ŞİFRE ÇÖZÜLDÜ- SIR ARALANDI…
İlk kez belge ve fotoğraflarıyla, tarihin en gizemli örgütünün şaşırtıcı hikayesi…
*Neden kendilerine “Dul kadının oğulları” diyorlar!
*Nasıl örgütleniyor, nasıl haberleşiyorlar!
*Gizli şifreleri, esrarengiz işaretleri neler!
*Ergenekon’un masonik şifreleri!
*150 yıl sonra hortlayan esrarengiz örgüt Encümen-İ Daniş!
*Çırak dereceli ünlü mason!
*Çekirdek kadrodaki şaşırtıcı isim; Doğu bey!
*TBMM’deki esrarengiz işaretler; kim tarafından nasıl konuldu!
*Meclis Binasını yapan Mimar’ın büyük sırrı neydi!
*Muhteşem Yüzyıl’ın Pargalı İbrahim’i ile Manisalı Dul Kadın arasındaki tuhaf ilişki neydi!
*Hürrem Sultan saraya kimler tarafından,nasıl yerleştirildi? Hürrem’in gizemli büyü yeteneği!
*Mimar Sinan’ın kafatası nasıl kayboldu, şimdi nerede!
*Cadde ve sokak adlarını bile onlar koyuyor, peki nasıl!
*Onları nasıl tanırsınız!
*Nihai hedefleri ne!…
***********
Hiç bir şey göründüğü gibi değildir.
MÜNZEVİ
Onunla ilk kez Ankara’daki tren garında karşılaşmıştık. İnsanı iliklerine kadar donduran bir kasım sabahıydı.
Uzun, kalın ve kırış kırış bir palto vardı üzerinde. Kollarını çaprazlama göğsünde birleştirmiş, başını da kirden tabaka tutmuş yakalarının içine gömmüştü.
60’larında gösteriyordu.
İçinizden hiç tanımadığınız bir insana yüreğinizin aktığını mutlaka hissetmişinizdir sabah, bende de öyle oldu.
Garın içindeki kalorifer peteğinin önüne büzülerek oturduğunda, acımayla karışık bir sıcaklık hissettim. Gar büfesinden, iki yerine dört poğaça aldım. İkisini, ona verdim. Gülümseyip, ‘teşekkür ederim’. O an, bu durumu fark ettin mi şimdi hatırlamıyorum, belki de bunu sonradan düşündüm. Ama görüntüdeki hırpanilikle sesindeki tını arasında bir tezat vardı.
Sesi görüntüsünden daha asildi.
Ancak tuhaflık bununla sınırlı değildi. Bir iyilik yapmanın verdiği hazla istasyonun içindeki banka oturduğumda aradan çok fazla süre geçmedi. Yanıma geldi. Elini paltosunun cebine soktu. Bir kartvizit çıkardı ve bana uzattı. Bir an ne düşüneceğimi bilemedim.
Gözlerine baktım yüzünde aynı gülümseme vardı. Kartı verdikten sonra, hiç bir şey demeden dönüp gitti.
Tam kapıdan çıkarken kafasını yine paltosun içine doğru çekip, kollarını göğsünde kovuşturdu. Arkasından bakakalmıştım.
Tekrar karta baktım; üzerinde bir cep telefon numarasından başka bir şey yoktu.
O an, sadece sokaklarda yatıp kalkan evsiz barksız değil, aynı zamanda delirmiş bir kişi olduğunu düşündüm. Hayatımda tanıyacağım en garip ama bir o kadar etkileyici biriyle karşı karşıya olduğum, aklımın ucundan bile geçmemişti.
Neden o an kartı yırtıp atmadım onu bilmiyorum; aslında bu tür tuhaf olaylar beni korkutur. Sanırım merakıma yenildim.
Yaşadığım bu olayı, o gün öğleden sonra bir kaç arkadaşımla paylaştım. Hepsinin ortak fikri “sokak delisi” olduğuydu.
Ama bu aramıza engel değildi.
Aradım. Ürkerek aradım. Ne de olsa sokaklarda yatıp kalkan birinin kartviziti taşıması çok fazla karşılaşılan bir durum olmasa gerek. Bir paranoyak, bir psikopat; ama sonuçta bir deliyi aradığımı düşünüyordum. Ama sesindeki tonlama, kurduğu cümlelerdeki ahenk gerçekten etkiliydi. Bilirsiniz işte, kimisinin yüzü, kimisinin sesi, kimisinin bir davranışı güven verir insana.
O sabah ki sıcak poğaçalar için tekrar teşekkür etti. Ona düşüncelerimi aktardım. Korkarak aradığımı çünkü ilk kez sokaklarda yaşayan
birinden kartvizit aldığımı, bu durumun normal olmadığını kendisinin de takdir edeceğini falan söyledim.
Ve tabii bu arada, ortadaki tuhaflığı normalleştirecek cevapları bulmak için, bir sürü soru sormaya çalıştım.
Merakımı yenemesem de, korkumu yendim. İki gün sonra bir akşam vakti Saman Pazarı’nda antika eşyalar satan bir dükkânda buluştuk.
Yeri o tarif etmişti. Girdiğimde tek başına oturuyordu. Yanın a yaklaştığımda, gülümsemesinden tanıdım. Çünkü iki gün önce garda gördüğüm adamla, uzaktan yakından alakası yoktu.
