Umman’ın bir köyünden üç kız kardeşin hikâyesi bu: Kırık bir kalple evlenen Meyye, bir görevi yerine getirircesine evlenen Esma, her şeye rağmen sevdiği adamla evlenmeyi seçen Havle… Bu üç kadın ve ailelerinin hikâyeleri üzerinden hızla değişen Umman’ı, en zengininden en fakirine servet dağılımının alaşağı ettiği hayatları da okurla buluşturuyor Jokha Alharthi. Üç kız kardeşin aynı kader dokusundaki hikâyesi, farklı yollara doğru ilerlerken bu döngüyü kırmak için bambaşka hayatlar kurmaya çalışan çocukları, aynı göbek bağıyla bağlanmış gibi çemberi yeni baştan döndürüyor.
Booker Uluslararası Ödülü’nü kazanan ilk Arapça roman olan Dolunay Kadınları, Jokha Alharthi’nin uluslararası arenadaki varlığına işaret ediyor.
“Aklı da kalbi de ele geçiren bir roman… Yazarın titizlikle işlenmiş sanatı, okuru zengin bir hayal dünyasına davet ediyor – zaman ve ölümle ilgili derin soruları ve ortak tarihimizin rahatsız edici yönlerini ele alıyor. Irk, kölelik ve cinsiyet gibi toplumsal klişelere direnirken, üslubunu bir metafor olarak ustaca kullanıyor. Dolunay Kadınları, bizi kısıtlayan ve özgürleştiren güçler üzerine düşünmemiz için çağrıda bulunuyor.” ―Bettany Hughes, 2019 Booker Uluslararası Ödülü jüri başkanı
“Bu romanın başarısı, toplumsal değişimi eskiden yeniye istikrarlı bir ilerleyiş olarak göstermekten ziyade çok daha karmaşık ve ufak çaptaki geçişler dizisi olarak yansıtmasında yatıyor. İnsana dair mücadeleler ve çelişkilerle dolu, Umman tarihine büyüleyici bir bakışa olanak sağlayan zengin, katmanlı ve iddialı bir çalışma.” ―Kirkus Reviews
“Dolunay Kadınları’nın kuşaklara yayılan bir roman olduğunu söylemek Alharthi’nin yaptıklarını basitleştirir. Hikâye aynı zamanda geçen yüzyılda geleneksel, kırsal ve ataerkil Umman toplumunun nasıl değiştiğini ve dünyada köleliği kaldıran son ülkelerden birinin şehirli, petrol zengini bir Körfez devletine nasıl dönüştüğünü resmediyor. Yazar bunu sesten sese, düşünceden düşünceye, on yıldan on yıla, bazen tek paragraf bazense bir cümle içinde değişen bir biçemle yapıyor.” ―Aida Edemariam, The Guardian
Meyye
Butterfly marka siyah dikiş makinesinin başında dalıp gitmişti Meyye, sırılsıklam âşıktı. Henüz dillendirilmemiş, sessiz bir aşktı bu. Fakat narin bedeni her gece gözyaşları ve iç çekişleriyle sarsılıyor, sevdiğini görme tutkusunun ağırlığı altında can verecekmiş gibi hissediyordu. Sabah namazında başını secdeye koyunca yemin etmişti. “Sadece onu göreyim, başka hiçbir şey istemiyorum. Allahım! Bana bir kez dönüp baksın değil derdim.
Sadece onu göreyim yeter.” Annesine kalırsa sessiz, soluk, sıska bir kız olan Meyye’nin şu dünyada dikiş makinesi ve kumaşlarından başka düşüncesi bulunmuyor, dikiş makinesinin gürültüsünden başka bir sesi kulakları işitmiyordu. Oysa Meyye duyabildiği bütün seslere kulak kesilen, görülecek bütün renkleri gören bir kızdı. Gün boyu, hatta gecenin bir yarısına dek dikiş makinesinin önündeki ahşap sandalyeden kalkmaz, başını sadece makası almak yahut hacet sandığındaki dikiş sepetinden ip çıkarmak dışında kaldırmazdı ama hayatın gözalıcı cevherlerinden habersiz değildi.
