İçsel ve psikolojik bir drama olan Dönüş, insanlar arası ilişkileri, çatışma atmosferlerini ve zihinden geçen düşünceleri anlatmakta dünyanın en usta kalemlerinden biri olan Joseph Conrad’ın anlatım derinliği ve gerçekçi kurgulanmış, yerinde ve düşündürücü çatışma sahneleriyle, insanlığın birbirine duyduğu hürmet, samimiyet ve güvenin altında yatan pek çok soruyu gündeme getiriyor. Zengin ve politik olarak da güçlü bir iş adamı olan Alvan Hervey, bir gün iş seyahatinden evine döndüğünde, eşinin, kendisini terk ettiğini bildiren bir mektup bulur boş evde. Yaşadığı derin iç bunalımı ve büyük çöküş, kısa bir zaman sonra eve geri gelen Bayan Hervey’in pişmanlığını belirtmesine rağmen, büyük bir çatışmaya dönüşür.
Esasta sevgiye, sevilmeye hasret olan Bayan Hervey, bir oyun mu oynamıştır, yoksa gerçekten de terk etme amacıyla evden ayrılmış ama cesaret edemeyerek geri mi dönmüştür? Çevremizde, sevgisine sahip olduğumuz insanlara acaba ne kadar sevgi gösteriyoruz, onları ne kadar anlıyoruz? Bu büyük eserinde Conrad, bize kendi dünyamızı da sorgulayabileceğimiz önemli sorular hediye ediyor. Gerçekler, gözyaşlarının arkasına saklı kalan buğulu gözlerde yıkıcı birer acıya dönüşür. Peki, bir gerçek sizi ne kadar incitebilir? Yanıtı mı? Hervey’in zihninde…
***
DÖNÜŞ
Şehirden gelen iç hatlar treni, hızla, kara bir boşluktan dışarı fırladı ve puslu alacakaranlıkta, uyumsuz, gıcırdayan gürültüsüyle, bir batı yakası istasyonunda durdu. Bir dizi kapı hızla açıldı ve pek çok insan, başı önünde dışarı çıktı. Silindir şapkaları, sert ve solgun yüzleri, koyu renk paltoları ve parlak çizmeleri vardı; eldivenli ellerinde, ince şemsiyeler ve yeşilimsi, pembemsi ya da beyazımsı sert, kirli paçavralara benzeyen, aceleyle katlanmış akşam gazeteleri tutuyorlardı. Alvan Hervey, dişlerinin arasında tüten bir sigarayla, diğer herkesle beraber dışarı çıktı. Soluk siyaha bürünmüş, her iki kolu da paketlerle dolu olan, dikkate alınmamış küçük bir kadın, sıkıntıyla koştu, üçüncü sınıf kompartmanlardan birine hızla daldı ve tren hareket etti. Vagon kapılarının çarpışı, tıpkı bir yaylım ateşi gibi keskin ve kinci bir şekilde patladı. Keskin dumanla karışan soğuk hava tüm peronu sardı ve kulaklarını yün bir atkıyla örtmüş, yalpalayarak yürüyen yaşlı bir adamın ilerleyen kalabalığın içinde, bastonuna doğru şiddetle öksürmek için kısa bir süre durmasına sebep oldu. Kimse durup bakmadı bile.
Alvan Hervey bilet gişesinden geçti. İnsanlar kirli bir merdivenin çıplak duvarları arasında, hızla çıkıyorlardı; arkadan bakınca aynı gibiydiler, neredeyse üniforma giyiyorlarmışcasına; duygusuz yüzleri başka başkaydı ama ihtiyat, asalet, nefret ya da öngörü hususunda birbirlerini ısrarla görmemezlikten gelen kardeşlerin yüzlerine baktığınızda olduğu gibi aralarında akrabalık var olduğunu hissettiriyordu; ve gözleri, hızla ya da yavaşça; tozlu basamaklara bakan; kahverengi, siyah, gri, mavi gözleri; hepsi aynı şekilde bakıyordu; sabitlenmiş ve boş, tatmin olmuş ve düşüncesiz.
