Joss geçmişte yaşadığı acıları bir kutuya kilitleyip her şeyi unutmak için Amerika’dan iskoçya’ya yerleşmişti ve şimdi yeni bir ev arıyordu.
Bulduğu ev Dublin Caddesi’ndeki havalı binalardan birindeydi.
Yolda bir adamla karşılaştı.
Takım elbiseli, bronz tenli, çıldırtıcı İskoç aksanlı, maço tavırlı, seksi bakışlı Braden’la.
Joss, Braden’ın her zaman kolunda taşıdığı Barbşe kılıklı kızlardan biri değildi, olmaya da hiç niyeti yoktu.
Ama insan arzularına nereye kadar gem vurabilir?
Kalbiniz başka, beyniniz başka şey söylüyorsa, hangisinin sözünü dinlesiniz?
Trajedi. Seks. Tutku. Kahkaha. Kıskançlık.
New York Times Bestseller
The Wall Street Journal Bestseller
Amazon Bestseller
USA Today Bestseller
Ve 30 ülkede milyonlarca okuyucuya ulaşmış, son yılların en çok konuşulan aşk hikayesi.
giriş
Surry County, Virginia
Sıkılmıştım.
Kyle Ramsey dikkatimi çekebilmek için sandalyemin arkasını tekmeleyip duruyordu. Ancak bu çocuk daha dün en yakın arkadaşım Dru Troler’in sandalyesini tekmeliyordu ve ben Dru’nun üzülmesini istemezdim. Kyle’dan çok hoşlanıyordu. Ben de Bay Evans tahtaya yeni bir denklem yazarken Dru’nun yanımda defterinin köşesine milyonlarca minicik kalp çizişini seyrettim. Aslında gerçekten dikkatimi derse versem iyi olacaktı çünkü matematiğim çok kötüydü. Annemle babam lise birin ilk döneminde bir dersten kalırsam çok üzülürlerdi.
“Bay Ramsey, tahtaya gelip bu soruyu cevaplamak ister misiniz, yoksa Jocelyn’in arkasında durup sandalyesini biraz daha tekmelemeyi mi tercih edersiniz?”
Sınıftan gülüşmeler yükseldi, Dru da suçlarcasına bana baktı. Kaşlarımı çatıp öfkeyle Bay Evans’a gözlerimi diktim.
“Ben burada kalayım Bay Evans, bir sorun olmazsa,” dedi Kyle şımarık bir kibirle. Gözlerimi devirdim, ensemde bakışlarının sıcaklığını hissetmeme rağmen dönüp bakmadım.
“Aslında sana fikrini sormadım Kyle. Buraya gel.”
Kyle homurdanarak kaderine razı olurken kapı vuruldu. Müdürümüz Bayan Shaw’un kapıda görünmesiyle bütün sınıf donakaldı. Müdürün sınıfta ne işi vardı? Bu tek bir şeye işaretti: bir soruna.
“Oha,” dedi Dru sessizce, yüzümü asıp ona döndüm. Kapıya doğru başıyla işaret etti. “Polislere bak.”
Şoka girmiş bir şekilde döndüm ve Bayan Shaw’un Bay Evans’a mırıl mırıl bir şey söylediğini gördüm. Kapının ardında, koridorda gerçekten iki polis memuru dikiliyordu.
“Bayan Butler.” Bayan Shaw’un sesi beni tokat gibi kendime getirdi. Bana doğru bir adım atınca yüreğim ağzıma geldi. Gözlerinde bitkin ve anlayışlı bir ifade vardı, o an kadından ve bana söylemeye geldiği şey her ne ise ondan kaçmak istedim. “Benimle gelebilir misin? Eşyalarını da al.”
işte sınıftan tam bu anda ooo, aaa gibi sesler çıkması ve insanların başımın ne kadar belada olduğunu birbirlerine fısıldaması gerekirdi. Ancak onlar da benim gibi, meselenin benim başımı “belaya sokmuş olmam” olmadığını hissetmişlerdi. Koridorda beni bekleyen haber her ne ise, sınıf arkadaşlarım bununla ilgili olarak benimle alay etmeyeceklerdi.
“Bayan Butler?”
Adrenalin yükselmesinden titremeye başlamıştım ve kulaklarımın çınlamasından hocayı zor duyuyordum. Anneme bir şey mi olmuştu? Ya da babama? Ya da küçük kardeşim Beth’e? Annemler çok yoğun geçen bir yaz sonrasında bu hafta kafa dinlemeye karar vermişlerdi. Bugün Beth’i pikniğe götüreceklerdi.
“Joss.” Dru beni dürtükledi, dirseği koluma değer değmez ayağa fırladım, sandalyem geriye doğru kayarken resmen çığlık attı. Hiç kimseye dönüp bakmadan masamda ne var ne yoksa çantama tıkıştırdım. Sınıfta pencerenin çatlak pervazından sızan soğuk rüzgârlar gibi fısıldaşma-lar başlamıştı. Beni bekleyen şeyle karşılaşmayı hiç istemesem de o sınıftan çıkmam gerekiyordu.
Nasıl olduysa yürümeyi becerip müdürü takip ettim ve Bay Evans’ın kapıyı ardımdan kapadığını duydum. Hiçbir şey söylemedim. Sadece Bayan Shaw’a ve iki polis memuruna döndüm, soğuk bir şefkatle bana bakıyorlardı. Daha önce görmediğim bir kadın duvara yaslanmıştı. Ciddi ama sakin görünüyordu.
Bayan Shaw koluma dokununca süveterimin üzerindeki eline baktım. Müdürle daha önce tek bir diyaloğum olmamıştı ve şimdi kolumu mu tutuyordu yani? “Jocelyn… bunlar Memur Wilson ve Memur Michaels. Bu da SHM’den Alicia Nugent.”
Boş boş baktım.
