İngiliz Estetikçi akımının en önemli temsilcisi olan Oscar Wilde, kişiliğini romanın üç baş kişisine bölerek zaman – geçicilik ve sanatın ölümsüzlüğü konusunda felsefi – estetik bir anıt sunuyor. Wilde, 20. yüzyılın hemen eşiğinde yayımlanan bu metnin yarattığı skandal atmosferinin rüzgânyla iki yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Mahkûm Oscar Wilde, Londra tren istasyonunda, hükümlü giysileri içinde, kendisini cezasını çekeceği Reading´e götürecek treni beklerken, yazan tanıyanlar istasyonda onu parmaklanyla birbirine gösteriyorlardı. Oscar Wilde´ın, Queensberry markisine açtığı davada Dublin´deki okul yıllanndan tanıdığı arkadaşı E. Carson, davalı avukatı olarak onu köşeye sıkıştıracak ve şöyle diyecekti: “Böyle bir Öyküyü onaylayan birinin, uygunsuz davranışlanndan ötürü suçlu görülebileceğini sanınm kabul edersiniz.”
Dorian Gray´in Portrest Ruhu yansıtan portre.
***
ÖNSÖZ
Wilde/Gray
“Kitaplar konusunda ahlaka aykırılık gibi bir şeyin olamayacağını düşünüyorsunuz sanırım?”
“Evet.”
“Öyleyse Rahip ve Müridi adlı öyküyü ahlaka aykırı bulmuyorsunuz?”
“Daha da beter, çok kötü yazılmış.”
“Sunakta kendisine yardım eden çocuğa âşık olan rahibin, kendi odasında yakalanışını ve bir skandalın ortaya çıkışını anlatmıyor mu o öykü?” (…)
“Bildiğiniz gibi, öyküde rahip, çocuğa zehir verirken İngiliz Kilisesi ayinlerinin kutsal sözlerini söylüyor. (…) Bunu kâfirlik sayıyor musunuz?”
“Ahlaka uygun ya da ahlaka aykırı kitap diye bir şey yoktur. Kitaplar iyi yazılmıştır ya da kötü…”
“Bu sizin görüşünüzü mü açıklıyor?”
“Evet, sanat üstüne görüşümü.”
“Öyleyse bu sözden şunu anlıyorum: Bir kitap ahlaka ne kadar aykırı olursa olsun, eğer iyi yazılmışsa size göre iyi kitaptır.”
“Evet, insanoğlunun duyabileceği en yüce duygu olan güzellik duygusunu yaratacak kadar iyi yazılmışsa… Bir iğrenme duygusu yaratır kötü yazılmışsa…”
“Sapık görüşler ileri süren bir kitap iyi yazılmışsa, size göre iyi bir kitap olabilir (yani)?”
“Hiçbir sanat yapıtı bir görüş ileri sürmez. Görüşler sanatçı olmayanın işidir.”
“Sapkın bir roman iyi bir roman olabilir, öyleyse?”
“Sapkın roman sözcüğüyle ne demek istediğinizi anlamıyorum.”
“Dorian Gray’in böyle bir roman olduğu konusunun yoruma açık bulunduğunu belirtmek istiyorum.”1
Davanın başlangıcında, estetburjuvaların korkusu, sanatçı-Dandy Oscar Wilde’a davacı avukatı Carson’un yönelttiği sorularla ve Oscar Wilde’ın verdiği cevaplarla tam bir eğlenceye dönüşecekti. Mahkemeye tepkilerini alkışlarla gösteren dinleyiciler, duruşmanın sonlarına doğru bu coşkuyu terk edecekler, alkışların yerini “Vay canına, bu kadar da olur mu?” anlamındaki kafa sallamalar alacaktı.
Oscar Wilde davası, Victoria dönemi2 İngilteresi’nde büyük ilgi çekmiş olaylardan biriydi. Yargıçların, savcıların önyargıyla yürüttüğü, mahkeme salonunun bir tiyatroya dönüştüğü, basının günlerce manşetlere çıkardığı, kiliselerin bile yıllarca vaaz konusu ettiği dava üzerine tartışmalar, incelemeler bugüne dek sürmüştür. Wilde 1891 yazında tanıştığı Oxford öğrencisi Lord Alfred Douglas ile çok yakın ilişkiye girmişti. Lord Douglas’ın, zorbalığı ve dengesiz davranışlarıyla tanınan babası Queensberry markisi, bu ilişkiye büyük bir tepki göstermiş, oğlunun Wilde ile dostluğunu sona erdirmek için çeşitli girişimlerde bulunmuştu. Bunlardan bir sonuç alamayan marki, 14 Şubat 1895’te bir olay çıkarmak amacıyla, eline sebzelerden yapılmış çirkin bir demet alıp Wilde’ın, Ciddi Olmanın Önemi adlı oyununun açılışına katılmak istemiş; uyarılan polisler tiyatroya girmesini engelleyince, bu kez Wilde’ın üyesi olduğu Albemarle Kulübü’ne gidip üzerine “Bir eşcinsel gibi davranıyorsunuz” diye yazdığı bir kartı bırakmıştı. Wilde, aralarında Frank Haris ve Bernard Shaw’un3 da bulunduğu dostlarının, (mahkemeden çıkacak sonucun kesinlikle aleyhine olacağı) uyarılarına rağmen, babasına büyük bir nefret duyan Lord Douglas’ın da etkisiyle, Queensberry’ye karşı dava açmıştı. Markinin aklanması ve Wilde’ın tutuklanıp iki yıl hapis cezası almasıyla sonuçlanan bir dizi dava, Londra’da 3 Nisan 1895’te başlamıştı. 18 Mayıs 1897’de cezaevinden çıkan ve hemen Fransa’ya göç eden Wilde, iki buçuk yıl sonra yoksulluk, çaresizlik ve bunalımlar içinde Paris’te ölmüştü.