Sokağın büyük girişinin dışında, insanlar uzlaşmaya dair herhangi bir şeyden; benzerlik ya da güvenden; gerçek ya da veba gibi şüphelenilen ve saklı tutulan bir şeylerden kaçan aceleci tavırlarıyla, birbirlerinden hızla uzaklaşarak farklı yönlere dağıldılar. Alvan Hervey girişte bir dakikalığına yalnız başına dikilirken tereddüt etti, sonra eve yürümeye karar verdi.
Metanetle yürüdü. Sisli bir yağmur, gümüşî toz gibi, kıyafetlerin, bıyıkların üzerine kondu. Yüzleri yıkadı, kaldırım taşlarını parlattı, duvarları kararttı, şemsiyelerden aktı. Yağmurda kayıtsız bir durgunluk, başarılı ve mağrur birinin sakin huzuruyla, kendinden fazlasıyla emin bir biçimde yürümeye devam etti, çok parası ve arkadaşı olan bir adam olarak. Uzun boylu, iyi giyimli, yakışıklı ve sağlıklıydı. Temiz, solgun yüzü sıradan sağlığının altında, sadece kısmen zor başarıların elde edilmesinden, oyunlarda ya da para kazanma sanatında ilerlemekten, hayvanlar ve muhtaçlar üzerinde kolay bir efendilik kurmaktan gelen kabalığın verdiği çöküntünün ince rengini taşıyordu.
öksürmek için kısa bir süre durmasına sebep oldu. Kimse durup bakmadı bile.
Alvan Hervey bilet gişesinden geçti. İnsanlar kirli bir merdivenin çıplak duvarları arasında, hızla çıkıyorlardı; arkadan bakınca aynı gibiydiler, neredeyse üniforma giyiyorlarmışcasına; duygusuz yüzleri başka başkaydı ama ihtiyat, asalet, nefret ya da öngörü hususunda birbirlerini ısrarla görmemezlikten gelen kardeşlerin yüzlerine baktığınızda olduğu gibi aralarında akrabalık var olduğunu hissettiriyordu; ve gözleri, hızla ya da yavaşça; tozlu basamaklara bakan; kahverengi, siyah, gri, mavi gözleri; hepsi aynı şekilde bakıyordu; sabitlenmiş ve boş, tatmin olmuş ve düşüncesiz.
Sokağın büyük girişinin dışında, insanlar uzlaşmaya dair herhangi bir şeyden; benzerlik ya da güvenden; gerçek ya da veba gibi şüphelenilen ve saklı tutulan bir şeylerden kaçan aceleci tavırlarıyla, birbirlerinden hızla uzaklaşarak farklı yönlere dağıldılar. Alvan Hervey girişte bir dakikalığına yalnız başına dikilirken tereddüt etti, sonra eve yürümeye karar verdi.
Metanetle yürüdü. Sisli bir yağmur, gümüşî toz gibi, kıyafetlerin, bıyıkların üzerine kondu. Yüzleri yıkadı, kaldırım taşlarını parlattı, duvarları kararttı, şemsiyelerden aktı. Yağmurda kayıtsız bir durgunluk, başarılı ve mağrur birinin sakin huzuruyla, kendinden fazlasıyla emin bir biçimde yürümeye devam etti, çok parası ve arkadaşı olan bir adam olarak. Uzun boylu, iyi giyimli, yakışıklı ve sağlıklıydı. Temiz, solgun yüzü sıradan sağlığının altında, sadece kısmen zor başarıların elde edilmesinden, oyunlarda ya da para kazanma sanatında ilerlemekten, hayvanlar ve muhtaçlar üzerinde kolay bir efendilik kurmaktan gelen kabalığın verdiği çöküntünün ince rengini taşıyordu.