Bayan Shaw’un rengi attı. “Sosyal Hizmetler Müdür-lüğü’nden.”
Göğsüme bir korku saplandı, nefes almaya çalıştım.
“Jocelyn,” diye devam etti müdür. “Sana bunu söylemekten çok büyük üzüntü duyuyorum ama… annen, baban ve kardeşin Elizabeth bir kaza geçirmişler.”
Bekledim, kalbim sıkışıyordu.
“Hepsi kaza anında gitmiş Jocelyn. Başın sağ olsun.”
Sosyal Hizmetler’den gelen kadın bana doğru bir adım atıp konuşmaya başladı. Ona baktım ama tek görebildiğim üzerindeki renklerdi. Tek duyabildiğim boğuk bir sesti, sanki birisi yanı başımızda bir musluk açmıştı ve gürül gürül su akıyordu.
Nefes alamıyordum.
Panikle bir şeye uzandım, nefes almamı sağlayacak herhangi bir şeye. Birileri beni tuttu. Sakin mırıltılar. Yanaklarımda ıslaklık. Dilimde tuz tadı. Ve kalbim… adeta
patlamak üzereydi, öyle hızlı atıyordu ki.
Ölüyordum.
“Nefes al Jocelyn.”
Ben bu talimata odaklanana kadar sözler kulağımda çınladı, çınladı. Bir süre sonra nabzım yavaşladı ve ciğerlerim açıldı. Gözümün önündeki parlak noktalar kaybolmaya başladı.
“işte böyle.” Bayan Shaw fısıldıyor, sıcak bir el sırtımı sıvazlıyordu. “Aferin.”
“Biz gidelim.” Sosyal Hizmetler görevlisinin sesi, içinde bulunduğum sisi dağıttı.
“Peki. Hazır mısın Jocelyn?” diye sordu Bayan Shaw sessizce.
“Ölmüşler,” diye cevapladım, bu sözcüğün verdiği hissi duymaya çalışarak. Gerçek olamazdı.
“Başın sağ olsun hayatım.”
Cildimden, avuçlarımdan, kollarımın altından, ensem boyunca soğuk ter fışkırdı bedenimden. Bütün tüylerim diken diken oldu, tir tir titriyordum. Sol tarafa doğru sendeledim ve alt üst olmuş midem, hiçbir uyarı vermeden ağzıma geldi. Eğilip midemdeki tüm kahvaltıyı Sosyal Hizmetler görevlisinin ayakkabılarının üzerine boşalttım.
“Şoka girdi.”
Öyle miydim?
Yoksa yol mu tutmuştu?
Bir dakika önce sınıfta oturuyordum. Sınıfta, her şeyin güvenli olduğu, sıcak yerde. Ve birkaç saniye içerisinde, bir külüstürle…
…tamamen başka bir yerdeydim.
İskoçya Sekiz yıl sonra
Yeni bir ev bulmak için harika bir gündü. Ve yeni bir ev arkadaşı.
George dönemine ait apartmanımın eski, nemli merdivenlerinden inip dehşet sıcak bir Edinburgh gününe merhaba dedim. Birkaç hafta önce Topshop’tan aldığım beyaz-yeşil çizgili şirin ötesi kot şortuma baktım. O günden beri durmaksızın yağmur yağmıştı ve bu şortu hayatım boyunca hiç giyebilecek miyim acaba diye merak ediyordum artık. Ama şimdi güneş çıkmıştı işte, Bruntsfield Evangelical Kilisesi’nin köşe kulesinin ardından gülümsüyor, içimdeki hüznü biraz olsun dağıtıp bana umut veriyordu. On sekiz yaşında ABD’de neyi var neyi yok toplayıp köklerinin olduğu yere yerleşmiş biri olsam da değişikliklerden hoşlandığım pek söylenemezdi. Artık öyle değil tabii. Bitmek tükenmek bilmeyen fare sorununa rağmen devasa daireme alışmıştım. Edinburgh Üniversitesi’nden mezun olana dek aynı evde yaşadığım, en iyi arkadaşım Rhian’ı çok özlüyordum. Yurtta tanışmış ve birbirimizi çok sevmiştik. ikimiz de ketum insanlardık ve sırf birbirimizi geçmişlerimizden konuşmaya zorlamadığımız için birlikte çok rahat ediyorduk. Birinci sınıfta iyice samimi olup aynı eve (ya da Rhian’ın deyimiyle “daireye”) çıkmaya karar vermiştik. Mezun olduktan sonra Rhian doktoraya başlamak için Londra’ya taşındı, ben de ev arkadaşsız kaldım. Tüy diken kısmı ise diğer en iyi arkadaşım, Rhian’ın erkek arkadaşı James’i de kaybetmiş olmamdı. Rhian’la birlikte olabilmek için o da Londra’ya kaçmıştı (ki oradan nefret ettiğini eklemem gerek). Tüm bunların üstüne bir de ne mi oldu? Ev sahibim boşanmaya karar verdi ve evden çıkmamı istedi.
Son iki haftadır ev arkadaşı arayan genç kadınların ilanlarını tarıyorum. Şimdiye dek pek iyi gitmedi. Biri Amerikalı ev arkadaşı istemedi. Burada devreye benim O ne be öyle? bakışım giriyor. Baktığım evlerden üçü biraz… iğrençti. Birinin uyuşturucu satıcısı olduğundan eminim, en son görüştüğüm kızın evi de evden çok geneleve benziyordu. Bugün Ellie Carmichael ile görüşmemin iyi gitmesini umuyordum. Bu, bugüne dek baktığım en pahalı ev ve şehir merkezinin diğer tarafında.
Şimdiye dek mirasım söz konusu olduğunda epey cimriydim, sanki mirası ne kadar az harcarsam “acı” kaderim biraz olsun hafifleyecekti. Ama artık durum ümitsizdi.