Markinin savunmasını üstlenen ve Wilde’ı köşeye sıkıştırıp duran avukat, Wilde’ın öğrencilik yıllarından tanıdığı Edward Carson’du. İki yıllık cezanın daha önce frengi kapmış olan Wilde’ı yıkıp mahvettiğine hiç kuşku yok. Gerçekten de birkaç tiyatro oyununa malzeme sağlayabilecek, katı, ikiyüzlü ahlakçılığın, insan varlığının temel özelliklerini reddedişindeki katılığın, Avrupa’da vaatleri gerçekleşmemiş bir burjuva aydınlanma hareketinin iflasının oluşturduğu korkunun toplumun sürekliliği adına sergilendiği tuhaflıkları öğrendikçe, Lord Henry Wotton’un küçümseyici gülümsemesi bugün de dudaklarımızın iki ucundan hafifçe yukarıya doğru kıvrılmasına neden oluyor; bu iki yıl Wilde’ın modern klasikler arasında hak ettiği yere belki de çok hızlı kavuşmasını sağladı; bugün kimse, hükümlü kıyafeti ile Reading zindanına götürülmek üzere Londra tren istasyonunda beklerken, alay ederek onu birbirlerine gösterenlerin yaptığı gibi, suçlayıcı parmaklarını ona çevirmeyecektir herhalde. (Kutsal Kilise’nin onayladığı, çocuk üretmeye indirgenmiş, aşkı dışlamış, evliliklerde sevgi yerine aynı sınıfa aidiyeti esas alan aile anlayışının üzerinde yükselen Victoria ahlakının, Wilde’ın hayata gözlerini yumduğu yıl, öğretisini yavaş yavaş modelleştirmeye başlayacak olan Avusturyalı bir Yahudi doktora yığınla malzeme sunması herhalde tesadüf değildi. Freudcu4 öğretiden bakıldığında bu mahkeme, İngiliz aristokrasisinin ve burjuvazisinin kendi bilinçdışına yönelen “direnme tiyatrosu” olarak da anlaşılabilir herhalde.)
Yaşamöyküsü, Edebiyatçılığı
Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde, 105 yıl önce, 1900’de, Paris’te, Sebastian Melmoth adıyla kaldığı küçük bir otel odasında öldü. İngiltere’de 64 yıl tahtta kalmış olan Kraliçe Victoria da ondan iki ay sonra, 20. yüzyılın kapısında hayata gözlerini yumuyor; böylece “Victoria çağı” sona ermiş oluyordu. Britanya İmparatorluğu, kıta Avrupası’nı yüzyıldan fazla bir süredir sarsan devrim ve ayaklanmalara en azından doğrudan sahne olmamıştı; ancak sanayi devrimiyle birlikte “üzerinde güneş batmayan” debdebeli imparatorluk, içinde sayısız çelişkiyi de barındırır duruma gelmişti: Victoria çağının katı kuralcılığına karşı tepkiler yayılıyor, burjuvazinin kıran kırana rekabeti gelişiyor, zenginleşen yeni orta sınıf ve büyük burjuvazi, aristokrasiyi ekonomik, siyasal ve kültürel düzlemde sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu. Modern büyük sınıf proletarya ise sendikal ilk haklarını elde etmek için 1871’i beklemek zorundaydı. Ayrıca İngiltere, Marx’ın5 ünlü “Das Kapital”ini yazdığı ülke olarak sınıf mücadelesine dolaylı bir destek vermiş sayılırdı. Marx-Engels,6 işçi sınıfının devriminin kaçınılmazlığını ilan etmişler, sadece burjuvazi değil, aristokrasi de gelişmelerden tedirginlik duymaya başlamıştı. Özellikle soylular, yeni düşünce ve teoriler karşısında tedirgindiler. Victoria çağı insanları, duydukları korkular karşısında dogmacılığı benimsiyor, kişisel görüşler ileri sürmekten kaçınıp, tedirginruh haliyle kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Bu dönem, aşırı ahlakçı, tutucu, dar görüşlü, dogmacı, ikiyüzlü, maddiyatçı bir ortam olarak anımsanacak ve sonraları çok kullanılacak olan ‘Victoria çağı ahlakı’ sözü bu anlamı içerecekti.
“Aydınlanma” hareketinin özellikle siyasal-ekonomik vaatlerinin, bizzat bu hareketin taşıyıcı sınıfı olan burjuvazinin temsil ettiği sınıfsal özellikler nedeniyle gerçekleştirilemez olduğunun gitgide anlaşılması, Avrupa burjuvazisinin kendi ideallerinden korkar hale gelmesi, aslında kapitalizmin mantığı ve hâkim sınıfların çıkarlarının “mercii” olarak anlaşılan “aydınlanmacı aklın” çöküşünü de birlikte getirmişti. Aydınlanmanın ideallerinin içerilip aşılması anlamında bir kaçınılmazlık olarak ortaya çıkan sosyalist düşünceler ve teori, Avrupa burjuvazisini sıkıştırmaya yönelmeden epey önce “akıl” çökme belirtileri göstermeye başlamıştı. Bunun kültürel düzlemdeki yansımalarından biri, gotik, fantastik ve korku türlerindeki edebiyat ürünlerinin yaygınlaşma aşaması olan 19. yüzyılın ikinci çeyreğindeki gelişmelerdi. Aklın yerini içe, sezgiye, öznel algılamalara bırakması anlamındaki “romantik” dünya duygusu, bir bakıma da her şeyin ölçüsü olan (aydınlanmacı) aklın “kısa devresi” sayılırdı. 1848 devriminin kıta Avrupası’ndaki yenilgileriyle birlikte, nihilist,7 karamsar Schopenhauer8 felsefesi, burjuva aydınları arasında bir gecede ünlenmiştir. Onun bireyi mutsuzlaştıran “irade”si ise Nietzsche9 tarafından “güç iradesi” olarak Avrupa burjuvazisinin aydınlanma eleştirisine karşı yöneltilecekti. Öyleyse, kültürel-düşünsel (politik) eleştiri, burjuva aydını tarafından burjuvaziye, geleneksel vaat ve değerlere darbe vururken, sol, özellikle parti, işçi sınıfı ve halk kitleleri üzerinden toplumsal dönüşüm projeleri hazırlıyordu.