Annesi bir yandan iştahsızlığına şükrederken diğer yandan suçluluk duygusuna kapılır, gizliden gizliye kızının terzilikteki yeteneğini takdir edip gözü tokluğunu takdir edecek birinin çıkagelmesini, düğün dernek yaparak onu kendine eş seçmesini canı gönülden dilerdi. Nitekim geldi de… Yüzü sevinçle parlayan annesi gelip elini omuzuna koyduğunda, uzun koridorun sonunda, dikiş makinesinin arkasındaki ahşap sandalyede oturuyordu. “Meyye, kızım! Tacir Süleyman’ın oğlu seninle evlenmek istiyor.” Meyye’nin bedeni kaskatı kesildi. Omuzunun üzerinde duran annesinin eli kurşun gibi ağırlaştı. Boğazı kurudu. Dikiş ipliklerinin boynuna bir cellat ilmiği gibi dolandığını hissetti. Oysa annesi gülümsüyordu. “O kadar küçük değilsin. Sanırım utanma çağını biraz geçtin…”
Mevzu burada kapandı. Bir daha da açılmadı. Annesi düğün elbisesi hazırlığı, tütsü temini, döşemelerin yenilenmesi ve akrabalara düğün haberinin duyurulması işleriyle meşgul oldu. Kız kardeşleri durumu sessizlikle karşılarken, babası konuyu olduğu gibi annesine havale edip aradan sıyrıldı. Ne de olsa kızların annesiydi, hem bu düğün dernek işleri kadınların bileceği şeylerdi. Meyye küstü, içine kapandı.
Namaz kılmayı gizlice terk etti. Kısık bir sesle inledi. “Ya Rabbi! Sana yemin etmiştim. Başka hiçbir şey istemediğimi söylemiştim. Sadece onu görmek istedim. Yanlış yapmayacağıma, kalbimdeki sırrı kimseye açmayacağıma dair söz verdim. Her şeyin üzerine ant içtim. Neden şu Süleyman’ın oğlunu evimize gönderdin? Aşkım yüzünden beni cezalandırıyor musun? Halbuki ben bu konuda hiç kimseye, kız kardeşlerime bile tek kelime etmedim. Süleyman’ın oğlunu niçin gönderdin evimize? Niçin Ya Rabbi?” Havle’nin sesi duyuldu. “Bizi bırakıyor musun Meyye?” Meyye sustu, cevap vermedi. Bu kez Esma konuştu. “Bu işe hazır mısın?” Güldü. “Depoda bulduğumuz El Mustatref1 isimli kitapta yazılı olan, bedevi kadının gelinlik kızına tavsiyesini hatırlıyor musun?” Meyye kardeşini uyardı “Hayır, o kitapta öyle bir şey yazmıyordu.” Esma öfkelendi. “Sen kitapları ne bilirsin? O tavsiye, ikinci rafta bulunan El Mustatref’te geçiyor. Bedevi kadın, geline banyo yapmasını, sürme kullanmasını ve yiyip içtiklerine özen göstermesini tavsiye ediyor.” Meyye bu kez onayladı. “Öyleyse ben de damat bey ne isterse öyle yapayım. Gülerse güleyim, ağlarsa ağlayayım, neye razı gelirse ben de razı olayım.” Havle lafa girdi.
“Neyin var Meyye? Bedevi kadın öyle demek istemedi. ‘Onun sevinci senin sevincin, onun üzüntüsü senin üzüntün,’ demek istedi.” Meyye sessiz ve kırgındı. “Peki, benim kederimi kim paylaşacak, benim için kim üzülecek?” Keder kelimesiyle birlikte kız kardeşlerin bulunduğu ortam bir anda değişti, hava ağırlaştı, hepsinin içi daraldı. Ali bin Halef, üniversite öğrenimi için bir süre Londra’da kalmış, diplomasını almadan geri dönmüştü. Meyye, Ali’yi görür görmez çarpıldı.
Gökyüzünde akıp giden bulutlara dokunacak kadar uzun boylu, bulutları sürükleyen rüzgâr tarafından savrulacak denli zayıf… Uçup gitmesin diye kendi bedeniyle ona destek vermeye dünden razıydı. Ali bin Halef, asil ve kutsal biriydi. Terleyen, uyuyan, hapşıran sıradan insanlar gibi değildi. “Sana yeminler olsun Allah’ım! Onu bir kez daha göreyim, başka dileğim yok,” demişti, nitekim gördü de… Hurma hasadı mevsimiydi. Ali bir hurma ağacına yaslanmış, sıcaktan başındaki kummeyi2 çıkarmış, öylece duruyordu. Onu gördüğü an ağlamaya başladı. En baştaki hendeğin yanına çöktü, gözyaşları sel oldu aktı palmiyelerin kanalı boyunca. Sonra düşüncelere daldı. Varlığının her zerresini tek bir noktaya sabitledi: Sevdiğinin ruhuna. Neredeyse soluğu kesilmişti, kalbi atmıyordu sanki. Ruhunu kâinatın akışına bıraktı. Etrafındaki maddi âlemden tamamen soyutlandı. Bedeni olduğu yere düşecekmiş gibi sarsıldı. Bütün gücüyle ayakta durmaya, ruhunu sevdiğine ulaştırmaya çalıştı.
Bir işaret bekledi, ruhunu teskin edecek bir işaret. Ama gelmedi. “Yeminler olsun Rabbim! Onu tekrar görmekten başka dileğim yok. Alnında biriken terle, hurma ağacına dayanmış eliyle, ağzında çiğnediği hurmayla onu son bir kez göreyim, gerçek olduğunu bileyim. Sana söz veriyorum. İçimde yükselen şu okyanustan kimseye söz etmeyeceğim. Dönüp bana bakmasını da istemiyorum. Ben kimim ki? Dikiş dikmekten başka şey bilmeyen bir kız. Esma gibi kültürlü, Havle gibi güzel değilim. Gerekirse bir ay bile beklerim. Bir ay sonra onu görmeme izin verir misin? Sana söz, ne farzları ne de nafile ibadetleri bir daha geciktirmem. Seni kızdıran hiçbir hayali kurmam. Onun ne eline dokunurum, ne de saçının teline. Boncuk boncuk alnında biriken terleri de silmeyeceğim, orada, o hurma ağacının altında…” Ağladı, çok ağladı. Tacir Süleyman’ın oğlu onu istemek için geldiğinde terk ettiği namazlarını düğünden sonra tekrar kılmaya başladı. Çünkü Allah’a söz vermişti. Söz verip tutmazsa cezaya müstahaktı. Düğünden bir ay sonra hamile kaldı. Kendi doğumunun tıpkı annesinin doğumları gibi kolay olmasını diledi. Annesinin sözlerini hatırladı. “Dayın sürpriz yapıp öğle yemeğine çıkageldi. Kesip pişirmek için avluda bir tavuğun peşinde koşuyordum. Aniden kendimi patlayacakmış gibi hissettim. Acıdan yere yuvarlandım.
Baban koşup Ebe Meriye’yi getirdi. Ebe beni görür görmez bildi: ‘Vakti geldi!’ Bana destek verip odaya dek götürdü, daha sonra kapıyı kapattı. Beni ayaklarım üzerine doğrultup ellerimle duvardaki sabit direğe tüm gücümle tutunmamı sağladı. Ayaklarım beni taşımaz olunca Ebe Meriyye -Allah onu bağışlasın- bağırdı: ‘Ayıp sana! Şeyh Mesud’un ayakta duramıyor diye yata yata doğurdu mu desinler?’ Kalkıp duvardaki direğe sımsıkıya sarıldım. Bu sırada sen doğdun Meyye! Ebe elimi bırakıp seni çekmeseydi şalvarımın içinde neredeyse boğuluyordun. Ne bir muayene, ne de doktor yüzü gördüm. Oysa siz Mesket3 hastanesine gidiyorsunuz. Hintli ve Hıristiyan kızlar her yerinizi adeta ezberliyor. Seni ve bütün kardeşlerini bir kısrak gibi ayakta doğurdum ben Meyye! Allah seni bağışlasın Ebe Meriye! İki elimle sımsıkı direğe sarılmışken yüreklendirdi beni. ‘Bir çığlık duyarsam sana yazıklar olsun! Bütün kadınlar doğuruyor. Çığlık atarsan çok ayıp. Çok ayıp ey şeyhin kızı!’ Doğum yaparken Ya Rab’dan başka söz çıkmış değil ağzımdan. Bugün kadınlar öyle çığlıklar atıyorlar ki, hastanenin diğer ucundaki adamlar bile duyuyor. Kimsede ar haya kalmadı.” Meyye karnı burnunda, sancıları yüzünden uyuyamaz hale gelince Tacir Süleyman’ın oğluna dedi, “Bak, ben burada ebeler eşliğinde doğum yapmayacağım. Beni Mesket’e götür…” Kocası sözünü kesti. “Sana bin kere dedim. Orası Mesket değil, Maskat.” Meyye, kocasını duymazdan gelip devam etti.