Karışık paltonun yerinde, siyah kruvaze bir ceket ve gri bir pantolon vardı. Ceketin yaka cebine kabartma gül desenli bir mendil iliştirilmişti.
Anlayacaksınız istasyondaki hırpani adam gitmiş, yerine tam bir aristokrat gelmişti.
Gaz lambalarının ışığında, nargile içiyordu. El oyması ceviz bir koltuğa oturmuştu. Sırtını dayadığı duvarda, üzerinde iç içe geçmiş geometrik şekillerin olduğu el dokuması bir kilim vardı. Bütün bölge tarihi eser kapsamında olduğu ve sit alanı ilan edildiği İçin, antikacı dükkânı da tarihten geldiği gibi duruyordu. Tahta kapılı, tahta merdivenli, tahta sundurmalı.
İki katlıydı, küçük ve tavanları basıktı. Boyunuz biraz uzunsa içeride eğilerek yürümek zorunda kalıyordunuz.
Merak ve heyecandan olsa gerek, ilk görüşmemize ilişkin bütün ayrıntıları iyi hatırlıyorum.
“Gel bakalım delikanlı” dedi.
29 yaşındaydım.
Eğilerek yürümek zorunda kaldığımdan olacak ilk cümlesi;
“Eskiden binalar küçük, insanlar büyüktü. Binalar büyüdükçe insanlar küçüldü “oldu.
Hemen yan tarafında, eski bir gramofon ve gramofonun yanında da onlarca plak diziliydi.
O akşam Hafız Burhan çalıyordu. Ben anlamazdı; Hafız Burhan olduğunu o söyledi.
Her halinden zengin biri olduğu belliydi.
İstasyonda karşılaştığım perişanlıkla, şimdi karşımda oturan aristokrat görüntü arasındaki çelişki hala ortada duruyordu.
Sordum.
Anlattı; söylediğine göre her yılın belli dönemlerinde bunu yapıyordu. En eski elbiselerini giyiyor, cebine tek kuruş almadan dışarı çıkıyor
Ve üç gün boyunca sokakta yaşıyordu. Bazen bir işçi gibi amele pazarlarında gündelik iş arıyor, hatta bazen dilenmek zorunda kalıyordu.
Neden bunu yaptığını sorduğumda, o da soruyla karşılık verdi;
“Sence mükellef bir sofradaki kral mı yediğinden daha fazla lezzet alır, yoksa günlerce ağzına lokma koymadıktan sonra sıcak bir tas çorbaya kavuşan bir dilenci mi ?”
Yorum yapmama imkân tanımadan devam etti:
“Soğuk iliklerime kadar titretmedikçe, sıcağın kıymetini anlayamazsın. Açlık başını döndürmedikçe, sıcak bir çorbanın önemini kavrayamazsın. İşte böyle zamanlarda laf olsun diye değil gerçekten şükredersin.
Sahip olamadıklarına üzülmek yerine, sahip olduklarınla mutlu olmaya başlarsın. Gerçekten sığınırsın duaya. O yoksulluğun içinde Yaradan’a çok daha yakın hissedersin kendine. Kralların da, dilencilerin de aynı iştahla acıktığını ancak o zaman anlarsın. Ve dilencinin bir tas çorbadan aldığı hazzın, kralın mükellef sofrasındakinden çok daha fazla olduğunu öğrenirsin…”
Daha sonra yıllarca, haftada bir, on beş günde bir, hep burada buluştuk.
Bazen tarih, bazen siyaset konuştuk.
Olaylara, insanlara, hatta hayata bakışıma ilişkin çok önemli şeyler kattı.
Bu kitabı onunla başlamamın nedeni de bu.
İşaretleri okumayı ondan öğrendim.
Şimdi nerede bilmiyorum. Yaklaşık 2 yıl oldu hiç görmedim…
Tuhaf bir şekilde yok oldu gitti.
Bir keresinde, Tolstoy’un ölümünden bahsetmişti. Tolstoy, 80 yaşının üzerindeyken, bütün hizmetçilerini, köşklerini geride bırakıp huzurlu bir ölüm arayışına çıkmış ve bir süre sonra da, yüzünde hafif bir gülümsemeyle, bir tren garında ölü bulunmuştu.
Bilmiyorum. Ama yaşıyor olmasını umuyorum.
Ben eskisi kadar olmasa da, antikacı dükkânına gitmeye devam ediyorum. Ve ne zaman tren istasyonuna yolum düşerse, kırış kırış paltosuyla onu arıyorum.
Bu kitabı Münzevi ‘ye ithaf ediyorum.
“Dul Kadının Oğulları” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Tarih
- Kitap AdıDul Kadının Oğulları
- Sayfa Sayısı216
- YazarMustafa Yılmaz
- ISBN9789944629591
- Boyutlar, Kapak20x14 cm, Karton Kapak
- YayıneviKişisel / 2009
Hikayeye giriş olarak güzel bir başlangıç yapılmış,okuru direkt hikayeye dahil etmiş.
devamınında bu şekilde etkileyici olduğunu temenni ederim.
Bu kitabi nerden aLabiLirim..
Kitabı geçen hafta bir öneri üzerine okudum ve 2 günde bitti. çok akıcı ve anlaşılır yazılmış ayrıca enteresenlıklarla dolu belkide ilk defa duyacağınız isimler ve bilinen karakterlerin yüklendiği misyonlar. Bence okunması gerken iyi bir kitap tavsiye ederim…