Demek ki “eskiye” karşı çıkan iki düzlemden biri somut dönüşüm tasarımları taşırken, öteki eleştiri (Wilde, Rilke,10 Nietzsche, Hofmannsthal,11 Fransız nihilistleri vb.) muhafazakârlığa, geleneklere saldırıyor; ama “alta karşı da” duruma göre mesafeli ve uzak duruyorlardı.
İrlandalı iki genç (Wilde ve Shaw), birer yıl arayla Dublin’den (İrlanda) ayrılıp Londra’ya yerleştiler (1874, 1875). Londra’ya yerleşen Wilde birkaç yıl içinde, Estetikçi Akım’ın sözcülerinden oldu. Wilde’ın yazarlığı, ozanlığı seçmesinde, söz söyleme yeteneğinin gelişmesinde, başkaldıran bir kişi olmasında, aile ortamının, özellikle annesinin büyük etkisi vardır. Wilde’ın annesi Jane Francesca Elgee’nin, aralarında Türkçe’nin de bulunduğu beş dilden çeviri yaptığını öğreniyoruz. Dublin’deki evi aydın ve bohemlerin toplantı merkeziydi. Oscar Wilde, Oxford’da Magdalen Collega’da okurken “Estetikçi Akım”ın öncülerinden John Ruskin12 ve Walter Pater’in13 etkisi altında kalacaktır. Pater, denemelerinde sanatın amacının sadece güzellik olduğunu, bunun dışında ne siyasal, ne ahlaksal, ne dinsel, ne de başka herhangi bir amaca bağlanabileceğini söylüyordu. Kişi anını, başkalarının daha önce yaşadığı deneyimlerden, onların yaşantılarından alarak değil; doğrudan kendi yaşantısından, kendini yaşayarak geçirmelidir diyordu. Estetikçi Akım’ın “yaşantıyı”, “öznel deneyimi” yücelten bu anlayışına, biraz ilerde değineceğiz. Ruskin ise, ahlakın, toplumsal sorunların sanat yoluyla yansıtılmasına karşı çıkmamakla birlikte, iyi sanat anlayışıyla yaratılan ürünlerin bütünü kapsayıcı önemini vurguluyordu. Ona göre, herkese yaratıcı bir sanatçı olarak çalışma imkânı verilmesiyle toplumsal adalet sağlanabilirdi. O yıllarda Coleridge’in kuru akılcılıktan yana olması anlayışına tepki göstermesi, şiirde duyumsal ve müzikal niteliklerin öne çıkarılmasını savunması, on dokuzuncu yüzyıl yazarlarını, özellikle Lord Byron,14 Keats15 ve Shelley16 gibi dönemin ünlü İngiliz ozanlarını derinden etkilemişti. “Sanat için sanat” terimini ilk kullanan ise, Théophile Gautier17 olmuştu. Walter Pater’in başını çektiğiEstetikçi Akım, ozan ve ressam Gabriel Dante Rossetti,18 ozan Swinburne,19 ressam Burne-Jones’un kurduğu ön-Rafaelloculuk anlayışının bir uzantısıydı. Ön-Rafaellocular, ideal güzelliğe ortaçağcılık üzerinden ulaşmaya çalışırlarken, Walter Pater “güzellik” kavramının en kusursuz örneklerini Rönesans’ta bulmaktaydı.
Estetikçilik
Estetikçilik, Yunanca “aisthetikos” sözcüğünden gelir ve “duyumsamak, algılamak” anlamlarını taşır. Geniş anlamda, yaşama tarzı ile sanatın, varlık ile bilincin ancak estetik olanın yasalarına göre değerlendirilebileceğini söyleyen bir anlayışı tanımlar. Dar anlamda estetikçilik, hedonizm, yani “hazcılık” ile akraba sayılır. 19. yüzyılın sonunda Fransa’da natüralizm akımına bir tepki ve muhalefet olarak ortaya çıkmış ve nesnel gerçekliğin gözlemlenmesinin karşısına öznenin deneyimini/yaşantısını koymuştur. Bu bağlamda “sanat için sanat” ve sembolizm, estetizmin içinde değerlendirilebilen sanat akımlarıdır. Sanatçının, öne çıkardığı bu öznelliği, onun estetik duyarlılığı ve duygular üzerine kurduğu kültürü, geç kapitalist dönemde entelektüel sanatçının toplumsal konumunun değişmesine, sosyal ilişkilerinde genelden iyice yalıtılmasına bağlanabildiği ölçüde, estetizm, yukarıda da belirttiğimiz gibi, toplumun çürümüş değerlerine öznel-iradi bir tepki, bir eleştiri olarak anlaşılabilir; ama sanatta dehayı kutsallaştıran, onun hayat karşısındaki tavır ve tutumunu, ezoterik, içine kapalı bir duygu ve sanat kültü yaratarak örneklemeye çalışan bir “sanat elçisi” konumuna da taşıyabilmiştir. Felsefi düzlemde Schopenhauer ve Nietzsche’nin düşüncelerinden etkilenen estetizm, estetik süreçlerin sosyal-ekonomik şartlarını gözden kaçırır, sanat ile edebiyatın kendine özgü sözünü, dilini mutlaklaştırır ve götürüp en başta ahlak değerlerinin karşısına koyar; böyle olunca da estetizm, bir ideal olarak yer yer boyun eğerek, yer yer protesto ederek toplumsal gerçekliğin karşısına çıkar.
Büyük ölçüde biçimin estetik gücünü ve cazibesini ahlaki ve toplumsal değer yargılarını hiçe sayarak öne çıkardığı için de, beğenilerin “sapkınlaşması” sonucuna varmaktan kurtulamaz. Örneğin, hasta, çürümüş, çökmüş, fiziksel ve ruhsal olarak dağılmış, yıkılmış olan şey estetik anlayışın konusu ve inceleme nesnesi olabilir.
