap bana kapılarını açmadı. Ben de pek zorlamadım doğrusu. Masanın üstündeki ısırık elmayı görüyorum. Akşam bir iki ısırıp bırakmıştım. Elmaya yakından bakınca koyu kahverengiye dönüşmüş ısırdığım yeri görüyor, iğreniyorum. Bir süre daha tembellik yapıyorum. Sonra aklıma geliyor. Hoplayıp banyoya koşuyorum. Banyodaki komodinin üstündeki kumandayı alıp su sıcaklığını 29 dereceye getirdikten sonra küvetin dolum tuşuna basıyorum. Su sesini ilk kez duyuyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum. Su sesi bana henüz adlandıramadığım özel günümün çok güzel olacağını söylüyor.
Banyodan çıktıktan sonra hiç acele etmiyorum. Saçlarımı kurutmuyorum. Eşofmanımı çekip dışarıya fırlıyorum. Annem ardımdan bağırıyor: “Cüzdanını almadın yanına!” Gülüyorum. Bağırıyorum: “Bugün, özel bir gün! Parasız yaşanan!” Annem başını iki yana sallıyor. Ne demek istediğimi anlamıyor.
Ama kim anlayabilir ki o gün yaşadıklarımı! Çevredeki çocukların futbol oynadığı bir alan var. Eskiden tütün deposu olarak kullanılıyormuş. Sonra yıkılmış. Yerine gökdelenler yapılacakmış. Ama birkaç yıldır boş, inşaat bir türlü başlamadı. Çevrede oturan çocuklara da sevinmek düştü. Baktım kalabalık. Sanki beni bekliyorlar. Arda bağırıyor: “Mutafa, koş, bizim takımdasın!” Kahramanlar semtinden Ercan söyleniyor: “Siz zaten güçlüsünüz. Bizim golcümüz yok. Sedat’ı size verelim, Mustafa bize gelsin!” Bu işe en çok Sedat bozuluyor: “Ne yani, biz sahada çiçek mi topluyoruz ya!” Arda gülüveriyor: “Çiçek değil ama nal topluyorsun. Neyse hadi başlayalım!”
Çok güzel bir maç oluyor. Bizim takım üç bir kazanıyor. En güzeli de maçtan sonra çimenlere uzanıp oyunun muhabbetini yapmak. Sonra ayrılıyoruz birbirimizden. Yolda kendi kendime mırıldanıyorum: “Günün birinde benim yeteneğimi görürler belki!” Evet, bunu biraz açmalıyım: Çok iyi futbol oynadığım söyleniyor. Bunu ben de biliyorum. Zaman zaman arkadaşlarım söylüyor: “Seni kaparlar o’lum!” “Başlangıç için Göztepe iyidir!” “Kaf kaf gibisi yoktur o’lum, seni Karşıyaka paklar!” “Buralara takılma bence, uç git İstanbul’a. Galatasaray gibisi var mı ya?” “Hadi len, kara kartal yükseklerde uçar!” “Kanaryayı yabana atma o’lum!” Düşüneceğim elbette. İstanbul takımlarından birini seçeceğim. Oradan sonraki durak, babamın dükkânı. Böyle terli terli gidişim belki canını sıkar ama bir şey demez. Babamın Alsancak’ta bir ayakkabı mağazası var. Marka ayakkabılar satıyor. Yanında birçok insan çalışıyor. Ünlü markaların bayisi. Ama ben babamdan ayakkabı almam. Benim için özel ayakkabı yapılmasını isterim. Neden derseniz…
İşte öyle. Babam zırt pırt işyerine gitmemi istemez. Ama bugün özel bir gün. Gideceğim. Ona, bugünün özel bir gün olduğunu söyleyeceğim. İçeriden birisi beni görüp açıyor kapıyı. Koşarak babama atılıyorum. Babam elindeki kalemi, fatura koçanını, her şeyi bırakıyor. Fırlıyor yerinden: “Benim aslan oğlum gelmiş!” diyor. Bana sarılıyor. “Ah benim haylaz oğlum, hem okulu kırmış hem de terlemiş.” Daha sıkı sarılıyor bana. Sonra kendini geriye çekiyor. Gözlerime bakıyor. Yalancıktan söyleniyor: “Öf, aslan oğlum, avlandıktan sonra bir aslan nasıl kokarsa, öyle ter kokuyor!”
Fırsatı kaçırmıyorum: “Baba ya, sen hiç aslana sarıldın mı?” Babam altta kalır mı hiç: “Gençliğimde Afrika ormanlarında gezerken bir aslanın saldırısına uğradım. Ne yapayım, yiğitliğin onda dokuzu kaçmak. Tabanları yağladım. Ben önde, aslan arkamda iki saat kadar koştuk. Aslanın dili bir karış dışarıya çıktı. Ama ben de yorulmuştum. Biraz da öfkelenmiştim. Ulan, dedim kendi kendime, bu aslan bozuntusu da çok oldu. Dönüverdim geriye. Aslan geldi geldi, önümde durdu. Ama neredeyse kalp krizi geçirecek. Dil bir karış dışarıda. Ensesinden tutup bir savurdum. Sonra da altıma aldım. İşte o zaman aslan iki pençesini uzatıp bana sarılıverdi.
Gözleri gözlerimde, yalvarır gibi bakıyordu. Sanki ‘kıyma bana abi’ diyordu. O zaman işte bir aslanın kokusunu algıladım. Yani boşuna konuşmuyoruz. Haa, aslan n’oldu diye soracak olursan, ‘Hadi len, git işine, yoksa ağzını burnunu kırarım,” dedim. Anladı aslan. Bana minnetle bakıp kös kös gitti.” Babam bunları anlatırken ben ne mi yapıyorum: Gülmekten neredeyse altıma kaçırıyordum. Babam yalanın dozunu fazla kaçırdığını anlamış olacak. Elimden tutuyor: “Hadi, önce sana bir atlet, bir de tişört alacağız. Ve hemen onları giyeceksin. Yoksa böyle terli terli hasta olursun. Sonra da, madem ‘özel gün’ diyorsun, pizza yemeğe ne dersin? Yoksa döner mi? Hem de laflarız biraz; baba oğul!” “Yaşasın!” diye bağırıyorum. Babamın pizza için değil de, bana zaman ayırdığı için sevindiğimi bilmesini diliyorum. Ve Kordon’da oturuyoruz bir pizzacıya. Güneş denizin üstüne devrilmiş. Körfez yanıyor sanki.
O kadar mutluyum ki, içimden ağlamak geliyor. Demek mutlu olunca da ağlarmış insan, diyorum. Pizza çok güzeldi. Her şey güzeldi. Babamla çok güzel şeyler konuştuk. Özel günümün anlamını sordu. Şimdi değil, dedim. Sonra, çok sonra söylerim belki. Üsteledi. Güldü. Çok güzel güldü. Benim babam çok güzel güler. Babam, “Seni eve götüreyim,” diyor. “Benim bisikletim var,” diyorum. “Sarılıyoruz birbirimize.” Babam yüzünü boynuma yaslıyor. Babamın baba kokusunu içime çekiyorum. O anda, yaşamanın çok güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Babam gülüveriyor. “Yeni tişörtün güzel ama kola gibi bir şey kokuyor. Yıkanmadan giyilince böyle olur işte!” “Güzel olur, güzel olur, kolalı olsa bile,” diyorum. Babam tekrarlıyor: “Güzel olur, baba oğul sarılınca güzel olur.” Bisikletime atlayıp pedallara basıyorum. Eve varınca, annemi mutfakta buluyorum. “Çok güzel yemekler yaptım,” diyor. Anlamamış gibi bakıyorum. “Neden?” Gülüveriyor. “Özel bir gün ya canım,” diyor.
Yataktayım. Annem geliyor yanıma. “Oğlum,” diyor, “şimdi servis gelir, hadi, hazırlanmana yardım edeyim. Ayaklarımı annemin alışkın ellerine bırakıyorum. O, her sabah yaptığı gibi ayaklarımı, bacaklarımı tırnaklarımdan belime dek ovuyor. Sanki can verecekmiş gibi, umutla, sabırla; ellerindeki, gözlerindeki sıcaklığı hareket edemeyen bacaklarıma taşıyor. Sonra elindeki özel temizlik kabının içindeki ılık suyu köpürtüp benim temizliğimi yapıyor. Sıra yüzüme gelince bezi uzatıyor. Vücudumdaki ulaşabildiğim yerleri kendim temizlerim.
Özel üretilmiş ayakkabılarımı giydirdikten sonra beni kucaklayıp tekerlekli sandalyeme oturtuyor. Aslında o işi kendim de yapabilirim. Ama annem her gün şöyle diyor: “Ellerinden destek alarak tekerlekli sandalyene oturabildiğini elbette biliyorum. Ama bu bahaneyle seni kucaklamamı engellemezsin diye düşünüyorum.” O zaman annemin yanağına bir öpücük konduruyorum. Bundan sonrasını kendim halledebilirim. Birkaç dakika içinde servis gelir. Minibüsün arka bölümünde hidrolik bir kaldıraç var.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Öykü
- Kitap AdıDünya Hayal Kurma Günü
- Sayfa Sayısı112
- YazarDilek Sever
- ISBN9786052852699
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sanal Aşk Kaçamakları ~ Erdem Yücel
Sanal Aşk Kaçamakları
Erdem Yücel
Bu kitapta örnekleri verilen tüm olaylar ve kişiler, hayal ürünü değil hepsi gerçek olup, sanal alemde yaşadıkları deneyimlerin tamamı, rumuzlar, yaşadıkları şehir ve mahalle...
- Şah Mahmet ~ Adnan Binyazar
Şah Mahmet
Adnan Binyazar
Kanlı bakışlarından korkup kaçacak delik aradığım Şah Mahmet benim geleceğimdi; büyüyünce benim de onunki gibi kan çanağı gözlerim, güldükçe parlayan altın dişlerim, kuşağımın arasından...
- Benim Hüzünlü Orospularım ~ Gabriel Garcia Marquez
Benim Hüzünlü Orospularım
Gabriel Garcia Marquez
Kolombiyalı yazar, bu kitapta 90 yaşındaki bir adamla 14 yaşında bir yeniyetmenin ilişkisini anlatıyor… “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi...