Sıradan bir pazarlamacı olan Gregor Samsa, bir sabah sıkıntılı rüyalardan uyandığında kendini tuhaf, devasa bir böcek olarak bulur. İnce titrek bacakları, çirkin, boğum boğum karnının iki yanında, denetimden çıkmış gibi sağa sola sallanmaktadır. Batı edebiyatının ve modernizmin kilometre taşlarından biri olan Dönüşüm, asıl şimdi, yirmi birinci yüzyılın başında, modern insanın derinden yaşadığı “yabancılaşma”dan kaçmanın imkânsızlığını, yaklaşık seksen yıl önce haber vermiş gibidir. Koruyucu bir böcek kabuğunun içine sığınmak, kendini her türlü iletişime, “saçma” olanın bu ete kemiğe bürünmüş biçimi karşısında bile hâlâ rutin hayatı, görevleri hatırlatan “dış” seslere kapamak, kısacası “oyundan çıkmak”, bir kurtuluş olduğu kadar, hayatın anlamına uzak düşmenin cezasıdır da.
Dönüşüm: Yabancılaşmanın ağırlığı
***
ÖNSÖZ YA DA
KAFKA ‘KOLONİSİ’ HAKKINDA
“Ceza Sömürgesi” adıyla çeviri edebiyatımıza girmiş olan öykünün Almancası: In der Strafkolonie… “Ceza Kolonisinde” diye çevirmek mümkün… Kolonie, Latince bir sözcük: Bir devletin kendi sınırları dışında sahip olduğu, siyasal ve ekonomik yönden kendine bağımlı ülke, bölge, yer vb. anlamına geliyor. Türkçe’deki “sömürge” sözcüğü bu anlamları karşılıyor… Ancak Kolonie, aynı ulustan kişilerin oluşturduğu topluluğun, ulusal sınırlar dışında, ülkelerinin geleneklerine, örf ve âdetlerine bağlı kalarak yaşadıkları yer, yerleşim anlamına da geliyor. Hangi karşılığın daha yerinde olacağına, okur öyküyü bitirdikten sonra karar verecektir herhalde… Ama asıl önemli olan şudur: Okur, biri nispeten uzun, diğerleri kısa bu birkaç öyküyü okuduktan sonra –ya da okurken– hep olduğu gibi, kurallarını, anlamlarını, içeriklerini tek kişinin belirlediği bir anlatılar dünyası kolonisinde bulunduğu hissine sık sık kapılabilir.
Kafka’nın arzusu hilafına onun metinlerini imha etmeyerek, edebiyat, kültür dünyasına kazandıran arkadaşı Max Brod, bu metinleri tanınmış Alman ozanı ve yazar Franz Werfel’e okuduğunda, Werfel, “Bodenbach sınırının ötesinde, Kafka’yı anlayan tek kişi çıkmayacaktır,” demiştir.
“Kafka’yı anlamak”tan Werfel’in neyi kastettiğini çıkarmak zordur. Werfel’in, hatta Kafka’ya en yakın kişilerden sayılan Max Brod’un bile, bizzat Kafka’nın açıklamalarıyla, söyledikleriyle nerelere savrulmuş olduğunu bilemeyiz; bu metinlerin anlamına yaklaştılar mı, onlardan uzaklaştılar mı, bunu da bilemeyiz… Kafka ‘kolonisinin’ içinde olmak, oralı olmak anlamına pek gelmez. Çünkü koloninin kurucusu da biraz kaybolmuş gibidir orada. Yolu oraya düşeni bölük pörçük, ilintileri zor kurulur “bilgilendirmelerle” dolaştırıp durur Kafka metinlerinin içinde. Ama bunu yaparken birkaç bakımdan ödüllendirir meraklısını: En başta, eşi örneği az bulunur ince bir ironinin yollarını döşeyerek… Gündelik hayattan stilize edilip ayrılmış sıradan ilişkiler bu öykülerde (metinlerde) öyle bir matematikle bir araya getirilirler ki, daha baştan, bir öykü okumaktan çok bir “sorun, bilmece çözme göreviyle” karşı karşıya getirildiğimiz duygusuna kapılabiliriz.