Estetizm, estetik ifadenin (estetik biçimin) değerini, içeriğin/önermenin üzerinde görür; böyle olunca da bir yansıtmanın (sanat düzeyinde yeniden kurulan şeyin) estetik niteliğini onun içeriğinin doğruluk, gerçeklik ve hakikiliğinden ayırır; bu ikinci olguları önemsizleştirir; dolayısıyla da sanat ve edebiyatın anlamsal içeriğinin boşaltılmasına yol açar. Wilde örneğinde, sıkça karşılaştığımız, sanatın “güzelden” başka bir içeriğe ya da konuya bağlanamayacağı tespiti, buradaki açıklamalarımızı doğrudan desteklemektedir. Estetizmin sembollere, seçkinci bir özne kavrayışının belirtisi olarak düşkünlüğü de böylece açıklanabilir.20
Wilde artık oldukça yaşlanmış annesi ve kardeşiyle birlikte Londra’ya geldikten sonra, aydın çevrelerin ve kibirli yüksek sosyetenin de sevgilisi olup çıkar; dönemin önde gelen siyaset adamları ile tanışır, üstelik henüz bu kadar ünlenmesini sağlayacak herhangi bir şey de yazmamıştır. Ancak ününü belagattaki ustalığına borçludur; onun “sözlü anlatım” konusundaki bu yeteneğiAmerika ziyareti sırasında verdiği konferanslarda iyice öne çıkar. Wilde, uzun diyaloglar, hatta yer yer iç konuşmalar üzerinden estetik, iyi, kötü, hayat, anlam, gençlik, yaşlılık, ölüm vb. hakkındaki düşüncelerini bize yansıtır. “Lord Alfred Douglas’a göre, “Wilde’ın konuşmacılığı ancak Sokrates(le)21 karşılaştırılabilir; üstelik Wilde’ın nükte gücü Sokrates’te yoktur.” Wilde’ı çok seven André Gide’e22 göre, “Onun en güzel yazıları bile, konuşmalarının görkemli parlaklığının soluk bir yansımasıdır.” Herbert Tree’ye23 göre, “O, sözcükleri elmaslara dönüştürüyor, sonra da Ay’a fırlatıyordu.”24
Wilde, “Victoria çağı ahlakı”na tek başına karşı çıkmış ve estetikçi akımın tanıtımını üstlenmiş; böylece 19. yüzyılda İngiltere’de George “Bea” Brummell’in öncülüğünü yaptığı, sonraları da Fransız ozanlarının, özellikle Baudelaire’in25 büyük bir ilgiyle karşıladıkları dandizm akımının yeniden ortaya çıkmasına önayak olmuştur. Dandiler kendilerine “burjuva centilmeni” diyor, gücünü gittikçe yitiren aristokrat sınıfından üstün olduklarını söylüyor, soyluların yaşamlarındaki yapmacıklığa, tekdüzeliğe küçümseyerek bakıyorlardı. Dandizm, Baudelaire’e göre yeni bir soyluluktu. Wilde’ın “Hellas” şiirindeki iki dizeyi dandizmin karakteristik özelliğine örnek verebiliriz:
Ruhum tüm esintilerini çalabildiği bir lavta26 oluncaya dek.
Her tutkuyla sürüklenip gitmek…27
Oscar Wilde, kendini tutkuların rüzgârına saldığında, çağın üç ünlü kadın oyuncusunun dünyalarına girip çıkar; ya da o dünyalarda, ölünceye kadar kendince yaşar. Bunlardan biri Lillie Langtry,28 ötekisi Sarah Bernhardt,29 üçüncüsü ise Ellen Terry’dir.30 Wilde, Langtry’ın yaşadığı dramatik olayları Lady Windermere’in Yelpazesi’nde oyuna aktarır. Oyun büyük başarı kazanır. Sarah Bernhardt için yazdığı oyun ise Salome’dir; ancak oyun, konusunun İncil’den alınması gerekçesiyle eski bir yasa uyarınca yasaklanır. Oyun, estetikçi akımın ünlü temsilcilerinden tasarımcı Aubrey Beardsley’in Art Nouveau tarzı erotik desenleriyle yayımlanıp büyük ilgi görür. Gene ünlü bir oyuncu olan Ellen Terry’yi, Henry Irving’in sahneye koyduğu Charles I’de tanır. [Irving, Drakula kitabının yazarı Bram Stoker ile sürdürdükleri dedikodulu “dostlukla” da ünlüdür. Wilde’ın yakın dostu İrlanda asıllı Shaw’un, Saturday Review dergisinde tiyatro eleştirmenliği yaparken H. Irving’e hem seçtiği oyunlar hem de oyunlara getirdiği yorumlar yüzünden savaş açtığını öğreniyoruz. Shaw onun hakkında şöyle yazmış: “Irving ölünce nereye gider diye düşünüyorum bazen. Bir sanat ustası olduğunu ileri sürmeye cesaret edip de, kırıp döktüğü Shakespeare31 ve gülünç duruma düşürdüğü Goethe32 ile karşılaşabileceği yere gitmeye kalkar mı yoksa?”]33
Wilde, tanıştıktan bir iki ay sonra, Vera ya da Nihilistler oyununun özel baskısını Ellen Terry’ye, “Belki birgün size yaraşır bir oyun yazacak kadar talihli olurum…” notuyla iletir. Terry ile Wilde’ın dostu Bernhard Shaw arasında, giderek romantik bir aşka dönüşecek karşılıklı yazışmalar başlayacak, Shaw bu konuda ideal bir aşk ilişkisinin postayla sürdürülen ilişki olduğunu söyleyecektir.34
Wilde, 1882’de estetikçi akım konusunda bir dizi konferans vermek üzere Amerika’ya gider ve 260 günde 140 konferans verir. Geri döndükten sonra, bir kez daha Vera ya da Nihilistler oyunu vesilesiyle Amerika’ya gider. Amerika’dayken ünlü oyuncu Mary Anderson için yazmaya söz verdiği Padua Düşesi’ni zamanında bitirip yolladığı halde, oyun ancak ölümünden sonra, New York’ta sahnelenecektir. Klasik trajedi tarzında yazılmış bu oyun, 16. yüzyılın sonunda İtalya’nın Padua kentinde, öldürülen babası Padua dükünün intikamını almaya ant içmiş Guido ile âşığı düşesin öyküsü üzerine kuruludur. Vera ya da Nihilistler ve Padua Düşesi “Wilde’ın bir trajedi yazarı olamayacağı”nı artık ortaya koymuştur. Yarım kalan üç oyunuda (Bir Floransa Trajedisi, Ermiş Fahişe ve Bir Kadının Trajedisi) beklenen nitelikte değildir. Wilde, Paris’te Fahişenin Evi ve Sfenks adlı şiirlerini bitirir. Sfenks, Wilde’ın en çok okunan şiirlerindendir. Sfenks’te “bir söylence yaratığının insanlarla, hayvanlarla, hatta tanrılarla yaşadığı cinsel serüvenler anlatılır; sonunda çarmıha gerilmiş İsa anımsanır… İsa konusundaki belki de en lirik, en güzel şiiri olan Humanitad’da, İsa ile insanoğlu, çektikleri acılarla bütünleşirler.”35 Wilde, Reading Hapishanesi Baladı’nda Victoria çağının Hıristiyanlık anlayışı ile gerçek İsa’yı birbirinden ayırır.