Eve normalde olduğundan çok daha erken gidiyordu; doğruca şehir kulübüne uğramadan. Kendini sosyal, iyi eğitimli ve zeki bir adam olarak görüyordu. Kim görmez ki? Ama bağlantıları, eğitimi ve zekâsı, birlikte iş yaptığı ya da kendini eğlendirdiği adamlarla eşit derecedeydi. Beş yıl önce evlenmişti. Tüm tanıdıkları âşık olduğunu söylediği ve kendinin de dürüstçe bunu itiraf edebildiği zaman ki her erkeğin hayatında bir kere âşık olduğu ve eşinin ölmesi durumunda tekrar âşık olmasının takdire şayan bir davranış olduğu iyice anlaşılmıştır. Kız sağlıklı, uzun boylu, sarışındı ve adama göre daha sosyal, iyi eğitimli ve zekiydi. Ayrıca bireyselliğin farkındaydı ve hiçbir işe yaramadığı evinde kendini bir kutuya hapsedilmiş hissediyor, sıkılıyordu. Asker gibi yürürdü, sütun gibi güçlü ve dikti, güzel bir yüzü, samimi çehresi, saf gözleri vardı ve kendine ait tek bir fikri yoktu. Adam, bu cazibelere hemen teslim oldu ve kız, ona âşık olduğunu ilân etmeye bir dakika bile tereddüt etmeyeceği cinsten biri gibi gözüktü. Bu kutsal ve şiirsel kurgu örtüsünün altında, onu pek çok nedenden dolayı amiyane biçimde arzuluyordu ama genellikle onu kendini tatmin etmek için istiyordu. Bu konuda çok donuk ve ciddiydi- duygularını gizlemek için de hiçbir dünyevî sebebi yoktu- ki bu da yapılacak en uygun davranıştı. Fakat hiç kimse, tecrübe ettiği hasret duygusuna katlanmak zor olduğundan, bu görevini ihmal etse şaşırmazdı. Duyduğu hasret daha güçlü ve şüphesiz biraz daha karmaşıktı ama doğası yüzünden, aç bir adamın akşam yemeğine hissettiği iştahından suçlanabileceğinden daha çok suçlanmayı hak etmiyordu.
Evlendikten sonra kendilerini, göze çarpan bir başarıyla, tanıdık sayısını artırmakla meşgul ettiler. Otuz kişi onları simâ olarak tanıyordu. Yirmisi daha konuksever yerlerde, samimiyet gösterileriyle ortamda bulunmalarına katlanabildi. En az ellisi, varlıklarından haberdar oldu. Duygudan, hevesten ya da başarısızlıktan, yangından, savaştan veya ölümcül hastalıktan korktuklarından daha çok korkan, sadece en sıradan düşüncelerin en sıradan çözümlerine tahammül eden ama yalnızca kârlı gerçeklerin farkına varan, tamamen hoşnut adamların ve kadınların olduğu geniş dünyalarında hayatlarına devam ettiler. Tüm faziletlerin barınağı, hiçbir şeyin fark edilmediği, tüm neşe ve acıların dikkatlice zevk ve sıkıntılara dönüştürüldüğü, oldukça çekici bir alandı. Soylu duyguların, düşünce ve tutkuların acımasız maddeciliğinin gizlenmesinin yeterince işlendiği bu dingin bölgede, Alvan Hervey ve eşi, varoluşlarının ahlâkî doğruluğuna dair hiçbir şüpheyle gölgelenmeden, mantıklı mutluluklarıyla beş yıl geçirdiler. Kadın, her türlü hayır işine girdi ve bireyselliğinin hakkını vermek için, mevki sahibi hanımefendiler tarafından yönetilen ve başkanlık edilen farklı kurtarma, geliştirme derneklerine üye oldu. Adam da politikayla aktif biçimde ilgilenmeye başladı. Edebî bir kişilikle, ki kendileri bir kontla akrabaydı, tesadüfen tanışınca, yok olmak üzere olan bir halk gazetesini finanse etmeye iknâ oldu. Aşırı sıkıcılığının kurtardığı yarı siyasî ve bütünüyle skandal bir yayımdı. Tamamen sadakatsiz olduğu, yeni düşünce içermediği, sayfalarında şans eseri bile görülemeyecek hiçbir zekâ, hiciv ya da öfke kıvılcımı bulunmadığından, ilk bakışta hayli güzel değerlendirmişti