Kafka metinleri bugüne kadar farklı, değişik, birbirine zıt yorumlara destek vermiş, zaman zaman yorumcuların kendi görüşlerini kanıtlamanın aracına bile dönüşmüştür. Bu metinler, dini açıdan anlaşılmaya çalışılmış, psikanalizci edebiyat anlayışı orada kendince bir şeyler bulmaya kalkmış, Fransa ve İtalya’da daha çok gerçeküstücülük akımlarıyla ilintilenmek istenmiş, sosyalist ülkelerde kimi zaman vize alabilmiş, kimi zaman yasaklara çarpmıştır.
Birer “yap boz”dur bu metinler… Sonsuza kadar bozup kurabileceğiniz sayısız ayrıntı dağarcığı… Okuyana hep bir ‘orta’ arama, bir merkez kurma ihtiyacı hissettiren elektronlar gibidir bu metinlerin cümleleri; hepsi eşdeğerli, hepsi kendi merkezinin ekseninde dönen kodlar gibidirler. Onları bir merkez etrafında toplamak imkânsızdır sanki…
Tebessüm, şaşkınlık ve yenilgi duygusu arasında gidip gelirken, anlamasak bile anlama serüveninin bir parçası olmanın mutluluğunu yaşarız. Gerçekten de Kafka okurunu birleştiren ortak nokta, bir Kafka okuru cemaati kurabilen etmen budur: Orada herkes “anlamaya çalışan”dır; anlamaya çalışmanın zevkini, edebiyatın bu modernist boyutunu bütün hazzıyla yaşayandır. İşin tuhafı, az sonra olacağı gibi, okur bu metinleri okumaya başladığında, ona hiç de karmaşıkmış gibi gelmez bunlar… Tersine, açık seçik, düz metinler gibi görünürler… Tam da okurun, hiçbir şey anlamasına gerek bırakmayan, neyi anlamadığını bile anlamadan rahatlıkla okuduğu metinlerdir. Ne var ki çok sürmez bu yanıltıcı algı; çeviriden gelmesi muhtemel handikapları bir yana bırakacak olsak bile, her bir cümlenin, ya da kod-biriminin kızağında, Dickens’ın ünlü “Bir Noel Şarkısı”ndaki gibi, hayaletlerin eteklerine tutunup isli, puslu ve de ağırlaştıkça ağırlaşan aysız bir gecede kaymaya başlarız. Romanlarındaki başkişi ya da kişiler, onları gittikçe saran ve bu kişiler bağlamında içine girildikçe anlaşılmazlaşan olaylar, bu yolculukta onlara yaklaştıkça bizden uzaklaşırlar. Kafka’nın öykülerinde ise, durum biraz farklıdır; öykü yapısının sadeliği, kişilerin azlığı, bir ya da iki olayın seçilip yoğunlaştırılmış olması, zaman zaman bu boşlukta süzülüş sırasında ayağımızı bir dama, bir baca kapağına olsun basmamıza fırsat verir… Ta ki, biz yeniden kayana, ayağımızın altındaki zemini yitirene kadar…
Anlatım Tekniği
Dikkatli, hele klasik metinlerin anlatım tekniklerine yabancı olmayan okur, örneğin bir Sefiller’de, yazarın bize, üçüncü tekil kişi dediğimiz anlatıcı tekniğiyle kendi kurduğu dünyayı, hem de elinden gelen her türlü anlatım aracını kullanarak açmaya çalıştığını kabul edecektir. Hugo, Tolstoy, Balzac ve aynı geleneğe giren sayısız yazar, çoğunlukla “her şeyi bilen”, geçmişi geleceği tanıyan, okuru hayat üzerinde bilgilendirmek için elinden geleni yapan anlatıcılardır. Tolstoy’da, Dostoyevski’de, “büyük anlatıcı” roman geleneğinde, üslupçu İngiliz yazarlarında bile değişmez bu kural: Ahlakıyla, yaşama tarzıyla, maddi manevi bütün ilişkileriyle, katıldıkları-katılmadıkları, eleştirdikleri-eleştirmedikleri, düzeltmek istedikleri bir dünya vardır onların… Okura, kendi dışlarındaki bir gerçekliği anlatır gibidirler; araya girerler, kahramanların, tiplerin ağzından fikirlerini okura aktarır, onu uyarır, ona yol gösterirler… Dünya görüşleri, hayat felsefeleri, bir başka deyişle ideolojileri, onlara o dünyayı nasıl gösteriyorsa (ya da göstermiyorsa) öyle sunarlar onu. Bu gelenek, “aydınlanma” hareketinin, bilgilendirici, aydınlatıcı eğitim anlayışıyla ilintilenebilir elbette…
Modernizm akımları, zaten aydınlanmacı aklın her şeye bir açıklama getirebileceği inancının çöktüğü, irrasyonel (akıldışı), sezgisel boyutun gerçekliğe ulaşmada devreye girdiği, bireyin “dış” karşısında söyleyebileceği bütünü kapsayan sözlerinin gerilediği akımlardır. Gerçeklik bütün olmaktan çıkmış, ayrıntı önem kazanmış, bütün, tek’in iç dünyasının yansımalarında parçalanmıştır (resimde, şiirde vs).
