Dünyada her güzel şey, renkli balonlar gibi neşeyle oradan oraya salınırken hayatın dikenlerinden birine değip yok olmak zorunda mı? Birini sevmek, onunla mutlu olmak neden bu kadar imkânsız? Kendini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koyup birbirini seven iki insanın bir arada durabilmesi, neden bu iki insan dışındaki her şeye bağlı?Dünya Bu Kadar Mahir Ünsal Eriş’in ilk romanı. Gelgelelim onun öykü dünyasına sıkı sıkıya bağlı bir roman bu.
“Bir ikindi kahvaltısı”na gelemeyen Güneş’in hikâyesiyle yola koyulan yazar geri dönüşlerle, sıçramalarla Güneş’in anne babası Turan Bey ve Mükerrem Hanım’a, Kore Savaşı yıllarına, Yalova Depremi’ne, Hasan Fehmi Bey’e; evlere ansiklopedi satan Korhan’la Fevziye’den bu ansiklopedilerin yayıncısı Nuri’ye; kaymakam beyin kızı Yeliz’den Şelhum Asteğmen’e ve daha pek çok figür ve yaşantıya sahne açıyor.Karakterden karaktere, andan âna, mekândan mekâna geçerek yıllara yayılan, tesadüflerin peşi sıra geldiği bu kanlı canlı romanda hayat kesitleri, kumdaki ayak izleri gibi doğallıkla kesişerek bir bütünde birleştiriliyor. Dünya Bu Kadar, hem alabildiğine yaratıcı olay örgüsü hem satırlarından ışıyan enerjisi hem de benzersiz duyarlılığıyla edebiyat dünyamızdaki yolculuğuna devam ediyor.
-bir-
Bir ikindi kahvaltısı yapacaklardı. Güneş gelmedi. Önce, yarası halen taze olan gönül meselesinden şüphelendiler. Sonra sarsaklığına, serseriliğine verdiler. Karakterinden de, yetiştirilişinden de beklenmeyecek sarsaklıkta bir adamdı Güneş. O cumhuriyet binaları gibi kalıplı, köşeli ve ciddi babanın, evdeki kırlentleri koltukların üstüne astronomik bir geometriyle yerleştirecek kadar düzenine düşkün annenin çocuğu olduğundan şüphe etmemek imkânsızdı. Lisedeyken, hep birlikte Güneşlerde kaldıkları akşamlarda, her şeye, hatta bazıları dış dünyada olmayan bir sürü şeye dikkat etmekten yorgun düşer, erkenden uyuyakalırlardı. Sabah kahvaltısı için en geç sekizi yirmi geçe, eller yüzler yıkanıp saçlar taranmış, yatak döşek toplanmış, gömlek kravat çekilmiş halde masa başında olunması icap ederdi. Tuhaf olanı, bu evde, bunları yapmalarını onlardan, Güneş’in arkadaşlarından, bekleyen yoktu. Öğlene kadar uyusalar, kimse gelip dürtmezdi. Tuvalet terliklerini alışılan düzende bırakmasalar, yemek bitince tabaklarını mutfağa götürmeseler, şöyle üstünkörü sudan geçirmeden evyenin içine ya da tezgâha bırakıverseler kimsenin kulaklarından tutacak hali yoktu. Üstelik, Güneş’in babası, hepsinin liseden hocasıydı ve zaten tabiatı gereği mösyö yaradılışlı bir insan olduğu için her birine “siz” diyor, hal hatır sorarken bile ikinci çoğuldan ayrılmıyordu.