adam onu. Sonra, karşılığını verdiğinde, hemen, bunun aslında ahlâkî bir sorumluluk olduğunu anladı. Amacı için hazırlık niteliğindeydi ve edebiyat olarak algıladığı bu bağlantıdan aldığı özel haz, hoşuna gitmişti. Bu bağlantı çevrelerini daha da genişletti. Halk için güzel yazılar yazan ya da resim çizen kimseler bazen evlerine geldi ve editörü de sıkça ziyaretlerde bulundu. Onu bir eşeğe benzetiyordu çünkü çok büyük ön dişleri vardı (doğru olan küçük, düzgün dişlere sahip olmaktı) ve saçına pek çok adamın taktığından daha uzun bir peruk takıyordu. Yine de bazı dükler uzun peruklar takarlar ve bu adam da şüphesiz işini biliyordu. En kötüsü de kesinlikle harikulâde olmasına karşın güvenilmez olan ciddiyetiydi. Bastonunun başı, büyük dişlerinin önünde sallanarak salonda nazikçe ve iri cüssesiyle oturdu, hafif gülümsemesiyle saatlerce alışılmadık ve açıkça sinir etmeyen bir şekilde konuştu. Alnı alışılmışın dışında olmaktan çok daha yüksekti ve altında sakalsız yanaklarının arasında kaybolan, yumuşak bir kıvrımla kar ayakkabılarının burnu gibi şekillenmiş çenesine inen muntazam bir burun vardı. Ve şişman, şeytanca kurnaz bir bebeğin yüzünü anımsatan bu çehrede akıllı, etrafı süzen, inanılamaz bir çift siyah göz parlıyordu. Şiir de yazardı. Tam bir ahmaktı. Ancak heybetli redingotunun eteklerinde dolanan bir dizi adam, söylediklerinden harika şeyler anlıyor gibi gözüküyorlardı. Alvan Hervey bunu, yaptığı taklide bağlıyordu. En başta o artistik kıyafetleri tamamen taklit ürünüydü. Yine de tüm bunlar oldukça uygundu, onun işine yarıyordu-ve eşi bundan hoşlanıyor gibi görünüyordu. Sanki o da bu entellektüel bağlantıdan farklı ve saklı bir fayda elde ediyordu. Kadın, kalabalık ve üst düzey konuklarını, sindirilmiş yabancıların aklında bir fil, zürafa, bir ceylan, bir gotik kule, yetkin bir meleğe dair uygunsuz ve aykırı anımsatmalar uyandıran, o garip, kendine ait abartılı ve ağır nezaketiyle ağırlıyordu. Perşembeleri onların dünyasında meşhur bir hâl alıyordu ve dünyaları sokak eklenerek durmadan genişliyordu. Ayrıca bu, Birileri’nin Bahçesini, yeni gelişenleri ve birkaç düzgün insanı da içeriyordu.
Böylece Alvan Hervey ve eşi birbirlerinin dizi dibinde beş ferah yıl geçirdi. Zamanla böyle bir varoluşun tüm uygulanabilir amaçları adına, birbirlerini yeterince iyi tanıdılar ama aynı yemlikte, aynı çatı altında, lüks bir ahırda yemek yiyen iki hayvanın gerçek samimiyetlerinden daha öte değillerdi. Adamın isteği bastırılmıştı ve bu, alışkanlık hâline geldi; kadının da arzuları vardı. Baba evinden çıkma, bireyselliğini ispat etme, kendi yerine taşınma ki bu baba eviyle ilgili arzudan çok daha akıllıcaydı); kendine ait bir evi olma ve dünyanın saygısı, kıskançlığı, alkışları adına kendi payını elde etme arzusu. Birbirlerini kârlı bir entrikadaki dikkatli suikastçiler gibi kurnazca, tek söz konuşmadan anlıyorlardı; çünkü her ikisi de bir gerçeğe, bir duyguya, bir kurala ya da kendi asaletlerinin, kendi zaferlerinin, kendi faydalarının ışığındaki bir inanca bakamıyorlardı. El ele, sakin ve mesafeli bir hâlde, hayatın yüzeyini gözden geçirdiler; tıpkı izleyenlerin hayranlığı için dinlenmeden akan ve karanlık, engin, donmamış olan saklı hayat akıntısını küçümseyip görmezden gelerek kalın buzda şekiller yapan iki maharetli patenci gibi.
