BİR GÖZLEMCİ
Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci.
Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam.
Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satın alma kurulu üyeleri, şoförler,
karaborsacılar, önemli derneklerin genelyazmanları, orospular, hırsızlar, aydınlar hep benim
gözlemim altındadır.
Ben, bu gözlemciliğe, çalıştığım Tütün Yaprakevi’nin deposunda alıştım.
İşimin, günün yirmi dört saatinde etrafı kolaçan etmek olması beni, ister istemez, kimi gerçeklere
varmaya, gerçeklerin öteki yanlarını, üçüncü yanını, dördüncü yanını, beşinci, on beşinci, otuz
beşinci yanını görmeye götürüyordu.
Benim bu görevimi çokları anlamamıştır.
Gözlem gücümü depodaki işlere açık tutuşumun, tütünlerin havalandırılması gerektiğini
şeflerime haber verişimin özel bir anlamı olduğuna kulak asmayanlar:
— Ulan, şuna açıkça bekçiyim desene, diye bana çıkışmışlardır.
Kimileri daha da ileri gitti:
— Sen bir gözlemci isen bizim dostumuz değilsin. Dost, hiçbir arka düşüncesi olmayan kişidir.
Bana içerleyenlerin yanıldıkları nokta burasıdır sanırım.
Gözlemciliğin arka düşünceyle hiç mi hiç ilgisi yoktur. Gözlemcilikte bütün düşünceler öndedir.
Vitrinlerdedir. Bunları istediğiniz zaman avucunuza alabilir, istediğiniz biçimde bıçağınızı
yüreğine saplayabilirsiniz.
Hem ne var, birçokları bu arka düşünceyi gözlemci olmadan taşıyorlar.
Bence, insanların bütün eksikliği gözlemciliğe el uzatmamalarından geliyor, insanların hepsi
gözlemci olduğu yada tütün depolarına bekçi yazıldıkları gün bu dünyanın yüzü
değiştirecektir.
Durun, hemen de gülmeye kalkmayın, otuz yıl tütün depolarında gözlemde bulunmuş bir
profesörün vereceği felsefe dersi ile kitaplar arasında bunalmış bir profesörün vereceği ders
arasında büyük ayrılıklar vardır.
Gerçi, bir kitap kurdunun bildiği şeyleri kimselerin bilebilmesine olanak yoktur ama, üzerine
tütün, deri yada buğday kokusu sinmiş bir kişinin söyleyeceği sözü de hiçbir bilge, hiçbir filozof
söyleyemez.
Kimileri de bana acıyordu :
— Bir kıyıya çekilip insanların nasıl yürüdüklerini, nasıl yemek yediklerini, nasıl çocuklarını okula
götürdüklerini, nasıl kendilerini sekiz katlı apartmanlardan aşağı attıklarını, nasıl otomobil
satın aldıklarını seyredeceğine, atıl, çalış, kendini göster, zenginliklerini ortaya koy!
Ben. bu gibilerin sözlerine bana mısın demiyordum.Benim gözlemciliğini çorap gibi istenildiği zaman çıkarılıp karyolanın altına fırlatılacak şeylerden
değildi. İnsan, kolundan, bacağından nasıl geçemezse, ben de gözlemciliğimden sil
tünemiyordum.
Hem, “kendini göster” sözü de öyle sağlam temele otur tulmuş deyişlerden sayılamazdı. Tütün
deposunda işler öylesine düzenlenmişti ki, ben, 5000 mumluk elektrik ampulü altında dursam
bile kimseler beni göremezdi.
Doğrusu ya, ben, istiften aşağı yuvarlanmış bir tütün yaprağını alıp yerine koyar, vasistaslardan
içeri giren havanın nemini ölçmek için elimin ve yüzümün derisini havayı dinlemeye bırakırken
kendimi yeter derecede gösterdiğime inanıyordum.
Bunu, ensemi kaşır, cigara içer, dahası, bağışlayın, ayak yoluna giderken bile belli ettiğimi
sanırım.
Nedir, benim gözlemciliğime sinirlenen büyüklerim bende dişe gelir bir yön bulamıyorlardı da,
pazara sürülecek hiç bir malı olmayan asansörcü İsmail’e zeki, çalışkan, anlayışlı, dünya
güzelliklerine açık bir kişi görüyle bakıyorlardı.
İsmail’in çalışkanlığına ben de kalıbımı basarım.
Bir asansörcünün çalışkan olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. Ama zeki, anlayışlı
sözlerinin İsmail’le bir alış verişi olabileceğini düşünemiyordum.