Fakat, edebiyatın ulularından birine ait eşyayı metrukenin sergilendiği müzeleri andıran bu evin kimyasında bir dokunulmazlık vardı. İnsanı mıknatısın ters kutupları gibi eşyadan ve bu durağan ahengi bozacak en ufak anarşiden iten sihirli bir güç, evin düzenini yabancılara karşı muhafaza ediyor gibiydi. Koltuk kolçaklarına serili iğne oyası örtülerin firkete işi kırlentlerin desenleriyle oluşturduğu şaşmaz açıyı bozmaya kimse yeltenmez, yetmişlerden beri daha minderleri bile yumuşamamış koltuklara kıçın kenarıyla oturmaktan kimse gocunmazdı. Mükerrem Teyzelerinin, “Yavrum rahat oturun,” diyen samimi çağrısı bile, evrenin tanrısal ahenginin bir maketi olan bu evde, evin düzenine meydan okumaya cesaret vermezdi. Lojmanlara alışık Mükerrem Hanım’ın, doğalgaz sobasını eski alışkanlıkla körükleye körükleye yaktığı odalarda ağzı genzi kuruyan ölümlüler, salonda, masanın üstünde duran kesme kristal Paşabahçe sürahiden adeta törenle su içerlerdi. Kapağı Bektaşi sikkesi gibi uzun, köşeli, kesme sürahiden en ufak bir cam şangırtısı çıkarmadan dökülen su, sessizce içildikten sonra, bardağın üstündeki iğne işi gelincik oyalı örtüyü yerine yerleştirmek evin yazılı olmayan kurallarından biriydi. Ve bütün bir ev, haritasını dantellerin çizdiği gizemli bir kurallar ülkesiydi.
Çünkü Mükerrem Hanım için dantel kutsaldı. Dantel, evin kadınını hamarat ve özenli göstermesi bir yana, eşyayı da tamamlayarak zengin gösteren, mukaddes bir düzenle yerleştirildiği mekânı yuvalaştıran bir tabiat harikasıydı. Bir kere emekti. Bir kadın, dantel işlemeyi muhakkak öğrenmeli, ama tığla, ama iğneyle, beş şişle, firketeyle, mekikle, yuvasını bir dişi örümcek gibi örmeliydi. Kenarları işlenmiş bir şeylerin olmadığı, bir şeylerin üstüne etaminlerin serilmediği bir ev ancak otel odası, bekâr evi ya da huzurun olmadığı bir başarısız evlilik yuvası olabilirdi. Üstelik dantel tarihti. Kadın, danteli işlerken hayat da devam ettiği için, yapılıp bitirilmiş her şeyde kendi kişisel tarihini biriktirirdi. Sandıkta, Güneş’in ablası Deniz’in bir türlü serilememiş çeyizi için sakladığı kanaviçe seccadeyi işlemeye başladığında Güneş’e hamileydi mesela. Ağustosun ortasında, canı şöyle sulu sulu Bilecik ayvası çekmişti de, deseni işlerken sarılara geldikçe ekmek ayvasının mayhoş kokusunu damağında duyar gibi ağzı sulanmıştı günlerce.
Günler sonra Turan Bey, bir yerlerden tatsız tuzsuz sera ayvası getirip de nefsini azıcık köreltene kadar, sarılara geldikçe kasnağı sıkmaktan parmakları acımıştı. Şimdi anısı, seccadeye işlediği, Mescid-i Aksa’yı andıran caminin kubbesindeki sarılarda yaşıyordu. Ve Deniz, ikincisinde bari, doğru dürüst bir evlilik yapar da çeyizini evine alırsa daha da yaşayacaktı şüphesiz; Mükerrem Hanım’ın kendisinden bile çok. Kesme kristal sürahi takımının üzerindeki iğne işi örtüleri, altı-yedi yıl önce, Turan Bey ayağını kırdığı zaman işlemişti. Öğrencilerinin andığı adıyla, “Mösyö Turan”, yıllardır bir görev gibi her sabah giydiği rugan iskarpinleri Ankara’nın edepsiz kar ve donuna teslim olunca, dönen bileğiyle oracığa yığılıp kalmıştı da kırığın acısıyla, okulun önüne yeni yapılan zemin taşlarına söylenen öğretmen arkadaşlarının arasında dakikalarca ambulans beklemişti.