Alvan Hervey iki kez sola, bir kez sağa baktı, ortasında demir parmaklıkların ardında bulunduğu, tam bir esaret yaşayan bir grup yavan görünümlü ağacın olduğu arsanın iki tarafından yürüdü ve evinin kapısını çaldı. Kapıyı evin hizmetçisi açtı. Sadece kadın hizmetçileri işe almak, eşinin bir alışkanlığıydı. Kız, şapkasını ve paltosunu alırken adamın saatine bakmasına neden olan bir şey söyledi. Saat beşti ve eşi evde değildi. Bunda şaşılacak bir durum yoktu. “Hayır; çay istemiyorum,” dedi ve üst kata çıktı.
Ayak sesleri duyulmaksızın yukarı çıktı. Pirinçten korkuluklar, kırmızı halıya doğru tümden parlıyordu. İlk katta, boynundan ayağının üzerine kadar taştan kumaşla düzgünce sarılmış olan mermerden kadın, heykelin kaidesinin köşesine kadar giden bir dizi cansız ayak parmağını oluşturuyor ve yaptığını görmeksizin bir demet ışık tutan, sert beyaz kolunu uzatıyordu. Evinde estetik bir zevk hakimdi. Ağır perdeler, karanlık köşeleri yarı saklayarak çekilmişti. Zengin, şekilli kaplamaların olduğu duvarlarda çizimler, sulu boya resimler, oymalar asılıydı. Zevkleri kesinlikle artistikti. Yeşil yapraklı kümelerin üzerinde eski kilise kuleleri gözüküyordu; tepeler mor, kum sarı, deniz güneşli, gökyüzü maviydi. Bağlı bir sandalda öğlen yemeği sepeti, şampanya şişesi ve spor ceketli âşık bir adam refâkâtinde genç bir bayan, gözlerini dinlendirirken sere serpe yatıyordu. Çıplak bacaklı oğlanlar, pejmürde kızlarla tatlı tatlı flört ediyor, taş basamaklarda yatıyor, köpeklerle oynuyorlardı. Boş bir duvara yaslanmış, acınası derecede zayıf bir kız, soluk gözlerini kaldırmış satacağı çiçeği sunuyorken, hemen yanındaki ünlü ve sakat kabartmaların büyük fotoğrafları, bir katliamı taş hâliyle temsil ediyor olmalıydı.