“Saadet Hastanesi’nde doğum yapmak istiyorum.” “Ne yani, benim çocuğum Hıristiyan ellere mi doğacak?” Meyye sustu. Hamileliği dokuzuncu ayına girince kocası onu Maskat’a, amcasının Adiy Vadisi’ndeki evine götürdü. Misyonerlere ait Saadet Hastanesi’nde doğum yapana kadar da orada kaldı. Cılız, küçük bir bebek, bir kız çocuğu. Gözlerini açtığında kızı annesinin kollarındaydı. Bir kez daha gözleri daldı. Bu kez uyandığında minik kızı göğsünde süt emiyordu. Tacir Süleyman’ın oğlu, bebeğini görmek için hastaneye geldiğinde Meyye kızına Londra ismini vermek istediğini söyledi ona. Kocası, doğum yorgunu olan eşinin zırvaladığına hükmetti. Ertesi gün kızı ve annesiyle birlikte Meyye tekrar eşinin amca evine yerleşti.
Akrabalarına haber salıp kızına Londra ismi verildiğini bildirdi. Ev sahibesi ona tavuk suyu çorbası ile yufka ekmeği pişirdi. İçmesi için de ballı süt hazırladı, gücü kuvveti yerine gelsin diye. Yemekten sonra ellerini yıkamasına yardımcı olduktan sonra yatağın kenarına gelip oturdu.
“Meyye kızım…” “Evet yenge?” “Şu tuhaf isimde ısrarcı mısın? Kızına Londra adını vermiş kimse var mı? Bu bir şehir ismi kızım. Üstelik bir Hıristiyan şehri. Gerçekten çok şaşkınız. Şu an sağlığın iyiyken tekrar düşünsen şu konuyu… Mesela annenin adını koyabilirsin. Salime güzel bir isim.” Meyye’nin annesi bu tekliften hiç hoşnut kalmadı. “Gözümün içi, ben henüz sağken niçin adımı alsın? Benim ölmemi diliyorsun galiba? Torunum benim yerimi mi almış olacak yani?” Ev sahibesi açıklama yapmak durumunda kaldı. “Hâşâ! Bunu kastetmedim.
Pek çok insan çocuklarına henüz sağken babalarının adını veriyor, ne var ki bunda? Her türlü kötülük senden uzak olsun Salime! O vakit bebeğe Meryem, Zeynep veya Safiye isimlerinden birini verin. Londra olmasın da ne olursa olsun!” Meyye, kızını tutup havaya kaldırdı.
“Londra adının nesi var ki? Cağlan kasabasında4 Londra isminde bir kadın var.” Ev sahibesi sabrı tükenmek üzereydi. “Biliyorsun sen de, kadının ismi bu değil. Bu sadece lakabı. Kadının teni çok beyaz olduğu için öyle diyorlar. Oysa bu kız…” Bebeği kucağına indiren Meyye, yengesinin lafını kesti. “Oysa bu kız babasının soyu gibi beyaz değil. Fakat onların kızı işte. Ve de ismi Londra olacak.” Salime, kızıyla torununun artık Avafi’ye dönmesi gerektiğine karar verdi. Kızı, kırk günlük nifas dönemini anne evinde, onun gözetiminde geçirmeliydi. Damadına yaklaştı. “Oğlum Abdullah! Allah eşine ilk çocuk olarak bir kız nasip etti. Bu bereketttir. Çünkü kızlar annelerine yardım ederler ve kardeşlerini büyütürler.
Yeni doğum yapmış eşin için kırk canlı tavuk, bir kavanoz hakiki dağ balı, bir kavanoz da bizim oraların ineğinden hakiki tereyağı lazım olacak. Kızın Londra haftasını doldurunca saçları kesilecek ve ağırlığınca gümüş, sadaka olarak verilecek. Bu da iki koyun için yeter, kesilip fakirlere dağıtılacak.” Salime, Londra adını yavaş yavaş vurguladı, her hafin üstüne basa basa. Abdullah’ın yüzü değişti ama yine de kayınvalidesinin söylediklerini başıyla onayladı. Küçük ailesini alıp memleketi Avafi’ye döndü.