Zaten, uzağa gitmeyin, şu dünyada kaç kişi belli bir zekâya ulaşmıştır? Kaç kişi anlayışlıdır? Kaç
kişi dünya güzelliklerine açıktır?
İsmail’i kesseler, bir damla kanı akmazdı.
Bunu biliyordum.
Ama bunu, sadece ben biliyordum.
Ötekiler, tütün işçileri, memurlar, şefler, patron, patronun karısı, öyle ya patronun karısı, İsmail’in
çalışkan bir dolap beygirinden başka bir şey olmadığı düşüncesini gülünç buluyorlardı.
Hoş, ilk zamanlar, bunu pek belli etmediler. Ama. sonradan, bir pazar günü, patronun karısı, kendi
gibi yarı giyinik üç bayanla depoyu gezmeğe geldikleri vakit işler karıştı.
Patronun karısı önde yürüyor, yanındakilere çok şeyler bildiğini yada kocasının çok önemli bir
işi olduğunu anlatmak için ellerini, kollarını sallayarak açıklamalarda bulunuyordu.
Kadınlar da ona gereğince saygı gösteriyormuş gibi davranıyorlar, süslü bayanlara özgü
dinleme yöntemlerine uyarak, hareket etmekten kapanan göğüslerini, sık sık, eski durumlarına
getiriyorlardı.
Bütün bunlar iyiydi.
Patronun karısı konuklarıyla, benim çalıştığım depoyu gezip de öteki katlardaki depoları da
görmek için asansöre yaklaştığı vakte kadar da bu kadınca düzen sürer oldu.
Ama patronun karısı asansörün düğmesine basıp, gerekli zaman sonunda, asansörün gelmediğini görünce bana döndü:
— Bu asansöre de ne oldu. ışık yandığı halde gelmiyor?
— Öyle katırları asansörde çalıştırırlarsa böyle olur.
Amanın, ortalık o an bulandı.
Sağdan sola, önden arkaya doğru havayı boşlukta tutan binlerce, milyarlarca iplik bir saniyede
kopuverdi.
— O da ne demek?
Bunun ne demek olduğu birkaç saat sonra meydana çıktı.
Patron, benim görüşüme katılmadığını belli etmek için. İsmail’i tuttu benim başıma buyruk etti.
O gün bugün, İsmail bana da öteki bekçilere de deste-başılık ediyor.
Önceleri buna kızmak istedim. Sonra düşündüm ki, benim görevim başkadır. Benim görevim
İsmail’e kızmak değil, sinirlenmemek, heyecanlanmamak, duygulanmamaktır.
Evet, işten anlayanlar tanığımdır. İsmail’e hiçbir türlü öfkelenmedim.
Ama ondan da, patrondan da, patronun karısından da bunun acısını çıkardım.
Eskiden günde 24 saat gözlem yaparken, o günden sonra gözlemciliğimi 48 saate yükselttim.
Bunun da nasıl olduğunu sırası gelince anlatırım.
SİLİNDİR-ŞAPKA İÇİNDEKİ SİNEK
Uzun /-aman odamın neden dört köşe olduğu üzerinde kafa yordum.
insanlar oturdukları yerleri hop dörtgen biçiminde yapıyorlardı da neden bunları üçgen, beşgen,
ongen, yirmigen içine oturtmayı istemiyorlardı.
Bunu şairlerin, kendi aklını beğenmişlerin, kadınların , zenginlerin de düşünmediğini kabul
etmek doğru olmasa gerek.
Kimi zaman, suratla burada rastlanan yusyuvarlak bir kule, bir burç, bir kümbet insanların bu
düşüncelere pek yabancı olmadıklarını ortaya koymaya yetebilir.
Nedir, bu işin garip bir yanı da var
Kişioğullan savaşmak, dövüşmek, düşmanlarının kalbine dom-dom kurşununu yollayıp kendi
derilerini kurtarabilmek için yusyuvarlak yapılar yükseltiyorlardı da oturmak, uyumak, sevişmek
için hep dört köşe odalar, sofalar, salonlar yapıyorlardı.
Demek ölmek, savaşmak için bir kasnak, bir çember içine girmek, konuşmak, radyo dinlemek için de ille dört köşeli odalarda bulunmak gerekiyordu.
Hani, balonsu bir odada, insanın düşünceye dalınası, konuşmasını derleyip toplayabilmesi, şiir
düzmesi de oldukça güç bir iştir.Balonsu bir odanın ne sağı, ne de solu bellidir.