Wilde 1884 Mayısı’nda evlendi, bu evlilikten Cyril ve Vyvyan adlı iki çocuğu oldu; ailesini geçindirmek için kitap ve tiyatro eleştirmenliği yaptı. The Women’s World dergisinde çalışırken, öyküler, masallar yazan Wilde, bunları Mutlu Prens ve Öteki Masallar, Narlı Ev adlı kitaplarda toplarken; Lord Arthur Savile’in Suçu ve Başka Öyküler’de ise, Lord Arthur Savile’in Suçu, Canterville Hortlağı, Gizemsiz Bir Sfenks, Model Milyoner öykülerini bir araya getirmiştir. Bu masallar, Andersen36 ve Grimm Kardeşler’in37 yapıtları kadar sevilmiştir. Mutlu Prens ve Öteki Masallar’da, İyiliksever Bencil Dev gibi masallara yer vermiştir. “Wilde’ın masallarında bütün bir İrlanda folklorunun, söylencelerinin renkleri vardır. Sözkonusu kişiler, özgürlüğü, sevgiyi, mutluluğu özleyen, ezilmiş, yoksul, sıradan insanlardır. Wilde, İrlanda’nın kıtlık yıllarını görmemişti, ama o yılların öykülerini çocukken, özellikle annesinden hep dinlemişti.”38 Genç Kral öyküsünde yoksul halk krala şunları söylüyor: “Üzümün suyunu biz çıkarıyoruz, ama şarabı başkaları içiyor. Buğdayı biz ekiyoruz, ama boş kilerimiz. Prangaya vurulmuşuz, ama gören yok zincirlerimizi. Köleyiz, ama bize her insan özgürdür diyorlar…”39
Wilde’ın en önemli metinlerinden biri sayılan Bay. W.H.’nin Portresi’nde, Wilde’ın özel yaşamının izlerini ya da yansımalarını bulabiliyoruz. Bu metinde ünlü İngiliz yazarı gibi evli ve çoluk çocuk sahibi olan Wilde, Shakespeare ile bir tür duygudaşlık kurmuştur. İki yıldır evli olan Wilde evliliği kanıksamaya ve sıkılmaya başlamış, o sıralarda Cambridge’te öğrenim gören, senato başkanının oğlu Robert Ross ile tanışmıştır. Wilde’a göre, “peri yüzlüydü” Ross. Aralarında kurulan tutkulu dostluk, giderek başka boyutlara uzanmıştı. Evinden gittikçe uzaklaşan Wilde, Ross ile kurduğu ilişki üzerinden, Victoria çağının ahlak anlayışına sadece sözle ve yazıyla karşı çıkmakla kalmıyor, artık tutumları ve tercih ettiği ilişkilerle de bir tür muhalefet oluşturuyordu. “Portre”nin ardından Wilde, uzun denemeler yazmaya başladı. Dört denemesini Niyetler (Intentions) adlı kitabında topladı. Yalan Söylemenin Sona Ermesi adlı denemesinde ise kendi çocuklarını karşılıklı konuşturdu. Bu deneme, iki yüz yıllık gerçekçilik akımına bir karşı çıkıştır. Sanatçı, Wilde’a göre “güzel şeyler yaratan kişidir”, öyleyse yalan söylemek, gerçek dışı güzel şeyler anlatmak sanatçının görevidir. Düş gücünün ve uydurmanın yerine zamanla doğruyu söylemek, yalnızca gerçekleri anlatmak gibi bir eğilim geçer ki, Wilde’a göre sağlıksız bir durumdur bu. Gerçeklik oldum olası güzellik ile bağdaştırılmaya çalışılmışsa da, boşuna bir çabadır. Birinin bulunduğu yerde ötekinin yeri yoktur. Wilde’ın bu yorumundan gidecek olursak; sözgelimi Ortaçağ İngiliz tiyatrosu, soyut, dekoratif, mitolojik bir tiyatro olarak gerçekliğin güzel olmayan dünyası karşısında çıkış yolları aramış, Shakespeare ise gerçekliğe düşsel açıdan yaklaşarak tiyatroya kusursuz bir anlatım getirmiştir. Wilde günümüz edebiyat eleştirisinde, burjuva gerçekçiliği, natüralizm ve benzeri üstbaşlıklar altında sınıflandırılan edebiyat-sanat akımlarına karşı çıkarken, hayal gücünden yoksun bir gerçekçilik anlayışına bağlı kalan Zola40 ile, hayal gücünden kaynaklanan bir gerçekçilik anlayışını temsil ettiğini düşündüğü Balzac’ı41 karşılaştırır. Kuşkusuz, Wilde’ın temsil ettiği estetizm anlayışının içinde güzel ile gerçeklik arasındaki bu karşıtlık ilişkisi, yukarıda biraz kapalı geçtiğimiz “estetizm” tanımı içinde açılımlanabilir.