“Kaç yaşındaysan, o kadar gün durması gerekiyormuş alçının,” diyen taksicinin eve getirdiği Turan Bey, üçlü koltuğa, Mükerrem Hanım’ın intizamlı dünyasının tam ortasına bir meteor gibi düşmüştü. O zaman elli üç yaşındaydı. Ama alçısını elli üç gün değil tamı tamına on iki hafta tuttular. Mükerrem Hanım kocasının, mukaddes nizamının tam ortasında bir kara delik açan varlığıyla delirmemek için kendini iyiden iyiye ev işine ve dantele vermişti. Kristal sürahi takımının örtüleri, holün duvarındaki etamin işi Su Kenarında Saçını Tarayan Kadın tablosu, Deniz’in çeyizindeki nişan bohçasının iğne oyaları ve biri fiskos, dördü zigona beş şiş sehpa takımı hep o zamanın ürünüydü. Hatta sehpa takımını bitirip kolaladıktan sonra gerdiği telleri salonda oraya buraya yerleştirince Turan Bey söylenecek gibi olmuş ama çaresizliğinin farkına varıp, muhtaç olduğu kadının azıcık patronluk etmesinde bir sakınca görmediğinden susmuştu.
Mükerrem Hanım, evlendirildiği günden beri kocasına büyük hürmet duyar, onu çok severdi. Ama yine de hareketi, iniltili kıpırdanmalardan öteye gidemeyen hantal bir erkek bedeninin salonunun tam ortasında durup durması, sinirine dokunuyordu. Turan Bey’in salonun en prestijli yerinde yatıp kalması, bir kere en azından zigonlardan birinin hep üçlü koltuğun yanı başında durması demekti. Turan Bey suyunu, yattığı yerden okuduğu kitaplarını, kendi deyimiyle “ıstırapları artınca” içtiği ilaçları, yakın gözlüğünü ve alçının içindeki delirtici kaşıntıya çare olan yedi numara örgü şişini bu sehpanın üstüne koyuyordu.
Bazen o kadar çok kitap birikiyordu ki başucunda, bunlardan bazılarını, hatta gazetelerini, halının üstüne bırakıyor, öylece uykuya dalıyordu. Mükerrem Hanım, kocasından habersiz kitapları gazeteleri alıp yerlerine yerleştiremiyor, uyanır uyanmaz kocasına alçak perdeden serzenişli sözler mırıldanıyordu. “Şunların birini okuyup bitirsen de öbürünü sonra istesen olmuyor mu Turan Bey?” diye soruyordu. Turan Bey, karısının cahilliğine, gücendirmeden gülümsüyor, “Bir kitapta öbür kitabı çekiştirdiği oluyor yazarın, ikisini üçünü birlikte okumak gerekiyor o yüzden,” diye alay ediyordu. Mükerrem Hanım’ın huzursuzluğu bitmiyordu ama. Evvelden, her gün evi kabaca süpürür, cumartesi günleri de dip köşe temizlik yapardı. Turan Bey’in “muvakkat yatalaklığı” meydana geldiğinden beri, haftada bir, Güneş’in desteğiyle Yedinci Cadde’deki Sim Pastanesi’ne, çay içip hava almaya çıktığı vakitte hızlandırılmış ve dışarıdan bakana manyakça görünebilecek bir temizlik başlıyordu evde. Bir-bir buçuk saat içinde camlar siliniyor, taşlar, küvetler, lavabolar ovuluyor, yolluklar silkelenip yerler cilalanıyor, halı fırçalanıyor, gümüşlüğün her köşesi ve içindeki onca ıncık cıncık kırklanıyordu.
Ağzında, Sim’in karbonatlı çayının burukluğu, ciğerlerinde sokak havasının serinliği ve koltukaltlarında değneklerin ağrısıyla eve dönen Turan Bey, tüm evi “klorak” kokusu içinde ve camlar açık, buz gibi buluyor, bir süre buna söyleniyordu. “İnsan yatıyor burada Mükerrem Hanım, insan. Araban karpuzu değil! Öğrenemedin şunu,” derken, dünyadaki kırılan tek ayakmış gibi muamele görsün istediği şişmiş sağ ayağını karısının gözünün içine baka baka, bir güzel koltuğun arkalığına kaldırıyor, boncuklu dantelin üstüne koyuyordu.