Yazar olmak istiyorsam doğru eve ve doğru ev arkadaşına ihtiyacım vardı.
Yalnız yaşamak da bir seçenekti tabii. Param yeterdi. Ama dürüst olmak gerekirse tamamen yalnız yaşama fikri hoşuma gitmiyordu. Duygularımı ve düşüncelerimin yüzde seksenini kendime saklasam da etrafımda insan olması bana iyi geliyordu.
Kişisel olarak anlamadığım şeylerden bahsedildiğinde olayları karşımdaki insanın gözünden görebiliyordum ve tüm iyi yazarların bu geniş bakış açısına ihtiyaç duyduklarına inanıyordum. Hiç ihtiyacım olmasa da Perşembe ve Cuma geceleri George Caddesi üzerindeki bir barda çalışıyordum.
Klişedir ama doğrudur: En iyi hikâyeler barmenlerin kulağına çalınır.
Bardan iki arkadaşım vardı, Jo ve Craig; ama sadece çalışırken takılıyorduk. Bir parça olsun bir hayatım olmasını istiyorsam bir ev arkadaşı edinmeliydim. Artı bu ev, bara sadece birkaç sokak uzaktaydı.
Yeni bir ev bulmanın heyecanını bastırmaya çalışarak boş bir taksi yakalamaya çabaladım. Gözüm dondurmacıya takıldı, keşke vaktim olsaydı da kendimi dondurmaya verseydim diye geçiriyordum ki tam bu anda az kalsın yolun karşı tarafından bana doğru gelmekte olan taksiyi kaçırıyordum. Elimi kaldırıp yolun bulunduğum tarafını kontrol ederken karşıdan bir taksici beni gördü ve kenara çekti. Koca cadde boyunca resmen depar attım, yeşil-be-yaz bir böcek gibi bir arabanın camına yapışmadan karşıya geçtim ve taksinin kapı koluna doğru hedefe kilitlenmiştim ki…
Kapı kolu yerine birinin elini tuttum.
Şaşkınlıkla erkeksi bronz eli gözlerimle takip edip yukarıya, uzun kola çıktım, oradan geniş omuzlara, sonra da arkasındaki güneş yüzünden bir ışık huzmesi haline gelmiş yüze. 1.80’den uzun olan adam bana tepeden bakıyordu. Ben anca 1.65’tim çünkü.
Pahalı takım elbisesini fark edince bu adamın neden benim taksime atladığını merak ettim.
Sevimsiz bir ifadeyle iç çekti. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu gürül gürül, kalın bir ses tonuyla. Dört senedir burada yaşıyordum ama hâlâ pürüzsüz bir Iskoç aksanı tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu. Ve bu adamınki de aynı etkiyi yaratmıştı, her ne kadar ters ters sormuş olsa da.
“Dublin Caddesi,” dedim hemen, gideceği yer daha kısa mesafededir de taksiyi bana bırakır diye umarak.
“Güzel.” Kapıyı açtı. “Ben de o tarafa gidiyorum ve geç kaldım, taksiye kimin daha çok ihtiyacı olduğunu tartışarak on dakika harcayacağımıza beraber gidelim mi?”
Sıcak bir el belime dokunup beni hafifçe öne doğru itti. O kadar şaşkına dönmüştüm ki adamın beni neredeyse karga tulumba taksiye atmasına izin verdim. Arka koltukta kenara kayıp kemerimi takarken sorusuna gerçekten evet cevabı verip vermediğimi hatırlamaya çalışıyordum. Sanırım vermemiştim.
Takım Elbise taksi şoförüne “Dublin Caddesi,” deyince kaşlarımı çatıp kendi kendime mırıldandım: “Sağ ol be.”
“Amerikalı mısın?”
Tatlı bir şekilde sorulan bu soru üzerine nihayet kafamı kaldırıp yanımdaki adama baktım. Hay-di ca-nım.
Yuh.
Yirmilerinin sonlarında ya da otuzlarının başında görünen Takım Elbise, klasik bir yakışıklı değildi ama gözlerinde bir parıltı, ağzının kenarında da çapkın bir kıvrım vardı ki bütün parçaları birleştirdiğinizde resmen adamın paçasından seksapel akıyordu diyebilirim. Üzerindeki son derece iyi dikimli, pahalı takımdaki kat yerlerinden spor yaptığı belli oluyordu. Fit bir erkeğin rahatlığıyla oturuyordu, yeleğinin ve beyaz gömleğinin altındaki karnı dümdüzdü. Uçuk mavi gözleri uzun kirpiklerinin ardında hin hin ışıldıyordu ve Tanrım, koyu renk saçlarından gözlerimi alamıyordum.
Ki ben sarışın severim. Daima.
Ancak yine de o sarışınların hiçbiri ilk görüşte midemde böyle bir kelebek fırtınası yaratmamıştı. Güçlü, maskü-len yüz bana bakıyordu —sert çene kemikleri, gamzeli bir çene, geniş elmacık kemikleri ve bir Romalı burnu. Koyu renk kirli sakal yanaklarını gölgeliyordu, saçları biraz dağılmıştı. Bütünüyle baktığınızda bu serseri dağınıklığı, üstündeki şık, marka takımıyla tezat oluşturuyordu.
Takım Elbise benim kendisini bariz bir şekilde süzdüğümü fark edince tek kaşını kaldırdı ve midemdeki tutku hissi dört katına çıkıp beni şoke etti. Şimdiye dek hiçbir erkeği böyle anında arzulamamıştım. Daha genç yaşlarımdaki çılgın dönemlerimden beri de hiçbir erkeğe doğrudan yatma teklifi etmeyi düşünmemiştim.
Gerçi ondan bir teklif gelse reddedeceğimi de sanmıyordum.
Bu fikir aklımdan geçer geçmez gerildim, şaşırdım ve sarsıldım. Hemen savunmam ayağa kalktı ve ifademi boş bir zarafete çevirdim.