Ancak bu önsöz derlemesinde, estetikçi akımı bir bütün olarak değerlendirmek ve eleştirmek gibi bir amacımız yok. Gene de Wilde hakkında, bizi en azından “Dorian Gray” okumasına hazırlayabilecek adımları attığımızı düşünüyoruz. Ancak daha önce, bir iki önemli deneme yazısı üzerinde, özellikle de sosyalizm hakkındaki düşünceleri üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Kendi Ritüelinde Dondurulmuş Bir Sınıfın Temsilcisinin Portresi-Özyaşamöyküsü
Kubrick’in42 unutulmaz başyapıtı Berry Lyndon’da aristokrasinin büyük, izbe mimarilerin içindeki görüntüleri, tarihsel ömrünü doldurmuş bir sınıfın kendi ritüelinde donmuşluğunun ifadesidir; filmdeki her bir plan, bir ölüm halini resmeder. Dorian Gray’in Portresi, böyle bir katılaşmışlığın, donmuşluğun estetik ifadesi midir? Bu anlamda bir tür özyaşamöyküsü olarak anlaşılabilir mi roman? Ya da portre?
Sanırım, Dorian Gray’in Portresi, belki ilk bakışta, otobiyografik bir metin olma özelliğine çok uzak duruyor. Edebiyat tarihi, otobiyografik “sayılan” ve yazarın kendi hayatını kurmaca bir kahraman ya da karakter üzerinden yansıtsa da, ipuçları aşikâr olan metin (roman) türlerine hiç de yabancı değildir. Gorki,43 Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken ve Benim Üniversitelerim üçlemesinde, yazar-anlatı ilişkisini bir tür anı-belge, otobiyografi düzleminde kurmuştu. Edebiyat tarihçileri ya da eleştirmenler, otobiyografik izler sürerken, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’nı bile, onun gençlik yıllarının belli bir dönemiyle neredeyse doğrudan ilintilemeyi, romandaki kişiler ile tarihsel kimlikler arasındaki bağı belirtmeyi görev bilmişlerdir. Böyle dolaylı izdüşümleridelil saydığımızda, hemen her yazar için bir ya da daha fazla özyaşamöyküsel anlatı tespiti yapmak mümkündür.
Peki Dorian Gray ile Oscar Wilde ilişkisini kurmaya kalktığımızda, sular bizi nerelere savurur? Sanatın görevinin “güzeli” dilselleştirmek olduğu, gerçeklik ile çirkini özdeşleştirerek gerçeklik karşısına, dekoratif, dille kurulmuş ezoterik bir dünya çıkartan bir yazarın metninden onun gerçekliğine gitme düşüncesi, bir çelişki değil mi? Belki öyle, belki de değil. Kendini bir bakıma estetize etmiş, daha doğrusu, “dekoratif”, hatta stilize edilmiş bir varlığa dönüştürmüş bir yazarın/ozanın özyaşamöyküsü de, olsa olsa hiç yaşlanmayacak, hiç bozulmayacak bir portre olabilir herhalde. Gerçi Wilde, Dorian Gray bağlamında, (ressam) Basil Hallward’ın kendisi olduğunu düşündüğünü, Lord Henry’nin dünyanın tanıdığı bir kişi olduğunu, Dorian’ın ise, kendisinin belki başka bir çağda olmak istediği insan olduğunu belirterek açık izdüşümleri öne sürer. Wilde’ı yakından tanıyanlar ise, Dorian Gray’in, Wilde’ın hayranlık duyduğu yakışıklı bir genci, John Gray’i simgelediğini ileri süreceklerdir; ancak ressam Basil (Wilde) böyle bir portreyi fırçalarla, boyalarla yapsa da onu asıl çizen Wilde’ın “sözcükleridir”. Wilde, Fransız nouve novelle (yeni roman) geleneğine bir yerlerde eklemlenebilir, hani neyin anlatıldığına değil de, dilin nasıl anlattığına yönelik (Flaubert’le44 başlatılan) eğilimin, 20. yüzyılın ikinci yarısında Handke’ye45 kadar uzanan çizgisinde bir yere konabilir sanıyoruz. “Sözcükler! Salt sözcükler! Ne korkunçtur onlar! Ama ne kurnazca bir büyü var onlarda! Bir somut biçim verir gibiydiler biçimsiz nesnelere… Sözcükler kadar gerçek ne var ki?”46 Öyleyse Dorian Gray’in Portresi, geniş anlamda, tipik olmayan bir özyaşamöyküsü müdür? Karar okurun. Romandaki her üç kişinin de Wilde’ın karmaşık kişiliğinin bir yanını yansıttığını kolayca görebiliriz. Öyleyse, sadece bir tür özyaşamöyküsü ile değil, bir insan psikolojisinin portresi ile, Wilde’ın ruhunu hiç bozulmaması, ölümsüzleşmesi için emanet ettiği, kendi elleriyle çizdiği ve boyadığı bir “portreyle” de karşı karşıyayız demektir.
Wilde’ın en çok okunan, büyük tartışmalara yol açan ve hâlâ değerli bulunan bir denemesiSosyalizmin Egemenliğinde İnsan Ruhu başlığını taşır. Wilde bu denemede geleneğe karşı değişimi, uyumluluğa karşı uçarılığı, kurumlaşmaya karşı başkaldırıyı ve kapitalizme karşı sosyalizmi savunup egemen sınıfların kendisine sırt çevirmesine yol açmakla kalmaz; girişte değindiğimiz Marki Queensberry davasında suçlu bulunmasının arka planında bu denemede ileri sürdüğü düşüncelerin etkisi de bulunmaktadır. Her ne kadar estetik bir yaşam biçimini savunması söz konusu olmuş olsa da, onun sosyal ve siyasal düşüncelerle bu biçimi ve estetikçi kuramı desteklemek istediği bellidir. Söz konusu denemede, estetikçi amaçlara ancak sosyalizm yoluyla ulaşılabileceğini söyler Wilde. Böylesine iğrenç yoksulluklar dünyasında ne zenginin ne de yoksulun mutlu olabileceğini ileri sürerken olumsuz koşulların kişiliğin gelişmesini de engellediğini düşünmektedir. Wilde’a göre, sanayileşmiş bir dünyada makineler insanoğluna layık olmayan işleri üstlenebilir, eski Yunan ile Hıristiyanlık kültürlerinin sentezinden oluşan bir uygarlık kurulabilir; özgürleşen insan, bir sanatçı gibi yaşayabilir. Önünde sonunda kurtuluşu estetik olanda, sanatta bulan Wilde’ın, sosyalizm ile bireysel-estetikçi bu kurtuluş projeleri arasında kurduğu ilişkiye, en başta sosyalizm yazarlardan eleştiri gelmesi normaldi. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti üzerinden yapılan ve pazar ekonomisine değil de ihtiyaca dayalı bir üretimi (çalışmayı) özgürleşmenin yolu olarak gören sosyalist düşünce ile Wilde’ın sanayiyi, çalışmadan kurtulmanın bir imkânı olarak gören, tek tek bireylerin sanatçı olmasını özgürlüğün gerçekleşmesi olarak kavrayan anlayışı temelden çelişse bile, gerek Wilde gerekse de sosyalistler, kapitalist toplumda insanın özgürlüğüne ve mutluluğuna yer olmadığı tespitinde birleşmiş oluyorlardı.