Mükerrem Hanım’ın, Güneş’in üniversite sınavının iptal edildiği sene işlediği boncuklu dantelin üstüne. Mükerrem Hanım, dantele Akşam Kız Sanat’tayken meraklanmıştı. Turan Bey’i ilk kez gördüğü, tanıdığı yerde. Nazari derslerde, özendiği başarıyı hiçbir zaman yakalayamamış olsa da tatbikî elişi derslerinde hem iyiydi hem de kendini vererek çalışıyordu. Yalnızca dantel ve örgüde değil, dikiş ve ev ekonomisi derslerinde de kabiliyetiyle kendini gösteriyordu. Matematik, edebiyat, tarih, eh şöyle böyleydi, ama kimse onun gibi teyel atamaz, fisto dikemez, sutaşı çekemezdi. Makrameye eli çok yatkındı, sıfıra sıfır patron keser, diktiğinin belini, omzunu üstünde dikmiş gibi cuk oturturdu. Turan Bey, Mükerrem’in edebiyat derslerine giriyordu. İlk iki sene edebiyatı Şükriye Hanım’dan almışlardı. Üçüncü senesinde Şükriye Hanım’ın Madran’da, gazoz fabrikasında muhasebe müdürü olan kocası kalp krizi geçirip ölüverince kadıncağız emekliliğini istemiş, memleketi Gölcük’e dönmüştü. Turan Bey okula, ilk görev yeri olan bu, Akşam Kız Sanat’a o yıl gelmişti. Zayıflığıyla, olduğundan da uzun görünen, hep giydiği kahverengi takımı, yağ rengi süveteri ve açık kumral saçlarıyla tarçın kabuğu gibi bir delikanlıydı. Okulun sivilceli, fotoromanlı ve jile içine boğazlı kazak giymiş kızları arasında büyük bir dalga yaratmıştı gelişi. Yüzüne bakılır cinsten olsa da öyle ahım şahım bir yakışıklılığı yoktu aslında bu yeni edebiyatçının.
Ama okuldaki hocaların hemen hepsi ya yaşlı ya da evliydiler. Turan Hoca değildi. Gürültüye patırtıya kızdılar mı kızların saçlarının beliklerine asılıp yolaklayıveren, kimisi öfkelendi mi “kancıklar” diye bağırtılar koparan, öğrencisini akranının gözü önünde küçük düşürmekten hiç çekinmeyen eski usul, kaba saba, hoyrat hocalarla doluydu okul. Ama Turan Hoca kibardı, bütün öğrencilerle sizli bizli konuşuyor, birini tahtaya kaldıracaksa “matmazel” diye sesleniyor, kendi aralarında konuşup kaynatanları bile, “Hanımlar, konuşacaklarınız varsa bahçeye buyrun, idareden soracak olurlarsa benden müsaadeli olduğunuzu söyleyin, meselenizi halledince vaktimiz kaldıysa yeniden teşrif edin lütfen,” diye incitmeden uyaran beyefendi bir gençti. Sırası geldi mi duygulu şiirleri, en ufak bir mahcubiyet ifadesi göstermeden coşa bağıra okuyor, eski edebiyat kadar yeni çıkan kitapları da biliyor, sinemadan, müzikten anladığını belli eden kimi ifadeleri, anlattıklarının arasına umursamaz bir sakinlikle sıkıştırıveriyordu.
Çok zengin diyorlardı Turan Bey için. Değildi oysa. Babası Kore’de savaşmış, esir düşmüş bir gaziydi. Oradayken, İstanbul’da gümrük, navlun işleri yapan zengin bir adamın oğluyla can arkadaşmış diye anlatılırdı. İki sefer kılı kılına hayatını kurtarıp, tüm esaretleri boyunca neredeyse bir an bile ayrılmayınca asker arkadaşlıkları kan kardeşliğine, dönüşte yakın arkadaşlığa ve nihayet ortaklığa dönüşmüş. İşler iyiden iyiye büyüyünce de Turan Bey’in babası Hasan Fehmi Bey, Kore’deki silah arkadaşının kredi ve muavenetiyle birden bine yükselttiği sermayesini alıp, teşebbüslerini memleketinde sürdürmek üzere Aydın’ın yolunu tutmuş. O vakitler lisede leyli olan Turan’ıysa İstanbul’da bırakmış. Edebiyata daha bıyığının yeni terlediği zamanlardan beri meraklı olan oğlu bu havailikten bir an önce kurtulsun diye erkek lisesini bitirir bitirmez de Fransa’ya ekonomi tahsiline göndermiş.