Kafka’yı bu gelenek içinde bir anlatıcı olarak değerlendirmek istersek, onun anlatı tekniğinin, yazarın söyleyecek sözünün –bir anlamda– kalmamasına bir işaret olduğunu söylemek mümkündür. Aydınlatıcı, her şeyi bilen, dünyalar yaratıp bozan auktoriyal yazarın karşısında Kafka (başka birkaç örnekte olduğu gibi) aradan çekilmiş yazar’a örnektir. Üçüncü tekil kişi (auktoriyal) bir anlatıcı vardır görünürde… Size sözgelimi açlık cambazının en azından kafesteki durumu hakkında bir yığın ayrıntılı bilgi verir, ama işte bu bilgiler, cümlelerin kendileri hakkındaki bilgilere benzerler; kendi dışlarındaki bir gerçekliğe zor götürürler okuru; ‘Dönüşüm’de, insanın nasıl olup da bir böceğe dönüşebildiğine ilişkin soruyu size sordurmayacak kadar kendi dünyalarını kuran cümlelerdir bunlar.
Çünkü: Yazarı arasanız da yazar, sizi bilgilendirmeye pek de gönüllü değildir aslında. Size doğru dürüst cevap verecek kimse yoktur ortada. Yazar yazılı metni masasında unutup gitmiştir, ya da size bırakarak!
Nasıl yapar Kafka bunu? Anlatımı kişilerinden, figürlerinden birinin perspektifine teslim ederek: Çok önemlidir bu… Dikkatli okur, romanlara kadar gitmeden, Ceza Sömürgesi’nde bile bu ‘tekniği’, yazarın saklambaç oyununu yakalayabilir. Onun figürleri birbirleri hakkında düşünür, birbirlerini ve ‘dünyayı’ (okur adına) görür, algılarlar. İşte, metnin içindeki kişinin algı dünyasına hapsedilmiştir okur, yazarın algı dünyasına değil. Şöyle bir benzetme de yapılabilir: Okur, öykünün içindeki figürlerin sırtına binmiş, onlarla gezmekte ya da savrulup durmaktadır. Kör Odipus’un koluna girmiş küçük Odipuslar… Yol gösterici tanrıların dinlenmeye çekildiği ya da zaten yollarını şaşırdığı bir cehennem…
Açlık cambazını denetleyen bekçilerin, “her nedense birer kasap” olduğunu öğreniriz. Benzer bilgilendirici cümleler de vardır; ama bir kez tuzak kurulmuştur işte… Kafesin dibinde nöbet tutanlar niçin kasaptır? Bir anlamı var mıdır bu kodun? Cevap almak için yazarı boşuna ararsınız, üstelik öykünün sonunu beklemeniz de bir işe yaramaz. Zaten yazar size bir açıklama yapsa bile, ‘kasap’ örneğinde olduğu gibi, sözde aydınlatmaya çalıştığı gerçeği büsbütün bulandırmaktan öte bir işlevi olmayacaktır onun söylediklerinin… Kaldı ki biraz zorlarsak, öykülerdeki birçok nesnel bilginin, gene öyküdeki birinin algısına bağlanabileceğini, yazardan çok onun düşüncesiyle ilintilenebileceğini görürüz. Bu ‘yazarı saklama’ tekniğinin, metinlerdeki, ‘gördü, işitti, sandı, fark etti, umdu…’ vb. eylem sözcüklerinin bolluğunun bir belirtisidir. Dünyayı öyküdeki figürlerden birinin algı dünyasına indirgemenin kaçınılmaz yoludur bu… Bir “galiba öyle sandı, öyle algıladı” hali…