Ve Dorian Gray’in Portresi
Dorian Gray’in Portresi, 1890’da Birleşik Amerika’da Lippincott’s Monthly Magazine’de bölüm bölüm yayımlanmaya başlamıştır. Lord Henry Wotton, dostu, ressam Basil Hallward’ın atölyesinde, ona modellik eden Dorian Gray ile tanışır. Dorian Gray, kendisinden on yaş büyük olan, aşırı bireyci, nükteli, çarpıcı konuşmalar yapan Lord Henry’nin etkisi altında kalır. Dorian Gray gittikçe yaşlanacağını düşündükçe portre ile yer değiştirmeyi arzu eder; bir bakıma, yaşlanmayı durdurmak için şeytan ile anlaşır; ruhunu şeytana teslim eder. Üçüncü sınıf bir tiyatroda tanıdığı bir oyuncuyla nişanlanır. Kadına, sanatın dışında bir hiç olduğunu söyleyince kadın intihar eder. Dorian Gray’in güzelliği ve çekiciliği, bir yıkım makinesi gibi çalışmasına yol açar; portresi, onun çöküşünün aynasına dönüşür. Ruhu onu terk etmiş, içinden çıkıp portreye geçmiştir sanki. Zaman Dorian Gray için durmuş, dekadans47 bir durum olup donmuş; portre ise, çöküşün ve yozlaşmanın etkilerini yansıtmaya başlamıştır. Dorian’ın ruhsal çirkinliği bedensel/ fiziksel çirkinliğe yol açmıştır.
Roman ilk yayımlandığı andan itibaren kıyamet de kopacaktı. Eleştiriler düzeysiz, öfkeli ve saldırgancaydı. Wilde’ın bu bağlamda verdiği cevapları şöyle özetleyebiliriz: “Sanat alanıyla ahlakın alanı birbirinden ayrı, bambaşkaalanlardır. (…) Bir yapıtın ahlaka aykırı olduğu söylenmedikçe, sanat yapıtına ilgi göstermez İngilizler. (…) Anlatılan öykü süsleme sanatı üstüne bir denemedir. Sıradan gerçekliğin yabanıl kabalığına karşı bir tepki. (…) Yapıtın zehirli olduğunu söyleyebilirsiniz, ama kusursuzluğunu da yadsıyamazsınız. Sanatçıların amacı kusursuzluktur. (…) Evet, çok kötü bir ahlak var Dorian Gray’de, ama kösnü48 düşkünlerinin bulamayacağı, aklı sağlıklı herkesin görebileceği bir ahlak. Bu bir sanatsal yanılgı mıdır? Korkarım ki öyle. Yapıttaki tek yanılgı budur. (…) Bir sanat yapıtını yaratırken alınan haz bütünüyle kişisel bir tattır ve o tat için insan bir şey yaratır. (…) Dorian Gray’de herkes kendi günahını görür: Dorian Gray’in günahlarının neler olduğunu (ise) kimse bulamaz; bulanlar kendi günahlarını yanlarında getirenlerdir. (…) Gerçekte sanat izleyicisini yansıtır, yaşamı değil.”49
Girişte, romanın beraberinde getirdiği skandal havasıyla Queensberry davasının ilişkisine değinmiştik. Markinin küçük oğlu Lord Douglas bir öneri üzerine eline aldığı romanı tam on dört kez okur. Lord Douglas, Wilde’ın sapkın ilişkiler kurduğu ve Dorian Gray’e esin kaynağı olmuş olabileceğini söylediğimiz John Gray’den çok daha güzel, ama yeteneksizdir. Ne var ki bu özelliği, Oscar Wilde ile aralarında, Wilde’ı yok olmaya sürükleyecek bir davanın açılmasına sebep olacak kadar sıkı bir ilişki kurulmasını önlemeyecekti.
————
1 Oscar Wilde, Tutkular, Acılar, Gülümseyen Deyişler, Ş. Eczacıbaşı, Remzi Kitabevi, 2001. (s. 271-278)
2 Victoria dönemi: Kraliçe Victoria’nın (1819-1901) adıyla anılan tarihsel dönem. Her türlü yeniliği reddeden tutucu ve katı ahlakçı bir yönetim anlayışını vurgulamak için kullanılır.
3 Bernard Shaw (1856-1950): 1925 Nobel edebiyat ödülünü kazanan İrlandalı güldürü yazarı. Çeşitli alanlardaki eleştirileriyle ünlüdür.
4 Sigmund Freud (1856-1939): Psikanalizin kurucusu olan Avusturyalı nörolog. Birçok alanı derinden etkileyen psikanaliz kuramıyla 20. yüzyıla damgasını vuran düşünürler arasında yer alır.
5 Karl Marx (1818-1889): Alman sosyalist kuramcı. Yaşamını kapitalizm karşıtı mücadeleye adamış ve çağımızın en etkili ideolojisine adını vermiştir.
6 Friedrich Engels (1820-1895): Alman sosyalist düşünür, kuramcı ve eylem adamı. Karl Marx’la birlikte bilimsel sosyalizm anlayışının temellerini atmıştır.
7 Nihilist: “Hiççilik” ya da “yokçuluk” adıyla da anılan, şüpheci temellere dayalı felsefe akımı nihilizm yanlısı. Nihilizm, 19. yüzyılda Rusya’da ortaya çıkmıştır. 1860 ve 1870’lerin nihilistleri geleneklere ve toplumsal düzene başkaldıran, dağınık, bakımsız, inatçı kişiler olarak görülürdü. Bir dönem yanlış olarak siyasal terörizmle özdeşleştirilen nihilizm günlük dilde, hiçbir inancı olmayan, insanlığın geleceğine ilişkin son derece karamsar bir anlayışı vurgulamak için kullanılmaktadır.