Sağı solu belli olmayan bir yerde de kimseden ortaya bir şeyler koyması beklenilmemelidir.
Böylesine bir odada bir sineğin uçması bile düşünülemez.
Uçmak için bir yolun kendi üzerine dönüşmemesi, yolun bir başı ve sonu olması gerekir. Oysa,
bir kasnak, bir kümbet, bir külhan, bir silindir şapka içinde hiçbir yere, çıkış noktası adı
kondurulamaz.
Hadi, böyle bir şey oldu diyelim, bir kümbetin, bir silindir şapkanın herhangi bir noktasından
havalanan bir sinek bir süre sonra aynı noktaya gelip konar ki, bu da o noktanın bir çıkış noktası
sayılmasının bütün koşullarını ortadan kaldırmış olur.
Bu açmaz karşısında, kimilerinin yolun başıyla sonunun bir olduğuna yada sineğin hiç yer
değiştirmediğine inanması beklenebilir. Ama bunun da, hareket eden sinek ve yol kavramlarıyla
bağdaşablmesine mantık bakımından olanak yoktur.
Doğrusu, karpuz gibi bir odada ağı erimiş bir pantolonun öyle haftalarca duvara asılması da
düşünülmemelidir. Asılsın, odadaki insanın durduğu yere göre pantolon boyuna yer
değiştirecektir.
Bövle bir odadaki dolapların, divanın, gramofonun bulunması da gariptir. Hele gramofonun üstüne
birkaç plak atıvermenin, pencerelere basma perdeler sarkıtmanın hiçbir anlamı bulunamaz.
Odanın içindeki gözlemci yerinden kıpırdamasa, başını sağa sola döndürmese iş bir dereceye
kadar kolaylaşabilir. Ama gözlemcinin küçük bir bükülüşü karşısında kitap, divan,
gramofon, plak ve perde kendilerini boyuna kendi üzerine dönen bir hızlılığa kaptırmış olurlar.
Tutun ki, bunun da ilk ağızda, insanı şaşırtacak bir yönü bulunmasın.
A noktasındaki bir eşyanın biraz sonra B noktasında, biraz sonra C noktasında, biraz sonra F
noktasında olması fizik bilgisi bakımından, bal gibi, eşyanın yer değiştirdiğini gösterir. Ama bu
eşya B, C, D. E, F noktalarında iken A noktasından da ayrılmamışsa artık buna fizik bilginleri de
bir şey yapamaz.
İşin zorluğu şurada ki bu şaşırtıcı durum sadece balonsu odalarda kendini belli etmiyordu.
Dışarıda, okullarda, vapurda, pazarlarda, mağazalarda, meyhanelerde, plajlarda da sık sık ortaya
çıkıyor, en umulmadık bir anda insanları Asya gribi gibi yakalarından yakalayıp onları yumak
yumak olmuş sayıklama inlerine savuruyordu.
Ne dersiniz deyin, 850 gramlık Çengel armudunu yada Kavak incirini terazinin biri 1 kilo
gösteriyorsa, bir başkası 975, bir öbürü 1050, bir dördüncüsü de 1125 gram olarak tartıyordu.
Gerçi ortada, ortadan kaldırılamayacak bir gerçek vardı: 850 gramlık Çengel armudunu yada
Kavak incirini hangi tartıya vurursanız vurun hep 850 gramdan fazla geliyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDört Köşeli Üçgen
- Sayfa Sayısı128
- YazarSalah Birsel
- ISBN 9789755703633
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ayağımın Tozuyla AŞK ~ Burçak Gönül
Ayağımın Tozuyla AŞK
Burçak Gönül
Ayağımın Tozuyla Aşk, özgür ve isyankâr genç bir kadının, İstanbul’da mutlu aile evinde başlayıp farklı coğrafyalara, safran kokan sokaklardan dalgalı okyanus sahillerine uzanan seyahatleriyle...
- Saatler Susunca ~ Hülya Baygın
Saatler Susunca
Hülya Baygın
Sonbahar 1990 Şu yeryüzünde yaşayan hatta yaşamayıp sadece nefes alıp veren tek bir insanoğlu var mıdır acaba benim hikâyemi dinlesin de aklı karışıp ne...
- Söylenmemiş Sözler ~ İclal Aydın
Söylenmemiş Sözler
İclal Aydın
Üzüm ve zeytinin, yağ, bal ve şarap küplerinin, kadırgaların, binbir şifalı otun en eski vatanı Urla. Dünyanın zalimliği ve insanın vahşiliğinden şüphesi olmayanları, dünyanın...