“Evet, Amerikalıyım,” dedim, nihayet Takım Elbise’nin bana bir soru sorduğu kafama dank etmişti. Ukala sırıtışından gözümü ayırıp sıkılmış gibi yaptım ve böyle durumlarda deli gibi kızardığımı belli etmeyen buğday tenime şükrettim.
“Tatil mi?” diye mırıldandı.
Takım Elbise’ye verdiğim tepkiden kendi kendime rahatsız olduğum için ne kadar az sohbet edersek o kadar iyi olur diye düşündüm. Kim bilir hangi salakça şeyi yapacaktım ya da söyleyecektim şimdi? “Hayır.”
“Öğrenci o zaman.”
Tonlamaya dikkat. Öğrenci o zaman. Adeta gözlerini devirerek söylemişti. Öğrenciler hayatta hiçbir amaçları olmayan leş kargalarıydı sanki. Ona haddini bildirmek için kafamı sertçe döndürdüğümde ilgiyle bacaklarıma baktığını fark ettim. Bu sefer ben tek kaşımı kaldırdım ve o muhteşem gözlerini çıplak bacaklarımdan çekmesini bekledim. Baktığımı fark edince kafasını kaldırdı ve ifademi gördü. Öküz gibi bacaklarıma bakmıyormuş gibi davranmasını falan bekliyordum. Omuz silkip hayatımda gördüğüm en ağır, en muzır, en seksi gülümsemeyi bana fırlatacağını beklemiyordum.
Kasıklarımdaki ani ısı patlamasıyla mücadele ederek gözlerimi devirdim. “Öğrenciydim, bir zamanlar,” dedim çok hafif bir iğnelemeyle. “Burada yaşıyorum. Çifte vatandaşlık.” Ne halt yemeye peş peşe açıklama yapıyordum ki? “Yarı Iskoç musun?”
Belli belirsiz başımı salladım, içten içe aksanının tadını çıkararak.
“Mezun oldun, şimdi ne yapıyorsun?”
Neden soruyordu ki? Yan yan bir bakış attım. Takım elbisesinin fiyatı muhtemelen Rhian’la benim dört senelik iğrenç öğrenci yemeği masrafımızı tamamen karşılardı. “Sen ne iş yapıyorsun? Kadınları taksilere atmadığın zamanlarda tabii?”
Sinsi soruma tek tepkisi minik bir yapmacık gülümseme oldu. “Sence ne iş yapıyorum?”
“Avukatsın sanki. Soruya soruyla cevap verdiğine, insanları tutup bir yere tıkıştırdığına ve böyle yapmacık yapmacık güldüğüne göre… ”
Göğsümde titreşimlere sebep olacak kadar gürül gürül, derin bir kahkaha patlattı. Gözleri parladı. “Avukat değilim. Ama sen olabilirsin bak. Az evvel senin de bir soruya soruyla cevap verdiğini hatırlıyorum. Ve bir de şu… ” Ağzıma işaret etti, dudaklarımın çevresini adeta gözüyle okşarken gözleri resmen karardı. “Işte bu kesinlikle yapmacık bir gülümseme.” Sesi iyice kısıklaşmıştı.
Gözlerimiz birleşince nabzım hızlandı ve bakışlarımız iki kibar yabancının yapacağından çok daha uzun süre birbirine kilitli kaldı. Yanaklarıma ateş bastı… başka yerlere de. Varlığı ve bedenlerimizin arasındaki sessiz sohbet beni gittikçe daha çok tahrik ediyordu. Göğüs uçlarım sutyenimin içinde sertleşince yaşadığım şok beni gerçekliğe geri döndürdü. Gözlerimi gözlerinden çekip kafamı yola çevirdim ve yol artık bitsin gitsin diye dua etmeye başladım.
Princes Caddesi’ne yaklaşırken tramvay çalışmalarını gördüğümde bir daha onunla konuşmak zorunda kalmadan bu taksiden inebileceğim galiba, diye düşündüm.
“Utandın mı?” diye sordu Takım Elbise, hayallerimi suya düşürerek.
Elimde değildi. Kafam karıştı. Gülümseyerek ona döndüm. “Efendim?”
Başını yana eğdi ve hafif kıstığı gözlerinin arasından beni süzdü. Tembel bir kaplana benziyordu, sanki kovalamaya değecek bir yemek olup olmadığıma karar vermeye çalışıyordu. Soruyu tekrar ettiğinde ürperdim. “Utandın mı?” Utanmış mıydım? Yok. Hayır. Sadece keyifli bir şekilde kayıtsızdım. Evet, bunu sevmiştim. Daha güvenliydi. “Bu da nereden çıktı şimdi?” Utangaçlık sinyalleri vermiyordum herhalde, değil mi? Düşüncesi bile sinirimi bozmaya yetti.
Takım Elbise tekrar omuz silkti. “Çoğu kadın onlarla takside hapis kalmış olmamdan faydalanmaya çalışır; kulağımı ısırır, telefon numarasını gözüme sokar… falan filan.” Gözleri bir an göğüslerime indi, sonra hemen hızla yukarı çıktı. Yanaklarıma kan hücum etti. En son ne zaman birinin beni utandırdığını hatırlamıyorum. Bu tarz bir huzursuzluğa alışık olmadığımdan kafamdan bu düşünceleri atmaya çalıştım.
Kendine olan aşırı güvenine hayret ederek gülümsedim; gülümsemem üzerine gözbebeklerinin irileşmesi ve bunun bende yarattığı neşe beni çok şaşırttı. “Bu ne kendine güven böyle!”
Sırıttı, dişleri beyazdı ama inci gibi de sayılmazdı, çarpık gülümsemesi göğsümde hiç de tanıdık olmayan bir his uyandırdı. “Tecrübeyle sabit.”
