Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dört Odalı Kalp
Dört Odalı Kalp

Dört Odalı Kalp

Anais Nin

Nin, serinin üçüncü kitabı Dört Odalı Kalp’te ise Perulu şair Gonzalo Moré ile ilişkisinden ilham aldığı bir aşkı yazıyor.

Dünya edebiyatının en tartışmalı isimlerinden Anaïs Nin hayatı boyunca başkalarının kaçtığı, cinsellik, kürtaj, ensest ve evlilik dışı ilişkiler gibi konuları yazdı. Nin’in, Henry Miller ve eşi June’la ilişkisinden de beslenip kaleme aldığı, “kadın gelişiminin öyküsü” diye nitelendirdiği beş kitaplık İçsel Kentler serisi şairane üslubu ve dürüstlüğüyle iz bırakan bir başyapıt oldu. Nin, serinin üçüncü kitabı Dört Odalı Kalp’te ise Perulu şair Gonzalo Moré ile ilişkisinden ilham aldığı bir aşkı yazıyor.

Rango bakır tenli, gözleri kömür karası bir gitarist. Müziği damıtıyor sanki bu adam. Âşıkların içtiği iksiri başkaları değil, kendileri hazırlar. Djuna kapılıp gidiyor Rango’nun müziğine. Kiralık bir tekne oluyor aşk yuvaları. Ancak adamın eşi Zora var bir yanda, üstelik kadın hasta. Rango ile Djuna’nın arasındaki çekim ise kaçınılmaz bir kaza âdeta.

Anaïs Nin’den Dört Odalı Kalp, bir gitarın tellerinin melodisinden yaratıyor hikâyesini ve derinlerden değil sığ hayattan korkanları anlatıyor.

“Çok güzel, nadide romanlar.” –Karl Shapiro

“Nin okurlarını, yaptıklarının ve çilelerinin önemini damıtacakları bir duyarlılık ve tefekkür akışına dahil etmeyi istiyor.” –New York Times

İçsel Şehirler serisi 3. kitap

*

Gitar müziğini damıtıyordu.

Rango onu teninin ilk bakır rengiyle, gözbebeklerinin kömür karasıyla, kaşlarının çalımsı gürlüğüyle çalıyor, gitarın bal rengi kasasına, çingene yaşamının açık yollarında derlediği tatlar: döküyordu: kekik, biberiye, fesleğen, mercanköşk ve adaçayı. Bu tannan, tinili kutuya, çingenenin at arabasına gerdiği hamağın şehvetli salınışını, siyah at kılından yapılma döşeğinde doğan rüyaları akıtıyordu.

Erkeklerle kadınların kapılara, pencerelere kadar tika basa doldurduğu, mum yakıp içki içtiği, onun sesinden ve gitarından yayılan lezzetleri, açık yolların iksirlerini, baharatlarını, özgürJüğün şamatasını, avareliğin ve rehavetin mahmurluğunu yudumladıkları gece kulüplerinin ilahıydı Rango.

Şafakta, çalgının telleriyle aktarılan yaşamla yetinmeyen, damarları Rango’nun sesinin özsuyuyla dolmuş kadınlar, şafakta onun bedenine dokunmak isterdi. Ama gün doğarken Rango gitarını sırtına vurur, yürüyüp giderdi.

Yarın gelecek misin, Rango?

Yarın belki de Fransa’nın güneyine uzanan yolda, siyah atınin filozofça sallanan kuyruğuna çalıp söyleyecekti.

Djuna bu gezgin Rango’ya doğru, müziğinin içerdiği her şeyi sımsıkı tutmak istercesine eğildi; kulağı, peşinde koştuğu bu ulaşılamaz mutluluk adasının varlığını duydu; hiç katılmadığı ama küçük bir kızken pencereden seyrettiği o partide bir anlığına gözüne ilişen adaydı bu. Çölde yolunu yitirmiş bir yolcu gibi, hiç tatmadığı bir zevkin, özgürlük denen zevkin bu müzikal serabına doğru hevesle, coşkuyla, daha, biraz daha eğildi.

“Rango, bir kere de benim dansım için çalar mısın?” diye sordu usulca, şevkle; çıkmaya hazırlanan Rango durdu, onun karşısında eğildi; yaratılması yüzlerce yıllık bir üslup ve duruş asaleti gerektiren, asla bağlanmamış, sınırlanmamış bir erkeğin devinimler konusundaki cömertliğini gösteren, suskun bir reverans.

“Ne zaman isterseniz.”