Sonuç hüsran. İki lafı bir araya getirecek kadar Fransızca bile öğrenemeden hülyalar içinde geçen iki koca yıl, sergiler, konserler, sahaflar ve içkili, dumanlı ev toplantıları ve koca bir boşluğa harcanan bir dünya para. Döner dönmez, Edebiyat Fakültesi’ne kayıt ve Baudelaire tercümeleri etüt edeceğini sanarak başlayan bir edebiyat eğitimi mücadelesinde Dede Korkut dersi yüzünden uzayan okul. Ama bolca kitap, bolca roman, şiir, hikâye ve temsil. Turan Bey’in babası Hasan Fehmi Bey, Kore’de savaşıp esir düştüğü yılları, hayatının en önemli olayı ve sonraki tüm olayların başlangıcı olmasından ötürü sürekli göz önünde tutmayı, her fırsatta lafı oraya getirmeyi severdi. Ne zaman Kore’den, oradaki kahramanlık ve esirlik günlerinden bahsetse, her daim sinirli olan çehresi gevşer, yüzünün bıçak kesiği gibi kati çizgileri yumuşayarak yuvarlak ve müşfik kırışıklıklara dönerdi. “Türk’ün ateşle imtihanıydı!” derdi, lafı geçince.
Oğlunun kitaplarının birinin adıydı bu söz, çok severdi onun olmadığı ortamlarda kullanmayı. Hayatının doruk noktası saydığı o yıllardan kalan izleri ömür boyu taşıdı da. Sırtında sağ omuzdan koltuk altına doğru yirmi üç dikiş, şifası bulunamayan uykusuzluk, hafıza zayıflığı ve karanlıkta kalamama, yalnız duramama. Oysa, ömrünün son günlerine kadar, yakaladığı her fırsatta anlattığı kahramanlık destanının arkasında, karabasan kâbuslarla peşini hiç bırakmayan kalın bir korku perdesi çekiliydi. Askerliği Ayaş’a çıkınca sevinmişti Hasan Fehmi Bey.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDünya Bu Kadar
- Sayfa Sayısı200
- YazarMahir Ünsal Eriş
- ISBN9789750755910
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cinnetim Cennetimdir ~ Bülent Akyürek
Cinnetim Cennetimdir
Bülent Akyürek
Cinnetim Cennetimdir, platonik aşk üzerine yazılmış en iyi romanlardan biridir. “Bin yıl kadar cevabını bekledim ayakta… Sustu, konuşmuyordu, ağzını kıpırdatacak oldu, vazgeçti cevabından… Cesaret...
- İstanbullu Amazonlar 1809 ~ Şebnem İşigüzel
İstanbullu Amazonlar 1809
Şebnem İşigüzel
“Müneccimbaşı her bebekte haremin kapısında beklerdi. Eğer bebek erkek ise hemen yıldız haritasına bakılır, kehanette bulunulurdu. Bebeğin kız olduğu öğrenildiğinde bunu yapmak gereksiz görülürdü....
- Ah’lı Geçmiş ~ Yıldız Ertan
Ah’lı Geçmiş
Yıldız Ertan
Ayakta uyutulmuş olmanın yorgunluğu çöktü üzerime. Tuvaletin mermerine uzandım. Aynalar üzerime saçıldı az önce, neden hatırlamıyorum. Çirkinmişim, sevilince güzelleştim sanıyordum. Aşksızlıkla, sevgisizlikle erittiler beni....