“Kafka kolonisi” dedim ama bunlara “çember metinler” de denebilir. (Bkz. Metinlerle Söyleşi, Prof. Dr. Şara Sayın, Multilingual, 1999; kitaptaki metinler arasında, mutlaka okunmasını tavsiye edeceğimiz çok işlevsel “Kafka” denemeleri olduğunu hatırlatalım!) Anlatıcının aradan çekip gittiği yerde, öykünün (romanın) kişileri ile o kişilerin koluna tutunmuş okur, bir ayrıntıdan ötekine, bir labirentten diğerine savrulup dururken, çember hareketi içinde dört duvar arasında dolanıp durur… Bu, gittikçe daha çok dışa kapanan ‘coğrafyada’, tarihsel gerçeklikten iyice kopar kişi ve de okur… İnsan ilişkileri, sosyal çevre, hep bu kurmacanın içinde moleküllerine ayrılıp ayrılıp yeni, tuhaf oluşumlar kurarlar… Dünya kapının hemen önünde kalmış gibidir; ne heyecan verici bir ses, ne insan psikolojisine uygun bir tepki, ne de doğa vardır orada (Kafka romanlarının ve öykülerinin çok belirgin bir özelliği, kişilerin bildik insan tepkileri göstermeleri bakımından psikolojik, karakter belirleyici boyuttan da yoksun oluşlarıdır. Ne iyi, ne kötü, ne ahlaklı ne de ahlaksız nitelemesini yakıştırabilirsiniz onlara. İçlerinde bulundukları duruma tepkiler veren kuklalar gibidirler. Bu da bizi ‘anlatının’ klasik ‘karakter’ boyutundan yoksun kılar)…
Anlatıların Yapısını ‘Sökme’ Girişimi
Şimdi, bu genellemelerin ardından, bu kitaba aldığımız metinlerle birlikte başka birkaç öykü ve romana şöyle bir değinip, bir “yapı analizi” yapmayı deneyebiliriz: “Sökme” deyişim, bilerek; çünkü sonuçta metinleri bir anlam etrafında toplama gibi bir amacı hiç taşımıyor. Zaten bu, az önce söylediklerimizin de inkârı anlamına gelebilir. Gene de, metinlerin üzerine gitme konusunda okuru biraz daha kışkırtıcı bir yol izleme hakkımızı kullanmaktan çekinmiyoruz. Yukarıda değindiğim, değerli hocamın metinleri gibi, başka sayısız metin, ‘Kafka kolonisine’ giden yolun taşlarını nasıl biraz döşeyecekse, tersine, bu tip yapı analizleri de hem o öyküleri, romanları, hem de bunların üstüne yazılanları değerlendirmeye katkıda bulunabilecektir. Çünkü: Kafka, başka kimi örneklerde olduğu gibi, ikincil literatür dediğimiz, “metinler üzerine yazılanların” oluşturduğu birikimin de okurun başına bela kesildiği bir üretimin sorumlusudur!