Gününü, saatini kararlaştırır, Djuna ona adresini verirken içgüdüsel bir biçimde irmağa doğru yürüdüler.

Önlerinden giden gölgeleri, aralarındaki karşıtlığı ele veriyordu. Erkeğin bedeni, kadının bedeninin iki katı yer kaplıyordu. Kadın bir ok gibi, hedefinden sapmaksızın ilerlerken, erkek rahvandı. Djuna’nın sigarasını yakarken erkeğin elleri titriyordu, kadının elleriyse sabitti.

“Sarhoş değilim,” dedi Rango gülerek, “ama o kadar sık sarhoş oluyorum ki ellerim titrememeyi unuttu sanırım.” “Atınla araban nerede, Rango?”

“Atım da yok, arabam da. Uzun zamandır… Zora hastalandığından beri yıllar önce.”

“Zora?” “Karım.”

“Karın da mı çingene?”

“İkimiz de çingene değiliz. Ben Guatemala’da doğdum, çok yüksek bir dağın tepesinde. Hayal kırıklığına mı uğradın? Efsaneyi sürdürmek gerekiyor; gece kulüpleri için, hayatımı kazanmak için. Ayrıca beni koruyor da. Guatemala’da, şu an sürdürdüğüm yaşamı bilse utanç duyacak bir ailem var. On yedi yaşındayken evden kaçtım. Bir çiftlikte büyümüştüm. Arkadaşlarım bugün bile sorar: ‘Atın nerde, Rango?’ Hep atını kapıya bağlamış da gelmiş gibi bir halin var, diyorlar! Fransa’nın güneyinde çingenelerin arasında yaşadım. Gitar çalmayı onlar öğretti bana. Onlar gibi yaşamayı da. Erkekleri çalışmaz; gitar çalar, şarkı söylerler. Kadınlar yiyecek çalıp o kabarık eteklerinin altina saklar, erkeklerine bakar. Zora bunu bir türlü öğrenemedi! Sonra çok hastalandı. Avare avare dolaşmayı bırakmak zorunda kaldım. Eve geldik işte. İçeri gelmek ister misin?”

Djuna gri, taş eve baktı.

Rango’nun taşra yollarındaki imgesini gözlerinden henüz silememişti. Karşıtlık acı vericiydi; atsız, özgürlüksüz bir Rango ansızın gözünü korkuttu, bir adım geri çekildi.

Evin pencereleri dar, uzundu. Sürgülü, parmaklıklıydılar sanki. Djuna erkeğin hangi koşullarca, kim tarafından, nasıl zapt edildiğini, evcilleştirildiğini, kafese kapatıldığını görmeye henüz katlanamayacaktı.

Rango’nun iri elini sıktı; bir tutuklunun kocaman, ılık elini; sonra öyle hızlı çekip gitti ki erkek afalladı. Şaşırmış, afallamış bir halde kalakaldı; kadının neden böyle kaçtığını merak ederek beceriksizce bir sigara daha yaktı.

Djuna’nın az önce bir mutluluk adasının görüntüsünü yitirdiğini bilemezdi. Gitarıyla yarattığı bu zevk adası yok olmuştu. Kadın bir özgürlük serabına doğru ilerlerken, kendini kapkara bir ormanda bulmuştu. Erkeğin, “Zora çok hasta,” derken kararan gözlerinin zifiri ormanında. Başını esefle, pişmanlıkla eğdiğinde, çılgın saçlarının kara ormanında: “Ailem bilse bugünkü hayatımdan utanırdı.” O iri, güçlü bedenine göre fazla gri, fazla döküntü bir eve girmek üzereyken öylece dikilip kaldığında, şaşkınlığının, akıl karışıklığının simsiyah cengelinde.

İlk öpücüklerine Seine Nehri tanık oldu; sokak lambalarından pullu payetli dalgacıklarına dökülen yansıları birer gondol gibi taşıyan, siyah, cilalı kaldırım taşlarının çalılıklarında çiçeğe durmuş haleleriyle sokak lambalarını, yelpazeler gibi açılmış gümüş telkári ağaçları alıp götüren, bu yelpazelerin ardına sızan gözleriyle onları gizli cilveleşmelere, oynaşmalara kışkırtan irmak; sisin nemli eşarplarını, kavrulan kestanelerin keskin, güzel kokusunu taşıyan Seine Nehri.

Her şey ırmağa dökülüyor; sular, onların durduğu balkon dışında her şeyi, hepsini sürüklüyordu.