8 Arthur Schopenhauer (1788-1860): Alman filozof. Yapıtlarıyla varoluşçuluğu ve Freudcu psikolojiyi etkilemiştir.
9 Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900): Alman filozof, ilkçağ uzmanı, kültür eleştirmeni ve şair. Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı yapıtı en tanınmış eserlerindendir.
10 Rainer Maria Rilke (1875-1926): Avusturya asıllı şair.
11 Hugo von Hofmannstal (1874-1929): Avusturyalı şair, oyun ve deneme yazarı.
12 John Ruskin (1819-1900): İngiliz yazar, eleştirmen ve sanatçı. Dekoratif sanatlarda ve mimarlıkta gotik canlandırmacılık akımının öncülüğünü yapmıştır.
13 Walter Pater (Hatio) (1839-1894): İngiliz eleştirmen, denemeci ve hümanist. Estetikçilik akımının temel ilkesi haline gelen “sanat için sanat” ilkesini savunmuştur.
14 Lord Byron (1788-1824): Romantik dönem İngiliz şairi ve yergi ustası.
15 John Keats (1795-1821): İngiliz romantik şair.
16 Percy Bysshe Shelley (1792-1822): İngiliz lirik şair.
17 Théophile Gautier (1811-1872): Fransız şair, romancı, eleştirmen ve gazeteci. Fransız edebiyatında 19. yüzyılda estetikçilik ve doğalcılık akımlarına geçişte etkili olmuştur.
18 Gabriel Dante Rossetti (1828-1882): İngiliz şair ve ressam.
19 Algernon Charles Swinburne (1837-1909): İngiliz şair ve eleştirmen.
20 G. K. Lehman, Wörterbuch der Literaturwissenschaft, 1. basım 1986, Leipzig.
21 Sokrates (İÖ 470-469- İÖ 399): Felsefi düşünceyi insana ve insan eylemlerine yönelten eski Yunan filozof.
22 André Gide (1869-1951): 1947’de Nobel edebiyat ödülünü alan Fransız yazar, hümanist ve ahlakçı.
23 Sir Herbert Tree (1859-1917): İngiliz tiyatrosunun en önemli adlarından ve döneminin en başarılı tiyatro yöneticisi ve oyuncusu.
24 Oscar Wilde, Tutkular, Acılar, Gülümseyen Deyişler, Ş. Eczacıbaşı, Remzi Kitabevi, 2001, s. 27.
25 Charles Baudelaire (1821-1867): Çağdaşlarını aşarak modern uygarlığın şairi olarak ünlenen Fransız şair.
26 Lavta: Mızrapla çalınan, gövdesi uttan küçük bir çalgı.
27 Agy. s. 29.
28 Lillie Langtry (1853-1907): Güzelliğiyle ünlü İngiliz tiyatro oyuncusu.
29 Sarah Bernhardt (1844-1923): Lakabı tanrısal Sarah’tır. Fransız kadın oyuncu.
30 Ellen Terry (1847-1928): Döneminin en ünlü İngiliz sahne sanatçısı.
31 William Shakespeare (1564-1616): İngiliz şair ve oyun yazarı.
32 Johann Wolfgang Von Goethe (1749-1832): Alman şair, oyun yazarı, romancı. Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olarak tanınır.
33 Agy. s. 34.
34 Agy. s. 35.
35 Agy. s. 40.
36 Hans Christian Andersen (1805-1875): Dünya çapında tanınmış eşsiz masal ustası.
37 Grimm Kardeşler olarak bilinen Jacob Ludwig Cane (1785-1863) ve Wilhelm Cane Grimm (1786-1859): Halk masalları derlemeleriyle ünlenmişlerdir.
38 Agy. s. 47.
39 Agy.
40 Émile Zola (1840-1902): Edebiyatta doğalcılığın kurucusu, Fransız romancı ve eleştirmen.
41 Honoré de Balzac (1799-1850): Klasik roman türünün yerleşmesinde önemli yeri olan Fransız yazar.
42 Stanley Kubrick (1928-1999): ABD’li sinema yönetmeni ve senaryo yazarı.
43 Maksim Gorki (1868-1936): Rus doğalcı öykü, roman ve oyun yazarı.
44 Gustave Flaubert (1821-1880): Fransız edebiyatında gerçekçiliği başlatan yazar olarak tanınır.
45 Peter Handke (1942- ): Alman dilinin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki en özgün yazarları arasında sayılan, Avusturyalı öncü oyun yazarı, romancı, şair ve denemeci.
46 Agy. s. 25.
47 Dekadans: Çökmekte olan, gerileyen, yozlaşan.
48 Kösnü: Şehvet, erotizm.
49 Agy. s. 62-63.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDorian Gray'in Portresi
- Sayfa Sayısı312
- YazarOscar Wilde
- ÇevirmenOsman Çakmakçı
- ISBN9786053541783
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pi’nin Yaşamı ~ Yann Martel
Pi’nin Yaşamı
Yann Martel
Bir yük gemisinin trajik şekilde batmasının ardından, bir filika uçsuz bucaksız, vahşi Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın, hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı bir sırtlan,...
- 6 Saniye ~ Rick Mofina
6 Saniye
Rick Mofina
Üç yabancı, bir komploda karşı karşıya gelir. Bu komplo dünyayı değiştirecektir, yalnizca 6 saniye içinde. Dünyayı değiştirecek komplo geri sayımda… Cennette kendisine vadedilen yere...
- Başkan Babamızın Sonbaharı ~ Gabriel Garcia Marquez
Başkan Babamızın Sonbaharı
Gabriel Garcia Marquez
Başkan Babamızın Sonbaharı, küçük bir Latin Amerika ülkesinde kendi zorbalığının kapanına kısılmış bir diktatörün öyküsü. Ölmekte olan bir diktatörün, Tanrı korkusu ile zalimlik arasında...