Düzen; Düzenin Bozulması; Düzenin Yeniden Kurulması
Hemen hepimizin çok iyi tanıdığı klasik Hollywood sinemasının öyküsünde, dramatik yapı, üç basamaklı bir gelişme gösterir: Başta bir düzen vardır, bir aile düzeni, birbirini seven iki kişi, huzurlu bir kasaba, yolunda giden gündelik hayatın göbeğinde bir iş ilişkisi vb… Derken ortaya çıkan beklenmedik bir durum (kişi/etmen) bu düzeni bozar, sarsar, dağıtır. Başkahraman bir tür kriz durumuna sürüklenir: Bu ikinci evre, kahraman için bir sınav, öğrenme, olgunlaşma evresidir de… Üçüncü evrede zorluklar halledilir, kriz çözülür, baştaki ‘düzen’ daha da sağlam kurulur…
Bu şemayı kullanarak Kafka ‘anlatısına’ döndüğümüzde şunu görürüz ki, gerek iki büyük romanında (Dava, Şato) gerekse öykülerinin çoğunda, onun ‘figürleri’ (kişileri), kendilerini hemen hep bu ikinci evre’nin, düzenin bozulmak üzere olduğu bir aşamanın önünde bulurlar. Dava’nın hemen girişinde, birilerinin Joseph K.’ya iftira etmiş olma olasılığını hatırlatır yazar bize, öyle ki, Joseph K. bir sabah, “kötü” bir şey yapmadığı halde tutuklanır. Dönüşüm’ün hemen girişinde, Gregor Samsa, odasında uyandığında, kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Şato’da kadastrocu, bir köprünün başında durmuş, karın, sisin içindeki Şato’yu görmeye çalışmaktadır. O da, az önce sözünü ettiğimiz ikinci evre’nin hemen ağzındadır. Açlık cambazı zaten en baştan, o kafesin içindedir. Ceza Sömürgesi’nde araştırmacı gezgin, hemen infaz yerindedir ve bizimle birlikte öyküye girer…
Kimin, neyin, niçin, hangi koşullarda zorlaması, hangi nedenler sonucu, klasik anlatının “kriz” dediği, Kafka anlatısı içinse varoluşun biricik ‘ortamı’nı oluşturan aşamada kendini bulduğunu hiç öğrenemeyiz. Klasik anlatı şemasında bu aşama bir olgunlaşma, (sözde de olsa) hayatı tanıma aşamasıyken, Kafka anlatısında değişmez bir durum, bizatihi, olup olabilecek dünyanın kendisi gibidir… Böyle olunca da, onun figürleri, oradan geriye, sözde bir zamanlar varolmuş o ilk düzene atıflar yapıp özlemler çekseler de, ne o düzenin nasıl bozulduğunu, ne de niçin özlendiğini anlayabiliriz… “Eskiden”, “bir zamanlar” durumu şimdiki durum değildir. Ne anlamda? Açlık cambazının gösterisine ilginin çok büyük, eski komutan döneminde infaza duyulan merakın sınırsız olması anlamında… Şimdi artık olmayan bir şeyin olduğu bir durumdur eski düzen…
‘Geçmişin’, o şimdi’ye (olayların geçtiği döneme) göre, öykünün figürünce yeğlenir, tercih edilir ya da özlenir hali, önceki durumu ‘olumlu’ kılmaya yeter mi? Ya da şöyle soralım: Karşımızda objektif bir “daha iyi olma” durumu, objektif bir “düzen” değil de, öykünün kişisinin algısına ve belli bir kaygısına göre “daha iyi olan” bir önceki evre mi vardır? Öyleyse kişi, algıladığı, ama pek anlam veremediği ya da kolay anlaşılamayacak nedenlerle yeğlemez göründüğü, ama içinde örümcek ağına takılmış gibi debelendiği bir “duruma” sürüklenmiştir. Anlatının kendi kurmacasının (kurgusunun) mantığında tercih edilir bir önceki durumdur bu; böyle bir ilk “özlenebilir” durumun olmadığını, Hüküm öyküsünün girişindeki o yüzeysel, ahenkli, mutlu atmosfer betimlemesinden de çıkartabiliriz: En güzel ilkbaharlardan birinde, güzelim bir pazar günü öğle öncesinden söz edilir: Tıpkı David Lynch’in Blue Velvet filminin girişinde olduğu gibi… Huzur içinde, güneş ışığına boğulmuş bir kasaba evi… Çiçekler, öten kuşlar, mutlu itfaiyeciler. Lynch bize bu girişi, aynen filmin sonunda olduğu gibi, kurmaca, düşsel, imkânsız bir düzen durumu olarak sunar. Öylesine abartılı bir huzurdur ki bu, tıpkı cennet gibi düşsel ya da zaten imkânsız… Hüküm öyküsünün girişindeki bu düşsel huzur ortamı da, çok geçmeden silinip gidecektir. Çünkü öykünün figürü (kişisi) zaten oldum olası o ikinci evrede yaşamaktadır… Petersburg’da yaşadığı su götürür arkadaşına yazdığı mektuplarla ayakta durmaya çalışarak…
Zaman / Değişme / Gelişme?