Öpüşmelerine sokaktaki laterna eşlik etti; öpücük, Carmen’in bütün partitürü boyunca sürdü; müzik bittiğinde artık iş işten geçmişti: İksiri son damlasına kadar içmişlerdi.

Aşıkların içtiği iksiri başkaları değil, kendileri hazırlar.

İksir, kişinin bütün varoluşunun toplamıdır.

Geçmişte söylenen her söz, kişinin benliğinde biçimler ve renkler toplar, biriktirir. Damarlarda kanın yanı sıra akan şey, yapılan her hareketin, her davranışın damıtılmış hali, bütün imgelemlerin, dileklerin, rüya ve deneyimlerin tortusudur. Bütün geçmiş duygular birleşir, teni renklendirmek, dudakları tatlandırmak, nabzı düzene sokmak ve gözlerde kristaller oluşturmak için birbirine karışır.

Bir insanın bir başkasında uyandırdığı hayranlığın, büyülenmenin nedeni, kaynağı, tanışma anında kişiliğinden yaydığı bir şey değil, tüm varlığının, benliğinin bir hulasasıdır; işte karşısındaki kişinin merakını, hayranlığını ve bağlılığını kıskıvrak yakalamasını sağlayan o güçlü uyuşturucu budur.

Hiçbir çekim anı yoktur ki geçmişe uzanan derin kökleri bulunmasın; hiçbir çekim ânı çıplak, çorak toprakta yetişmez; bu rasgele bir güzellik çarpması değil, büyük kederlerin, inkişafların ve çabaların, emeklerin yol açtığı bir kazadır.

Aşk, o yüce uyuşturucu, bütün benliklerin tomurcuklarının patladığı, dolu dolu çiçeklendiği sera… aşk, yüce uyuşturucu, bir simyacının şişesindeki en saptanamaz, en izi bulunamaz maddeleri bile görünür hale getiren kimyasal sıvı aşk, o yüce uyuşturucu, bütün gizli benlikleri gün ışığına çıkaran kışkırtıcı

parmak izlerini bile görebilen, saptayabilen medyum… ciğerlere fizikötesi röntgenler için yanardöner ışınlar pompaladı gözlerin astarına yeni coğrafyalar işledi sözcükleri yelkenlerle, kulakları kadife suskunluklarla donatti ve az sonra balkon onların gölgelerini de suya düşürdü, düşürdü ki öpücükleri sürekliliğin kutsal sularında vaftiz edilebilsin.

Djuna ertesi sabah Seine kıyısında yürüdü, balıkçılara, mavnacilara Rango’yla birlikte yaşayabilecekleri kiralık bir tekne sordu. Kenardaki korkuluğun önünde dururken, sonra mavnalara bakmak için aşağıya doğru eğilirken bir polis memuru onu izliyordu.

(Yoksa intihar edeceğimi mi sanıyor? Ben canına kıymaya niyetlenen birine benziyor muyum? Ne kadar da kör! Yaşamayı hiç bu kadar istememiştim… Tam da yaşamaya başladığım bugün ölmekten ödüm kopuyor!)

Djuna parlak, kırmızı mavnanın, Nanette’in sahibiyle konuşmak için basamakları koşarak inerken polis hâlâ onu izliyordu. Nanette’in küçük pencerelerine, tıpkı apartmanlardaki kapıcı dairelerinin camları gibi, boncuklu perdeler asılıydı.

(Neden bir mavnaya evlerdeki süslerin tipatıp aynısını taşırlar? Bunlar, bu insanlar ırmak için, yolculuklar için yaratılmamış. Bunlar alışkanlıkları, aşinalıkları seviyorlar, topraktaki yaşamlarını devam ettirmek istiyorlar, oysa Rango’yla ikimiz evlerden, kafelerden, sokaklardan, insanlardan kaçmak istiyoruz. Bir ada, tek kişilik bir hücre bulmak istiyoruz, birlikte huzur içinde hayal kurabileceğimiz bir yer. Kendimi ölümden bu kadar uzak hissettiğim bir anda neden bir polis suya atlayacağımı düşünür ki? Yoksa orada öyle dikilmesinin nedeni, dün gece saat ondan sonra babamın evinden gizlice (ama bütün önlemleri alarak, çıktığımı duymasın diye kapıyı hafif aralık bırakarak) sıvıştığım için beni azarlamak, utandırmak istemesi mi? Artık saçları aklaştığı, birinin bir başkasını sevme ihtiyacını anlayamaz oldugu, her şeyini yitirdiği fakat aşk uğruna değil, aşk oyunlarında vitirdiği için babamı, güm güm atan yüreğimle onun evini terk ettiğim için beni kınamak mı? Eğer aşka bir oyun olarak bakar, oyun niyetine seversen her şeyini kaybedersin; tıpkı yuvasını, karısını yitiren ve şimdi kaybetme korkusuyla, yalnız kalma korkusuyla bana sımsıkı yapışan babam gibi.)