Tabii ki hiçbir şeye bakmadı, bir kat merdiven daha çıktı ve doğruca kıyafet odasına gitti. Kuyruğundan rafa çivilenmiş bronz ejderha, hafif bir büklümle duvardan dışarıya doğru kıvrılmıştı ve alışılmış şiddetli çenesinin arasında kelebeğe benzeyen kaba bir alev vardı. Oda elbette boştu ama içeriye girdiğinde hemen, pek çok insanın gürültüsüyle doldu; çünkü giysi dolabının kapılarının üzerindeki cam şeritler ve eşinin büyük boy aynası, onun görüntüsünü baştan aşağıya yansıtıyordu, aynen kendi gibi giyinmiş, sınırlı ve nadir hareketlere sahip, o hareket ettiğinde hareket eden, boyun eğmiş bir durgunlukla onunla beraber sabit duran ve her insan için göstermesini asil ve güvenli bulduğu, hayat ve his duruşları olan, beyefendi ve köle taklitçilerin oluşturduğu bir kalabalık hâlinde görüntüsünü çoğaltıyordu. Kendi düşünceleri bile olmayan fikirlerin kölesi olan gerçek insanlar gibi, hareketlerinin yüzeysel fazlalığından karanlık bir bağımsızlık etkisi veriyorlardı. Onunla birlikte hareket ettiler; ama ya onunla karşılaşmak için öne atıldılar ya da ondan uzaklaştılar; göründüler ve kayboldular; ileride, cilâlı pencere kanatlarında, tekrar görülebilmek için, bir odanın iknâ edici illüzyonunda farklı ve sahte hâlleriyle dolanarak cevizden mobilyaların ardına kaçıyor gibiydiler. Bireysel, orjinal veya şaşırtıcı hiçbir şey yapamayacaklarına olan inancı sonsuzdu. Bir süre boyunca popüler ama sade bir şarkı mırıldanıp yarına, dikkatli bir yalanla cevaplanması gereken, işle ilgili yurt dışı mektubunu belli belirsiz düşünerek bu güzel dostlarla amaçsızca hareket etti. Sonra, bir dolaba yaklaşınca, arkasında; eşinin tuvalet masasının köşesinde, gümüş ağızlı objelerin parıltısının üzerinden, bir zarfın beyaz kare parçasını, yukarıdaki aynadan gördü. Orada görülmesi öyle şaşılacak bir durumdu ki neredeyse sürprizini görmeden arkasını çevirdi ve etrafındaki tüm taklit adamlar da topukları üzerinde döndü; hepsi şaşırmış gözüküyordu ve hepsi aceleyle tuvalet masasındaki zarfa doğru hareket etti.
Eşinin el yazısını tanıdı ve zarfın kendine ait olduğunu gördü. “Ne garip,” diye mırıldandı ve rahatsız hissetti. Kendi içinde dahi herhangi garip bir hareketin yakışıksız olmasının dışında, eşinin kendini onunla ifade ediyor olması gerçeği, durumu iki kat kırıcı kılmıştı. Akşam yemeğine evde olacağını bilirken, ona bunu yazmış olması çok saçmaydı ama mektubu tesadüfi bir buluşun kanıtı olarak böyle bırakışı öyle çok sarstı ki bunu düşününce aniden evin ayaklarının altında biraz sallandığını hissettiren absürd ve garip bir düşünce parıltısı, şaşırtıcı bir güvensizlik duygusu tattı. Zarfı yırtarak açtı, mektuba şöyle bir baktı ve yakında duran bir sandalyeye oturdu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDönüş
- Sayfa Sayısı112
- YazarJoseph Conrad
- ISBN9786055831223
- Boyutlar, Kapak14x20 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Bilek Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lost / Nesli Tükenen Tür ~ Cathy Hapka
Lost / Nesli Tükenen Tür
Cathy Hapka
Oceanic Havayolları’nın 815 no.lu uçağının düşmesiyle her şeylerini yitiren 48 yolcu, kendilerini ıssız, tropik bir adada bulurlar. Dostlar, düşmanlar, aileler ve yabancılardan oluşan bu...
- Zanzibar İstifi ~ John Brunner
Zanzibar İstifi
John Brunner
Çevrilmesi en zor bilimkurgu romanlarından biri kabul edilen Zanzibar İstifi ilk kez Türkçede. Hugo En İyi Roman Ödülü “Zanzibar İstifi, çığır açıcı bir bilimkurgu...
- Denizin Uzun Taçyaprağı ~ Isabel Allende
Denizin Uzun Taçyaprağı
Isabel Allende
Benim hayatım bir dizi deniz yolculuğuyla geçti, bu dünyada oradan oraya dolaştım. Derin köklerim olduğunu bilmeden hep bir yabancı oldum… Ruhum da denizlerde yolculuk...