“O yıllar, delik bir keseden düşen metelikler gibi hayatımdan çıkıp gitti, şimdi onları toparlamaya boşuna uğraşıyorum.” 2002 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Imre Kertész’in, dostu ve editörü Zoltán Hafner’le 2003-2004 yılları arasında yaptığı konuşmalardan oluşan Dosya K., yazarın otobiyografisi niteliğinde. Çocukluğu ve gençliğiyle ilgili anekdotlar, Yahudi kimliği yüzünden çektiği acılar, toplama kampı deneyimleri, yazarlığa olan yaklaşımı, kendi kitaplarından alıntılar ve başka yazarlara göndermeler, kapsamlı bir derleme halinde bir araya geliyor. Savaş sonrası Avrupa edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Kertész’in, “içimden gelen dürtüyle değil de bir dış etkenle yazdığım bir tür özyaşamöyküsü” olarak tanımladığı Dosya K., yazarın bu şekilde yazdığı tek kitap olma özelliğiyle de ön plana çıkıyor. Soru-cevap tarzında olmaktan çok, iki dost arasındaki bir sohbet havasında ilerleyen Dosya K., keyifle, merakla ve ibretle okunuyor.
Fiyasko’da şöyle yazıyorsun: “On dört buçuk yaşında, inanılmaz derecede aptalca koşulların bir araya gelmesi nedeniyle yaklaşık yarım saat boyunca, üzerime doğrultulmuş, ateşe hazır bir hafif makineli tüfeğin namlusuyla göz göze durdum.” Sanırım bu olay jandarma kışlasının avlusunda başından geçmişti. Kadersizlik’te neden bu konuya yer vermedin? Roman açısından bakıldığında bir anekdot unsuruydu, onun için romanda yeri yoktu. Ama yaşamın açısından bakıldığında belirleyici bir unsur olabilirdi… Yani hiç sözünü etmek istemediğim şeyleri şimdi anlatmak zorunda mıyım? Madem öyleydi, o halde neden yazdın? Belki tam da sözünü etmek zorunda kalmamak için. O kadar mı zoruna gidiyor? Biliyor musun, bu biraz Spielberg serisindeki, ölümden kurtulmuş yaşlılarla yapılan söyleşilere benziyor.1 Bizi bir ahıra tıktılar… Bizi bir avluya doldurdular… Bizi Budakalász’taki tuğla fabrikasına götürdüler vb. türünden cümlelerden nefret ediyorum. Neden? Öyle yapmadılar mı? Romanda, evet! Ama roman bir kurgudur…
Ama senin romanının temeli, bildiğim kadarıyla, gerçek! Peki, jandarma kışlasındaki o daracık avluya nasıl girdin? Aynen Kadersizlik’te yazdığım gibi. Gece yarısı –arkamda oturanın kıvırdığı dizlerine sırtımı dayamış, derin derin uyurken, önümde oturan da benim dizlerime dayanmıştı– bağrışıp çağrışmalar ve canavar düdüklerinin sesiyle uyandım. Bir dakika sonra kendimi avluda buldum. Ay ışığı aydınlatmıştı her tarafı, gökyüzünde bombardıman uçakları birbirini izliyordu. Avlunun alçak duvarlarına tünemiş sarhoş jandarmalar, avluya doldurulmuş insan yığınına –yani bize–, mitralyözlerini doğrultmuşlardı. Bunları anlatmak tamamen lüzumsuz şimdi, Fiyasko isimli romanımda hepsini çok daha iyi anlatıyorum. Evet, ama o romanında oğlanın hiçbir şeyden haberi yok sanki; oraya nasıl, neden geldiğinin bile farkında değil. Aslında öyleydi de zaten. Peki, bu sahnenin –diyelim– tarihsel perde arkası hiç mi ilgilendirmedi seni?
İlgilendirmez olur mu? Ama sen de biliyorsun, o kadar basit değildi koşulları…
Yani kurguyu değil, gerçeği…
Ben ikisinin arasında o kadar keskin bir ayırım yapmıyorum. Ama boş ver şimdi bunu. Bir kere Kádár rejiminde belgelere ulaşabilmek son derece zordu. Özellikle de Kadersizlik romanımı yazdığım altmışlı yıllarda. Sanki Nazi geçmişiyle dayanışma içindeymişler gibi bütün belgeler saklanmıştı. Kıyıda köşede kalmış, eksiklerle dolu belgeleri bulabilmek için bile günlerce kütüphanelerin tozlu raflarını karıştırmak gerekiyordu. Zamanın yayınevleri geçmişi bir perde arkasına gizlemişti. Uzun araştırmalardan sonra nihayet, benim yakalanmamın perde arkasında, 1944 yılı Haziran sonu için planlanan jandarma darbesi olduğunu çıkarabildim.
Aslında bu darbenin amacı, Budapeşte’deki Yahudilerin de Almanya’ya sürülmelerinin başlamasıymış. Biliyoruz ki, Horthy savaşın gidişatını görmüş, müttefik devletlerin Avrupa’da Yahudi soykırımına destek veren herkesten hesap sorulacağını açıklayan bildirgesini ciddiye almış ve kısıtlı yetkisini kullanarak Budapeşte’den Yahudilerin götürülmesini yasaklamıştı. Jandarma işte bu yasağı kaldırmak istiyormuş. İlk adım olarak, bir şafak vakti Budapeşte’yi kuşatıp şehrin idari yönetim sınırlarını denetim altına almışlar. Herkes bilir, o zamanlar jandarmanın yetki çevresi Budapeşte’yi kapsamıyordu. Jandarma taşrada yetkiliydi, Budapeşte’de yetkili olanlar “mavi polis” denen kuvvetlerdi. Nasıl olmuşsa polisleri de kullanmayı başarmışlar ve o gün polisler, Budapeşte sınırını geçen sarı yıldızlı herkesi –özel izni olsun olmasın– tutuklamış. Ben de, 17 arkadaşımla birlikte, böyle yakalandım, hepimiz on dört on beş yaşlarındaydık, şehir sınırlarının dışında kalan Csepel’de, Shell petrol rafinerisinde çalışıyorduk.