Ceza Sömürgesi’nde ve Açlık Cambazı’nda zaman, art arda gelen zincirleme sekansların oluşturduğu bir süreçten çok, bir ‘durum’dur. İnfaza ve cambazın aç kalmasına duyulan ilginin azalması ilişkisinde, bir “bir zamanlar” ve “şimdi” durumu oluşur. Ama gerçek bir geçmiş ve şimdi süreci, bir zaman duygusu yaşamayız bu öykülerde ve öteki anlatılarda…
Zaman, “yasanın önünde” bekleyen taşralı adamı yaşlandırır, ama kapıda bekleyen bekçide en ufak bir değişiklikten söz edilmez… Kafka’da, taşralı adamı kuşatan bir durumdur zaman; gerektiğinde getirdiği sonuçlar vardır (ilginin azalması, taşralı adamın yaşlanması, Hüküm’de babanın ağzında diş kalmaması), ama kendisi yoktur… ‘Pazar günü öğle öncesi, bir ilkbahar, o gün öğleden sonra, çok sonraları, yıllar sonra’ gibi ifadeler, hemen hep zamanın süreçleri içinden kopartılmış durumlara işaret ederler. Bu nedenle olacak, sonsuz bir zamana yayılmış gibidir Kafka anlatıları. Zaman iyice genleşip “süreç” olma özelliğini yitirmiştir. Belki şöyle de söylenebilir: Kafka figürleri (kişileri) aynı durumda (anda) farklı zaman düzlemlerinde yaşadıkları için (de) ortaya hayaletimsi bir dünya çıkmaktadır. (Zamanın bu oyunu, çevirilere de güçlük çıkarmaktadır: Açlık Cambazı’nda, tekrarları anlatan, ‘ederdi, yapardı, olurdu, derdi…’ cümlelerinden, di’li geçmiş zamana ‘etti, yaptı, oldu, dedi…’ geçişlerde, çevirmen arkadaşımızın zorlanmaları boşuna değildi.)
Mekân
Üst üste binmiş zamanların ya da genleşmiş, yayılmış bir zamansal boşluğun içine fırlatılmış kişi, kendini gene bir ‘durum’ olarak tanımlayabileceğimiz bir mekânın ya da mimarinin içinde bulur (açlık cambazının kafesi; tropikal, kıraç, ama coğrafi bölgesi belirsiz, bir tür territorium incognito’da [bilinmeyen bölgede] suçunu mahkûmun bedenine kazıyan bir infaz makinesi; ünlü Trapez Cambazı öyküsünde hayatın biricik mekânına dönüşmüş ip vb…). Mekân labirentleşmiş, kudretlilerin, iktidarın kişiye kapalı ‘yüksek mimarisi’ ile alttakilerin hareket ettikleri labirent olmak üzere, güç ilişkisine göre ikiye bölünmüştür. Şato’da, güçlüler,
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Öykü Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDönüşüm
- Sayfa Sayısı100
- YazarFranz Kafka
- ÇevirmenEvrim Tevfik Güney
- ISBN9789756323755
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sevgili Michele ~ Natalia Ginzburg
Sevgili Michele
Natalia Ginzburg
Ama şu da gerçek ki, yaşamımızın belli bir noktasında, duyduğumuz vicdan azaplarını sabahları bisküvi gibi kahveye batırırız. Natalia Ginzburg, 1973’te yayımladığı Sevgili Michele’de geleneksel...
- Üç Kadın ~ Lisa Taddeo
Üç Kadın
Lisa Taddeo
Arzu. Bizi büyülüyor ve avucuna alıyor. Düşüncelerimizi kontrol ediyor, hayatlarımızı yönlendiriyor, bazen sadece onun için yaşıyoruz. Yine de hakkında neredeyse hiç konuşmuyoruz. Ve derinlerde...
- Sen Gittiğinde ~ Gayle Forman
Sen Gittiğinde
Gayle Forman
Her şey bitti derken… Sadece bir tesadüf yetebilir… “Ben bir nehrin akıntısına kapılmıştım, o ise kıyıda kalmıştı.” Adam’ın, Mia’yı aşkıyla hayata döndürmesinin ve Mia’nın,...