“Ben pek öyle yeni tanıştığı adama hemen telefon numarasını verecek bir kız sayılmam.”
“Ahh.” Sanki benim hakkımda bir gerçekliği yeni anlamış gibi başını salladı, gülümsemesi kayboluyor, ifadesi sertleşip benden uzaklaşıyor gibiydi. “Üçüncü buluşmada bile yatağa girmeyen, evlilik-bebek tarzı bir kadınsın demek.”
Sert yargısına karşı kaşlarımı çattım. “Hayır, hayır ve hayır.” Evlilik ve bebek mi? Düşüncesi bile beni irkiltmeye yetti, omuzlarımda gün be gün taşıdığım, zaman zaman göğsümü sıkıştıran o korku.
Takım Elbise tekrar bana döndü, yüzümde ne gördüyse rahatlamıştı. “ilginç,” diye mırıldandı.
Hayır. ilginç değil. Bu adamın gözünde ilginç olmak istemiyordum. “Sana numaramı vermeyeceğim.”
Tekrar sırıttı. “istemedim ki. Hem istesem bile sana sormam. Sevgilim var.”
Midemdeki hayal kırıklığı hissini görmezden geldim; beynimle ağzım arasında bir filtre haline gelmişti adeta. “O zaman bana öyle bakmayı kes.”
Takım Elbise eğleniyor gibiydi. “Sevgilim var ama kör de değilim. Bir şey yapamıyorum diye bakmayacak da değilim.”
Bu adamın ilgisi beni heyecanlandırmıyordu. Ben güçlü, bağımsız bir kadınım. Pencereden dışarı bakıp artık Queen Street Gardens’ta olduğumuzu görünce rahatladım.
“Ben burada ineyim, teşekkürler,” dedim taksi şoförüne.
“Burası iyi mi?” dedi şoför.
“Evet,” dedim, istediğimden daha ters bir ifadeyle. Taksici yanaşmak için sinyal verip de taksi durunca bir oh çektim içimden. Takım Elbise’ye dönüp bakmadan, hiçbir şey söylemeden şoföre biraz para verdim ve kapı koluna uzandım.
“Dur.”
Dondum kaldım, kafamı çevirip omzumun üzerinden bir bakış attım. “Ne?”
“Bir adın var mı?”
Artık bu adamdan ve aramızdaki acayip çekimden kurtulduğuma sevinerek gülümsedim. “Evet, iki tane hatta.” Cevap olarak gelen kahkahanın içimde uyandırdığı neşeyi umursamadan taksiden fırladım.
Kapı açılıp da Ellie Carmichael’ı gördüğüm anda ondan hoşlanacağımı anladım. Bu uzun boylu sarışın kızın üzerinde son moda bir şort tulum, mavi fötr bir şapka, bir monokl ve takma bıyık vardı.
Kocaman, uçuk mavi gözlerini kırptı.
Çok komikti, sormadan edemedim. “Ee… yanlış bir zamanda mı geldim acaba?”
Bu son derece mantıklı sorum karşısında Ellie bir an boş boş bana baktı, üzerindekileri düşünüyordu muhtemelen. Sanki takma bıyığı o an fark etmiş gibi parmağıyla işaret etti. “Erken geldin, ortalığı topluyordum.”
Şort tulum, monokl ve takma bıyıkları mı topluyordu acaba? Arkasından aydınlık, havadar antreye göz attım. Ön tekeri olmayan bir bisiklet duvara yaslanmıştı; ceviz bir büfenin üzerindeki bir panoya fotoğraflar, kartpostallar ve diğer ıvır zıvır tutuşturulmuştu. Ceket ve manto yığınlarının arasında son derece tehlikeli bir şekilde saçılmış bilyelerle birlikte iki çift bot ve siyah topuklu ayakkabı duruyordu. Yerler hakiki ahşap parkeydi.
Harika. Kocaman bir gülümsemeyle Ellie’ye döndüm, içim rahatlamıştı. “Mafyadan falan mı kaçıyorsun?” “Efendim?”
“Kılık değiştirmişsin de.”
“Ha.” Kahkaha atıp kapıdan çekildi ve beni içeri buyur etti. “Yok, hayır. Dün gece arkadaşlarım vardı, biraz fazla içmişiz. Cadılar Bayramı kostümlerimi çıkardık.”
Tekrar gülümsedim. Kulağa çok eğlenceli geliyordu. Rhian ve James’i özledim bir an.
“Jocelyn, değil mi?”
“Evet, Joss de lütfen,” diye düzelttim. Annemler öldüğünden beri kimse bana Jocelyn dememişti.
“Anlaştık Joss,” dedi, ben daireye ilk adımlarımı atarken gülümseyerek. Içerisi harika kokuyordu, temiz ve havadar.
Şu anda oturduğum gibi bu daire de Georgian tarzdaydı ama tek fark, bu daire bir zamanlar tek, müstakil bir evdi. Müstakil ev iki daireye bölünmüştü. Aslında yandaki diğer daire bir butikti ve bu evin üst katındaki odalar da butiğe aitti. Üst kattaki odaları bilmiyordum ama butik iyiydi, el yapımı, eşi benzeri olmayan kıyafetler satardı. Bu daire ise…
Vay canına.
Duvarlar pürüzsüzdü, yeni sıva yapılmış olmalıydı ve içeriyi her kim restore ettiyse muhteşem bir iş çıkarmıştı. Dönemin tarzına uygun olarak uzun rabıta parkeleri ve tavan kenarlarında kalın alçıpanlar vardı. Tavanın ucu bucağı yoktu, eski evimdeki gibi çok yüksekti. Duvarlar hoş bir beyaza boyanmıştı ama yer yer asılmış renkli ve eklektik sanat eserleriyle durağanlığı kırılmıştı. Saf beyaz pek çok evde çok sert durabilirdi ama koyu renk parkeyle birleşince eve üstün bir zarafet katıyordu.
Daha diğer odaları görmeden eve âşık olmuştum bile.
Ellie alelacele şapkayla bıyığı çıkardı. Etrafımda fır dönüp bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ki hâlâ çıkarmadığı monoklı fark etti ve şebek gibi sırıttı. Monoklı ceviz süpürgeliğe fırlatıp gülümsedi. Neşeli bir insandı belli ki. Genellikle neşeli insanlardan uzak dururum ama Ellie farklıydı. Çok tatlıydı.
“Sana evi göstereyim, ne dersin?”
“Olur tabii.”
ilk soldaki kapıya doğru yürüyüp kapıyı eliyle itti. “Banyo. Biraz tuhaf bir yerde, hemen girişin yanında biliyorum ama içinde ihtiyacın olacak her şey var.”
Hımm. Göreceğiz, diye düşündüm, temkinli bir adım atarak.
Parmak arası terliklerim krem rengi, parlak zeminde şıpırdadı. Karolar tavan hariç bütün banyoyu kaplıyordu, yumuşak spotlarla bezeli tavan da krem rengine boyanmıştı.
Banyo devasaydı.
Küvetin altın rengi aslan ayağına dokunup kendimi içinde hayal ettim; kulağımda müzik, titreşen mumlar, elimde bir kadeh kırmızı şarap ve ben suyun içine gömülüp… her şeyi unutuyorum. Küvet banyonun tam or-tasındaydı. Arkada, sağ köşede, hayatımda gördüğüm en büyük duş başlığına sahip duşakabin duruyordu. Solumda seramik bir rafın üzerinde modern tasarımlı, cam bir kâse vardı. Lavabo muydu bu?
Hepsini kafamda hesapladım. Altın musluklar, dev ayna, ısıtmalı havlu rayı…
Eski evimde havlu asacağı bile yoktu.
“Vay canına.” Kafamı çevirip Ellie’ye gülümsedim. “Muhteşem bir şey bu.”
Ellie neredeyse topuklarının üzerinde hafifçe sıçrayıp başıyla onayladı, gözleri ışıl ışıldı. “Öyle, değil mi. Bu banyoyu ben pek kullanmıyorum çünkü odamda kendi banyom var. Bu, yeni ev arkadaşım için. Çoğunlukla onun kullanımında olacak.”
Hımm. Banyonun cazibesine kapıldım. Bu dairenin kirasının neden bu kadar astronomik olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyordum. Burada yaşayabilecek kadar parası varsa kim bu evden ayrılırdı ki?
Koridor boyunca Ellie’yi takip edip geniş salona girerken nazikçe sordum. “Ev arkadaşın başka bir şehre mi taşındı?” Sırf meraktan soruyormuş gibi yaptım ama aslında Ellie’yi sorguluyordum. Ev bu kadar muhteşem olduğuna göre belki problem Ellie’deydi? Kız daha cevap veremeden durdum ve salona iyice bakmak için döndüm. Bu tarz eski evlerin tümünde olduğu gibi bu evin de tavanı epey yüksekti. Pencereler de geniş ve yüksekti, dışarıdaki kalabalık caddeden gelen bütün ışık içeri doluyordu. Karşıdaki duvarın tam ortasında dev bir şömine vardı, besbelli sırf görüntü için oradaydı, içinde ateş yakılmıyordu ama rahat ve şık döşenmiş odaya ayrı bir hava katıyordu. Gerçi bana göre biraz fazla dağınık ama… diye geçirdim, oraya buraya saçılmış kitaplara ve saçma sapan objelere… ve köşedeki Buzz Işıkyılı oyuncağına bakarak.
Buzz Işıkyılı’nı sormamaya karar verdim.
Ama Ellie’ye yeniden bakınca bu dağınık oda mantıklı geldi. Sarı saçları arkada dağınık bir topuzla tutturulmuştu, ayağında birbirinin eşi olmayan terlikler vardı ve dirseğine de bir fiyat etiketi yapışmıştı.
“Ev arkadaşı mı?” diye sordu Ellie bana bakmak için dönerek. Ben tam soruyu tekrar edecektim ki nihayet anlamış gibi çattığı kaşları düzeldi ve başını salladı. Güzel. Zor bir soru değildi ne de olsa. “Ah, yok.” Kafasını salladı. “Ev arkadaşım yoktu. Ağabeyim bu evi yatırım amacıyla satın aldı ve içini yaptırdı. Sonra ben doktora tezimle uğraşırken bir de kira ödeyeceğim diye koşturmayayım diye evi bana verdi.”
Ne ağabeyler var şu hayatta.
Bir yorum yapmasam da yüzümdeki ifadeyi fark etmiş olmalı. Gülümsedi, bakışları yumuşadı. “Braden biraz abartır. Ondan gelen bir hediye asla sıradan değildir. Ben de bu eve hayır diyemedim. Tek sorun, bir aydır burada yaşıyorum ama burası fazla büyük ve hafta sonları arkadaşlarımın gelmesine rağmen çok yalnız hissediyorum. O yüzden Braden’a bir ev arkadaşı bulacağımı söyledim. Bu fikre pek bayıldığı söylenemez ama evin getireceği kirayı söyleyince fikrini değiştirdi. işadamı sonuçta.”
İçgüdüsel bir şekilde Ellie’nin (bariz zengin) ağabeyini çok sevdiğini ve ikisinin çok yakın olduklarını anladım. Onun hakkında konuşurken ona olan sevgisi yüzünden okunuyordu ve ben bu ifadeyi çok iyi biliyordum. Yıllarca insanların yüzünde bu bakışı görmüş ve bu sevginin bana verdiği acıya karşı bir savunma kalkanı geliştirmiştim, hâlâ bir ailesi olan insanlardı bunlar.
“Ağabeyin çok cömertmiş,” dedim diplomatik bir tonla, daha tanışır tanışmaz insanların hislerini ortaya dökmelerine alışık değildim.