Bildiğim kadarıyla bu jandarma darbesi sonuçta başarısız kalmıştı. Evet, “pek muhterem Kral Naibi Horthy” nezdinde jandarmaları denetlemekle yükümlü tümgeneral Gábor Faragho, hazırlanmakta olan darbeden vaktinde haberdar olarak askerî birlikleri harekete geçirmiş ve jandarmaları darbeden vazgeçmeye ikna edebilmiş. Ama seni yakalamışlardı artık… Bu da Kadersizlik’te yazdığın gibi mi oldu? Aynen. Gerçeği yazmışsın işte. Kurgu sözcüğünde neden bu kadar ısrarcısın? Bak, bu benim için temel sorun. Aradan onlarca yıl geçtikten sonra romanı yazmaya karar verdiğimde, kendi açımdan roman ile özyaşamöyküsü, yani “anılar” arasındaki farkı açıkça belirlemem gerekiyordu. En azından, o zamana kadar –altmışlı yıllar– bütün bir kütüphane dolduracak kadar çoğalan…
bilmem nasıl desem… bir tane daha eklememek için… Holokost edebiyatına. Bunu demek istemedin mi? Evet, bugün böyle diyorlar. O sıralar, altmışlı yıllarda, “Holokost” sözcüğü henüz bilinmiyordu. Sonraları kullanılmaya başlandı – hemen söyleyeyim, yanlış olarak. Birden aklıma geldi şimdi: “Toplama kampı edebiyatı” deniyordu o zamanlar.
Bu daha mı doğru? Şimdi başlamayalım bunu irdelemeye! Tamam. Ama sonra geri döneriz bu konuya. Şimdi beni de kurgu ile özyaşamöyküsü arasındaki fark daha çok ilgilendiriyor; biliyorsun, gerek okurlar gerekse eleştirmenler Kadersizlik için “özyaşamöyküsel roman” diyorlar. Yanlış yapıyorlar. Böyle bir edebiyat türü mevcut değildir. Ya özyaşamöyküsü ya roman! Eğer özyaşamöyküsü ise, o zaman geçmişini hatırlarsın, anılarına elinden geldiğince bağlı ve sadık kalmaya çalışırsın, olanları gerçekten olduğu gibi yazmaya son derece önem verirsin; olgulara, olaylara hiçbir şey katmamak denir buna. İyi bir özyaşamöyküsü bir belgesel gibidir, yaşanmış dönemin “güvenilebilecek” bir anlatımıdır.
Oysa romanda önemli olan gerçek olaylar değil, bunlara ilave edilenlerdir. Ama bildiğim kadarıyla romanının temeli –senin de konuşmalarında defalarca doğruladığın gibi– gerçekler, anlatılanların hepsi belgelere dayanıyor. Bu, kurguyla çelişmez ki! Tam tersine. Fiyasko adlı romanımda, geçmişi yeniden canlandırabilmek, toplama kamplarının atmosferine girebilmek için neler yaptığımı anlatıyorum… Saatinin kayışını kokluyormuşsun…
Evet, çünkü yeni sepilenmiş derinin kokusu Auschwitz’ te barakalar arasındaki kokuyu hatırlatıyordu. Bu türden gerçek kırıntıları elbette kurgu için de son derece önem lidir. Ama asıl önemli fark şudur: Özyaşamöyküsü bir şeyi anımsar, kurgu ise bir dünya yaratır. Bence bir şeyleri hatırlamak da dünyanın bir kısmını yeniden yaratmaktır. Ama dünyanın bu bir kısmını aşmadan. Oysa kurguda yapılan budur. Kurgu dünyası başlı başına bağımsız bir dünyadır, yazarın beyninde doğar ve sanatın, edebiyatın kurallarını izler. İşte bu büyük farktır eserin biçimine, diline ve eylemine yansıyan. Kurgunun her bir ayrıntısını yazar yaratır, her bir unsur… Herhalde Auschwitz’i ben icat ettim demek istemiyorsun? Belirli bir anlamda tam da böyle işte! Romanda Auschwitz’i benim icat etmem ve yaratmam gerekiyordu. Romanın dışındaki tarihsel olaylara dayanamazdım. Her şeyin hermetik bir biçimde, dilin ve yazının sihriyle oluşması gerekiyordu. Kitaba bu açıdan bakmayı dene:
Daha ilk cümleleri okurken acayip, kendi başına buyruk bir dünyaya girdiğini hissedeceksin, her şeyin, daha doğrusu ne olursa olsun herhangi bir şeyin olabileceği bir dünyaya. Olaylar geliştikçe okurda kaybolmuşluk hissi artacak, giderek bastığı toprağın ayaklarının altında kaydığını duyumsayacak… Evet, György Spiró “Non habent fata”1 başlıklı ünlü yazısında bunu çok iyi anlatır. Zaten Kadersizlik hakkında yapılan ilk gerçekten ciddi inceleme de buydu. Ama dur, çok dağıldık, söz konusu kışla avlusundan çok uzaklara gittik. Jandarmalarda kalmıştık…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıDosya K.
- Sayfa Sayısı184
- YazarImre Kertész
- ISBN9789750712296
- Boyutlar, Kapak14 x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2010