O sabah beş buçukta uyanmış, bedenini Rango’nunkinden usulca çözmüş, saat altıda kendi odasına dönmüştü; altı buçukta babası kapısını çalmıştı: Hastaydı ve ihtimam istiyordu.

(Aşıkları Ali Baba korur! Onlara haydut şansı verir, suçluluk duygularını yok eder çünkü aşk kimilerinin içini tıka basa doldurur, onları bütün yasaları aşacak biçimde genişletir, artık pişmanlıklara, tereddütlere, korkaklıklara vakit de yoktur, yer de. Aşk özgürce, yorulmaksızın koşarken, diğerlerini -sevgili olmayan ama bu aşk genleşmesinin kurbanı olabilecek kişileriyanıklardan korumak için bin türlü hilebazlık, tatlı kandırmacalar üretilir… Bu hilelere karşı nazik, hoşgörülü olun, Robin Hood’a ya da diğer çocuk oyunlarına gösterdiğiniz yumuşaklığı, sabrı gösterin çünkü Anahita, ay tanrıçası nasılsa sonradan yargılayacak, ceza dağıtacaktır, Polis Bey. O yüzden onun emirlerini bekleyin zira size babamın nasıl büyük bir keyifle saydam ve bencil, sevecen ve yalancı, mesafeli ve iflah olmaz biri olduğunu söyleseydim, kesinlikle anlamazdınız, eminim. Kendisine aktarılan bütün aşkı tüketir, bitirir o. Rango’nun alev alev yanan ellerinde ısınmak için bir gece baba evini terk etmeseydim, görevimin başında ölüp giderdim: Kavruk, çorak ….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Albatrosun Çocukları ~ Anais NinAlbatrosun Çocukları

    Albatrosun Çocukları

    Anais Nin

    Dünya edebiyatının en tartışmalı isimlerinden Anaïs Nin hayatı boyunca başkalarının kaçtığı, cinsellik, kürtaj, ensest, evlilik dışı ilişkiler gibi konuları yazdı. Nin’in, Henry Miller ve...

  2. Ateş Merdivenleri ~ Anais NinAteş Merdivenleri

    Ateş Merdivenleri

    Anais Nin

    Anaïs Nin’in kendi sözleriyle “kadındaki yıkımla ilgili” olan Ateş Merdivenleri daimi, yerleşik meskeni olmayan ruhların içsel kentlerden dışarı taştığı yakıcı bir roman.

  3. Aşk Evindeki Casus ~ Anais NinAşk Evindeki Casus

    Aşk Evindeki Casus

    Anais Nin

    Aşk Evindeki Casus’ta üzerindeki gözlerin farkında olan bir kadın yürüyor kalabalıkta ve Anaïs Nin sevginin peşindeki parçalanmış özü ne kadar iyi anladığını kanıtlıyor bir kez daha.

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kanatlar ~ Aprilynne PikeKanatlar

    Kanatlar

    Aprilynne Pike

    Aprilynne Pike’ın New York Times bestseller listesine giren ilk romanı Kanatlar, görünüşte sıradan olan bir genç kız hakkında yazılmış ve dört kitaptan oluşan Peri...

  2. Gecenin Çobanları ~ Jorge AmadoGecenin Çobanları

    Gecenin Çobanları

    Jorge Amado

    “Sınırsız otlağımızda susuzluğu ve açlığı, yalvarışlarla hıçkırıkları, acıların tortusunu ve umudun goncalarını, aşk çığlıklarını ve acı çekenlerin anlaşılmaz sözlerini devşirerek ilerliyoruz ve bunlardan kan...

  3. Kanlı Kumpas ~ Steve HamiltonKanlı Kumpas

    Kanlı Kumpas

    Steve Hamilton

    Benzeri görülmemiş bir şekilde, Steve Hamilton’ın Kanlı Kumpas‘ı, bu alanda en saygın iki ödül olan Edgar ve Shamus En İyi İlk Roman Ödüllerini kazanarak...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur