“Uzattı elini, o koca meyveyi tuttu bıraktı, parmak uçları tekrar hissetmeye başladı. Tatlı bir koku yayıldı havaya, şekerli, ateş rengi bir şeftali kokusu. Onu avuçlarına alıp tarttı. Utanmamıştı şeftali, öptü kadının ortaparmağının ikinci eklemini. Bir gıdıklanma geldi kadına, bir istek, bir cesaret… arsızca ısırdı şeftaliyi sol yanağından. Söyleşmeler, fısıltılar dökülüverdi ardı ardına. Her ikisi de gevezeleşti birden. Biri koparıyor, ne kadar aldın diye bakıyordu öteki. Biraz duraladı kadın, ilk ısırığın karnında açtığı serin yolu duyumsadı, şeftalinin etini burnuna yaslayarak bir süre kokladı. Burnu kanatlanıp tekrar kondu yerine.”
Doyma Noktası’nda açlık, avlanmak için ininden çıkmış vahşi bir hayvanın ruhu gibi geziniyor öyküler arasında. İnsan olarak ondan kurtulmanın sandığımız kadar kolay olmadığını anlıyoruz. Öc alma, düşmanlık ve kötülük, ama aynı zamanda şefkat, acıma, masumiyet ve iyilik öylesine içimizde ki, bu öyküler karşısında o irkiltici, tuhaf suçluluktan kaçınmak imkânsız.
İÇİNDEKİLER
Sandık Lekesi
Şeftali
Kılçık
Yaprak ve Tüy Zamanları
Çatlak Yerlerin Kuyusu
İnsan Dipleri
Çalıntı Yürekler
Sülün
Çöpçüler
Sandık Lekesi, s. 9-12
Kenti toza boğan kirli yağmur dindikten az sonra, caddenin aşağısından yokuş yukarı sürünerek, yaşama üvey, yorgun bir köpek gelmişti. Önce başı görünmüştü, sonra dargın gözleri; ayakları, karnı çamur içinde. Büyük olasılıkla, geceleri sarhoş horultularla, köpek ulumalarıyla titreyen o ağaç mezarlığından, Gümüşsuyu Caddesi’yle Dolmabahçe’yi birleştiren, kimsenin adını bilmediği o kuytu parktan çıkmıştı. Kulakları düşmüş, kaburgaları cisimleşmiş dokunaklı bir şey… kapkara gövdesini ağır ağır sürüyerek ilerleyebilmiş, ezgin bakışları Gümüşsuyu’nun ıslak kaldırımlarını çok kanlı görmüştü o gün. Derin diş izleri vardı boynunda, belli ki ölümcül bir sokak dövüşünden canını zor kurtarmıştı. Bir yeri terk edip gelmemiş, düpedüz kovulmuştu. Öyle olmasa bir denge olurdu salınışında, kara tüylerinin arasına gömülü, dili dışarı sarkık ölgün ölgün yürüyeceğine, yeni bir ad takınmaya istekli, meraklı bir köpek gibi alır başını gelir, insanların yüzüne korkusuzca bakardı. Ama o tam bir uyuzdu. Her şeyi unutmaya zorunlu çaresizin teki. Belki de bu zavallılığı yüzünden kimse ona ad vermemişti.
Günün her saatinde ışığın eğrileriyle koyulaşıp açılan, soluk almaktan başka bir şey yapmayan bu kıl çuvalı, bir daha kalkmamak üzere kımıldamadan yatmış, o günden sonra, belleğini silen köpeğin havladığını duyan, Opera Apartmanı’nın önünden kalktığını gören olmamıştı.
Bugün, ikinci sınıf otomobilinin gösterişli rengiyle avunan Ferhan, deniz kokusunu ardında bırakıp hâlâ adını öğrenemediği parkın önünden geçerken, bir kez bile göz göze gelmediği o kara köpeğin sessizce yanına sokuluşunu anımsadı. Ferhan, kentin merkezine doğru kavis çizen caddenin ışıksız kaldırımlarına bakar bakmaz, unutmaya uğraştığı anıların içinde buldu kendini. Çocukluğunda birkaç mevsim de olsa buralarda yaşamıştı. Oysa yaşadığını değil, günden güne yutulduğunu anımsıyordu şimdi. Aklına gelenler, kurgusal, belli belirsizdi. Gerçekliğinden emin olduğu tek şeyse, çevresine ürkek gözlerle bakan kendi çocuk yüzüydü. Kendini bildi bileli o yüze çok acıyordu. Sanki yalnızca adını paylaşıyordu onunla. Şimdi, hafif göbek bağlamış, sabahları uyandığında gördüğü düşleri anımsamayan bir yetişkin olarak, anlatamadığı düşlerin karanlığına terk etmişti o yüzü.
Otomobilinin camını açıp caddenin havasını içine çekti. Hâlâ kokmuyordu burası. Ne köpek, ne kedi, ne de çocuk… Sürücü koltuğuna iyice yerleşti. Dilsiz köpeğin üzgün başını, kenarına kıvırdığı uzun kuyruğunu, sarkık siyah kulaklarını düşünürken bir çocuk gördü. Sevil Apartmanı’nın tam önünde, ayakkabı boyacısının yanında duruyordu. Fırçanın her savrulmada çoğalan görüntüsünü dalgınlıkla izleyen, kaldırıma suskunluğunu yayan bir erkek çocuğu. Yüzünde belirgin bir leke. Ferhan, dalgınlıkla direksiyonu sağa kıvırdı, sonra caddede eğri bir yol çizerek kaldığı yerden yoluna devam etti.
Leke…
Taşların arasından biten otlar gibi, öyle kolayca çıkıvermişti ortaya. Çocuğun aklından düşen bir tohum sezdirmeden büyümüş, sol yanağını olduğu gibi kaplamıştı. Yayılan eflatun bir hastalıktı bu. Lekenin anıştırdıkları, Ferhan’ın bir tek fotoğrafla bile kanıtlayamadığı anıların mor görüntüleri… Anımsamanın en çileden çıkaran yanı, anımsamaya bir türlü son verememek. Niçin her keresinde bir utanç hissedilir ardından, bir suç, bir ölüm belirir alnın derin çatalında? Bir de neden kırışır insanın yüzü tam da anımsarken? Ferhan, Taksim Meydanı’ndan yarımay kavisle dönerken, geçmiş günlere odakladı bakışını. İrkildi. İşte başlangıç burası, tam bu nokta, görüntülerin belleği kazdığı yer. Radyo kanallarını evire çevire kentin keşmekeşini dışlayan bir şarkı buldu, anlık bir oyalanma yalnızca. Sonraki şarkıların hiçbirini duymadı. O çocuk, Harun’a ne kadar da benziyordu.
Aralarında en oturaklı çocuktu, Harun. Narin, incecikti kolları; giydiği bütün giysilerin içinde kabuğundan dışarıya sarkan bir kaplumbağa gibi dururdu başı. Parmak uçlarıyla dokunurdu her şeye; nesnelere önce bir değer sonra avuçlarıyla kavrardı. Gördüğü şeylerin, bir kâğıt parçası, bir iplik, artık ne olursa, göründüğü kadar güvenilir olduğuna inanamazdı bir türlü. Dokunmazdan önce ürperen, o şeylerin sıvaşmayacak, yakmayacak, batmayacak olduğunu algılamaya çalışan, görünenin tersine epey ürkek bir çocuktu. Apartman girişlerinde korunaklı bir basamak bulur, caddenin sunacağı eğlentiyi büyük bir ağırbaşlılıkla bekler, beklerken sesleri dinlerdi. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin köşesinden dönen dolmuşlara aynı dinginlikle saatlerce bakabilir, orada bir toz bulutuymuşçasına yükselen seslerin içinde yiterdi. Bir nokta, bir toz zerresi oluncaya dek küçülür, keskin tınılı bir sözcük, anlaşılabilir bir insan sesi, bir insan cümlesi duyduğu an tekrar esneyip genişleyerek bir çocuğa dönüşürdü. Sağırlaşmaya direnen olgun bir çocuğa…
Ferhan, Gümüşsuyu’ndan çıkar çıkmaz, kentin caddelere sızan isli, terli kokularını tekrar duyumsamaya başladı. Çocukken Taksim Meydanı’na çıkmak yasaktı. Hastaneyle banka arasındaki yarı gölgelik kaldırımda, esnemekten başka bir şey yapmadan geçerdi günler. Meydandan akan yabancılar telaşlı adımlarla gelip geçer, arkalarından yeni bir şey sürüklemezlerdi. Adsız Park’tansa gözleri kan çanağı bir köpekten başka kimse gelmemişti.
Elmadağ’ın kağşamış yüzünden Harbiye’nin kurumsal ciddiyetine doğru sürdü otomobilini, Ferhan. Orduevi’nin bahçesinde “tıp” oyununa dalan nöbetçi askerleri görünce buruk gülümseyerek saçlarını karıştırdı. Çocukken askeri hastanede gördüğü her askerin, kaldırımları göğsüne sokacakmışçasına yürüyen bir tek kişi olduğunu sanırdı nedense. O asker, hantal gövdesiyle caddeyi kaplayan hastanenin tek sahibi, boynundaki künyelerin tınısından başka ses çıkarmayan çizgisiz bir yüzdü. Çocuklar için, bu alçak duvarlı boz rengi hastane ele geçirilemez bir kaleydi bir zamanlar. Bazen siren sesiyle hastanenin yan sokağına bir ambulans dalar, kapılar açıldığında ağrılı, belli belirsiz bir gövde görünürdü. Başka hiçbir oyuncağı, hiçbir şaşırtmacası yoktu oraların. Nöbetçiler, hem istekle, hem de kambur bir ürkeklikle caddeyi seyrederlerdi. Onlar davranmazlardı. Hayatta oldukları gözlerindeki kıpırtılardan, ağızlarında ezilen türkülerden anlaşılırdı ancak. Ağır kuşamlarının altında titreyen nefti yeşili erkekler… Orada birkaç çocuğun yaşadığını bilmeden, bir tek kişinin yüz ifadesini takınarak beklerlerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıDoyma Noktası
- Sayfa Sayısı104
- YazarSema Kaygusuz
- ISBN9789753429948
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şu Yağmur Bir Yağsa ~ Kâmil Erdem
Şu Yağmur Bir Yağsa
Kâmil Erdem
Şu Yağmur Bir Yağsa tam da umutsuzluğun, iç hesaplaşmanın, bocalamanın ya da tökezlemenin içinde yeşeren umudu resmediyor. Eksiğini, olumsuzunu, kötüsünü görmeye aşina gözlerin tam...
- Billur Örüntüler ~ Rıdvan Hatun
Billur Örüntüler
Rıdvan Hatun
Rıdvan Hatun, ilk kitabı Billur Örüntüler’de karanlıkta el yordamıyla ışığın düğmesine ulaşmaya çalışan insanları anlatıyor.
- Mutlu Prens ~ Oscar Wilde
Mutlu Prens
Oscar Wilde
Oscar Wilde’ın masalsı hikâyelerinde, diğer masallarda olduğu gibi, insanlarla hayvanlar, canlılarla cansızlar bir arada yaşıyor. Bir bülbül gül ağacıyla konuşuyor, su sıçanı yavrularına yüzme...