Ee devam et sıcaklığında olmayan bu yorumumdan Ellie pek rahatsız olmamış gibiydi. Gülümsemeye devam etti ve beni salondan çıkarıp koridordan, uzun mutfağa geçirdi. Mutfak biraz dardı ama karşı ucunda, yemek masasının bulunduğu, yarım daire şeklindeki bir alan vardı. Mutfak da aynen evin diğer kısımları gibi pahalı malzemeyle yapılmıştı. Tüm beyaz eşya son teknolojiydi ve koyu renk dolapların ortasında geniş, modern bir tezgâh uzanıyordu.
“Bayağı cömertmiş,” diye tekrar ettim.
Ellie homurdandı. “Braden fazla cömerttir. Bunlara ihtiyacım yoktu bile ama ısrar etti. Öyledir o. Örneğin sevgilisine dünyaları satın alır. Diğerleri gibi bu kızdan da sıkılacağı günü bekliyorum çünkü bu kız resmen en kötüsü. Braden’dan çok onun parasının peşinde olduğu apaçık. Braden bile farkında bunun. Anlaşmalarının işine geldiğini söylüyor ama. Anlaşma ya. O da ne demekse.”
Bir insan bu kadar konuşur mu yahu?
Ellie bana büyük yatak odasını gösterirken gülümsememi sakladım. Tıpkı Ellie gibi yatak odası da darmadağındı. Ağabeyinin sevimsiz kız arkadaşından bahsetmeye devam ederken acaba Braden denen bu herif kız kardeşinin, özel hayatını, hiç tanımadığı birine şakır şakır anlattığını bilse ne hisseder diye merak ettim.
“Ve burası da olursa senin odan olacak.”
Dairenin en arka tarafındaki odanın kapısındaydık. Önünde oturma yeri olan, yere kadar inen jakarlı brode perdelerle çerçevelenmiş koca bir cumbalı pencere, muhteşem bir Fransız Rokoko yatak, ceviz çalışma masası ve deri sandalye. Tam kitap yazılacak yer.
Âşık olmuştum.
“Çok güzel.”
Orada yaşamak istiyordum. Kira umurumda değildi. Geveze ev arkadaşı umurumda değildi. Parayı şimdiye dek yeterince kısmıştım. Sonradan gelip yerleştiğim bir ülkede yapayalnızdım. Birazcık rahatı hak ediyordum artık.
Ellie’ye alışabilirdim. Evet çok konuşuyordu ama tatlı ve sevecendi, gözlerinde bir samimiyet vardı üstelik.
“Gel bir oturup çay içelim, konuşalım.” Ellie yine sırıtmaya başlamıştı.
Birkaç saniye sonra salonda tek başıma oturuyordum, Ellie de içeride çay yapıyordu. Birden fark ettim ki Ellie’den hoşlanıp hoşlanmamamın bir önemi yoktu. Ellie’nin benden hoşlanması gerekiyordu, evin bir odasında yaşamamı teklif edecek olan oydu. içimde bir endişe dalgası koptu. Dünya üzerindeki en cana yakın insan olduğum söylenemezdi ama Ellie düpedüz böyleydi. Belki beni “anlamazdı.”
“Çok zor oldu,” diyerek içeri girdi. Elindeki tepside çay ve yiyecek bir şeyler vardı. “Ev arkadaşı bulmak yani. Bizim yaşlarımızda çok az insan bu kirayı çıkarıp verebiliyor.”
Bana bayağı bir para miras kalmıştı. “Benim ailem varlıklı.”
“Aa, öyle mi?” Sıcak çay dolu kupayla çikolatalı keki bana uzattı.
Hafifçe öksürdüm, kupayı saran parmaklarım titriyordu. Sırtımda soğuk ter birikmişti ve kulaklarıma kadar kan sıçramıştı adeta. insanlara hakkımdaki gerçeği söylemek üzereyken hep böyle olurdum. Ben on dört yaşındayken annem, babam ve kız kardeşim bir trafik kazasında öldü. Kalan tek akrabam Avustralya’da yaşayan amcam. O da benim velayetimi almak istemedi, bu yüzden bir aile beni evlatlık aldı. Ailemin çok parası vardı. Babamın büyükbabası Louisianalı bir petrolcüymüş, babam da ondan kalan mirası iyi korumuş. On sekiz yaşıma basar basmaz bu para benim oldu. Ellie’nin bütün bu acı hikâyeyi bilmesine aslında hiç gerek olmadığını fark ettiğim anda kalbim yavaşladı ve titremem geçti. “Baba tarafım Louisianalıdır. Büyük büyük babam petrolden çok para kazanmış.”
“Aa, ne ilginç.” Ellie bayağı samimiydi. “Louisiana’dan ayrıldınız mı?”
Başımı salladım. “Virginia’ya taşındık. Ama annem aslen iskoçyalıydı.”
“O zaman yarı iskoç sayılırsın. Harika.” Bir sır vermek üzereymiş gibi gülümsedi. “Ben de yarı iskoç sayılırım. Annem Fransız’dır ama ailesi o beş yaşındayken St. Andrews’a taşınmış. inanmazsın, tek kelime Fransızca bilmiyorum.” Ellie kıkırdayıp tepki vermemi bekledi.
“Ağabeyin Fransızca biliyor mu?”
“Yok, hayır,” dedi elini sallayarak. “Braden’la ben baba bir, anne ayrı kardeşleriz. ikimizin de annesi hayatta ama babamızı beş sene önce kaybettik. Tanınmış bir işadamıydı. Douglas Carmichael and Co. şirketini duydun mu? Bu bölgedeki en eski firmalardan biridir. Babam şirketi çok genç yaşta kendi babasından devralmış ve inşaat işine girmiş. Buralarda birkaç restoranı ve turistik dükkânı da vardı. Mini bir imparatorluk denebilir. Öldüğünde işi Bra-den devraldı. Şimdi herkes Braden’a yaltaklanıyor, herkes onun peşinde. Bizim de çok yakın olduğumuzu biliyorlar, o yüzden arada beni de kullanmaya kalktıkları oluyor.” Güzel dudakları hüzünle kıvrıldı, bu ifadenin yüzüne tamamen yabancı olduğu çok belliydi.
“Çok üzüldüm.” Samimiydim. Nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Virginia’yı terk edip Iskoçya’ya taşınma sebeplerimden biri buydu.
Samimiyetimi fark etmiş olacak ki Ellie rahatladı. Bir insanın bırakın yeni tanıştığı birine, bir arkadaşına bile nasıl böyle içini dökebildiğini hiçbir zaman anlayamayacaktım ama ilk kez Ellie’nin içtenliğinden huzursuz olmadım. Evet bu, aynı içtenliği benden de beklemesine sebep olabilirdi ama beni tanıdıktan sonra bunun asla gerçekleşmeyeceğini anlardı eminim.
Çok şaşırtıcı bir şekilde son derece huzurlu bir sessizlik kapladı havayı. Sanki o da bunu fark etmiş gibi hafifçe gülümsedi. “Edinburgh’da ne yapıyorsun?”
“Artık burada yaşıyorum. Çifte vatandaşlığım var. Ama burası daha çok yuvam gibi.”
Bu cevap hoşuna gitmişti.
“Öğrenci misin?”
Başımı hayır anlamında salladım. “Yeni mezun oldum. Perşembe ve Cuma geceleri George Caddesi’nde Club 39’da çalışıyorum. Ama yazmaya odaklanmış durumdayım aslında.”
Ellie bu itirafımdan çok heyecanlanmış gibiydi. “Bu muhteşem! Hep bir yazarla arkadaş olmak istemişimdir. Ve hayal ettiğin şeyin peşinden gitmen çok cesurca. Ağabeyim doktora öğrencisi olmanın zaman kaybı olduğunu iddia ediyor, çünkü bunun yerine onunla çalışabilirim ama ben seviyorum. Üniversitede ders de veriyorum. Çok… ne bileyim, beni mutlu ediyor işte. Ve ben de çok para kazandırmasa da sevdiği işi yapabilme lüksü olan o gıcık insanlardan biriyim.” Kaşlarını çattı. “Ne korkuncum, değil mi?”
Ben insanları pek yargılamam. “Hayat senin hayatın Ellie. Maddi açıdan şanslısın. Bu seni korkunç bir insan yapmaz.” Lisede bir terapistim vardı, onun genizden gelen sesini duyabiliyordum: “E peki neden bunu kendin için de düşünmüyorsun Joss? Mirasını kabul etmek seni korkunç bir insan yapmaz. Ailen senin için bunu istemiş.”
On dört yaşımdan on sekizime kadar Virginia’da beni evlatlık alan iki ailenin yanında yaşadım. iki ailenin de çok parası yoktu ve ben, kocaman, görkemli bir evle pahalı yiyecekleri terk edip makarnaya ve benimle aynı boydaki başka bir evlatlık “kardeşle” aynı kıyafetleri paylaşmaya geçmiştim. On sekiz yaşıma yaklaşırken ve insanlar da epey bir mirasa konacağımın farkındayken, nahif bir çocuk ve sağlam bir yatırım olduğumu düşünen, şehirdeki pek çok işadamı ve hatta web sitesine yatırım yapmamı isteyen bir sınıf arkadaşım peşime düşmüştü. Sanırım yetişme çağımda diğer insanların nasıl yaşadığına birinci elden şahit olmam ve benden çok paramla ilgilenen sahte insanların yalakalıkları yüzünden parama dokunmaya pek hevesli olmamıştım.
Orada otururken, benimkine benzer bir maddi durumda olan ve fakat bunun için (farklı bir şekilde de olsa) suçluluk duyan bir insan olan Ellie’ye karşı şaşırtıcı derecede kendimi yakın hissettim.
“Oda senindir,” diye ilan etti Ellie birden.
Bu ani neşesi üzerine bir kahkaha patlattım. “Öyle hemen mi?”
Birden ciddileşip başını salladı. “Senin hakkında çok iyi şeyler hissediyorum.”
Ben de senin hakkında çok iyi şeyler hissediyorum. Rahatlamış bir şekilde gülümsedim. “O zaman ben de seve seve taşınırım yanına.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bestseller Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDublin Caddesi
- Sayfa Sayısı364
- YazarSamantha Young
- ÇevirmenDeniz Ece
- ISBN9786050916638
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm , Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2013-09
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zeno’nun Bilinci ~ Italo Svevo
Zeno’nun Bilinci
Italo Svevo
Modern İtalyan edebiyatının büyük ustası Italo Svevo'nun başyapıtı sayılan Zeno'nun Bilinci, yarıda kalan bir ruhbilimsel çözümlemenin öyküsüdür. Hastanın, başka bir deyişle romanın başkişisi Zeno'nun psikanaliz seanslarına inancını yitirip yüzüstü bıraktığı doktor, öç almak için...
- Middlesex ~ Jeffrey Eugenides
Middlesex
Jeffrey Eugenides
ÖLMEDEN ÖNCE OKUMANIZ GEREKEN 1001 KİTAPTAN BİRİ Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız...
- Kırılgan Sonsuzluk ~ Melissa Marr
Kırılgan Sonsuzluk
Melissa Marr
SETH, HAYATININ GERİ KALANINI TEK BİR İNSANLA GEÇİRMEK İSTEYECEĞİNİ HİÇ DÜŞÜNMEMİŞTİ. Tabii bu Aislinn’le tanışmadan önceydi. Aislinn hayallerinin kadınıydı ve Seth sonsuza dek onunla...