Abdullah
Uçak yoğun bulutları delip gidiyordu. Frankfurt’a varmaya daha uzun saatler vardı, buna rağmen uyku tutmuyordu. Kadınlar Maskat’taki Saadet Hastanesi’nde doğum yapmaya başladıklarında Butterfly dikiş makinesi henüz Umman’a gelmemişti. Peki, Meyye nasıl dikişlerini nasıl bu makinede yapıyordu? Elektrik de bütün ülkede değil sadece sınırlı bölgelerde mevcuttu. Belki de Londra başka bir hastanede doğmuştu. Evet, kesinlikle başka bir hastane olmalıydı. Belki Matrah’taki Rahmet Hastanesi, belki de Ruvi’deki Nahda Hastanesi. İyi de o zaman Meyye niçin bir misyoner hastanesinde doğum yapmak istemişti? Hatırlayamıyorum. Bütün bu olayları birbirine bağlayamıyorum. Annesi demişti ki, “Londra için kurban kes. Yeni doğum yapmış eşin için yirmi canlı tavuk hazırla, güçlenmek için ihtiyacı olacak.” Yirmi kelimesini bastıra bastıra söylemişti, hatırlıyorum. Oysa ben otuz tavuk hazırladım, bir de koyun.
Bir de Adiy Vadisi’nde oturan amcamın karısı vardı, kapının eşiğinde durmuş, beni azarlıyordu. “Londra ha! Sen de razı mı geldin? Kızının ismi hakkında söylecek sözün yok mu?” O eski evi yıktılar mı, yoksa sattılar mı, bilmiyorum. Amcam öldükten sonra karısını bir veya iki kez ancak görebildim. Londra, Sultan Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olunca BMW marka araba istiyorum diye tutturdu. Yeni evimize taşınınca Meyye dikiş makinesini depoya kaldırdı. Dikiş yapmayı niçin bıraktı? Ne zaman bıraktı? Muhammed doğduktan sonra. Babamın vefatından sonra Maskat’a taşındık. Meyye gerçekten sevinmişti. Ömrü boyunca annesinin gölgesi altında yaşamayı istemediğini söylemişti. Evet, Muhammed doğduğunda dikiş dikmeyi bıraktı. On beş yıl önce, yeni yol açılıp fabrika inşa edildiğinde. Meyye yeni eve geçişimiz münasebetiyle verdiği ziyafeti hatırlıyorum. Bütün dostlarını davet etmişti. Uzun bir masa örtüsü sermiş, üzerine yiyecekleri sıralamıştı. Salim ilkokuldaydı. Muhammed ise henüz bebekti. Meyye o gece şık ve alımlıydı. Lacivert elbisesiyle göz kamaştırıyordu. Herkes gidince sordum.
“Beni seviyor musun Meyye?” Şaşırdı, bir süre sustu, sonra gülmeye başladı. Beni rahatsız eden yüksek bir sesle hem de. “Bu film repliği nereden geldi aklına şimdi? Uydudan izlediğin Mısır dizilerinden mi etkilendin yoksa?” Muhammed dizleri üstüne çökmüş, sakallarımı çekiştirip duruyordu. Meyye çocuğa vurunca o da epey ağladı.
Babam vefat edene dek sakallarımı kesmeye bir türlü cesaret edemedim. Ülkede eğitim seferberliği başlayınca okuma-yazma ve biraz da matematik bildiği için Meyye altıncı sınıftan başladı. dedim ki, “Meyye, Muhammed henüz küçük. Çocuk biraz büyüsün, okula yine devam edersin.” “İngilizce öğrenmek istiyorum.” Aramızdaki bu kısa konuşma ne zaman oldu? Eve uydu getirmeden önce. Üzerinde o lacivert elbisesi vardı şüphesiz. Beni sevseydi evimizde uydu bulunmasına gerek kalmazdı. Ben hiçbir zaman Mısır dizisi izlemedim. Babam son günlerinde Nahda Hastanesi’nde yatarken elini tutmak istedim, bütün gücüyle elimi geri itti. Cenazeyi uğurlarken dizlerim beni taşımıyordu. Muhammed o sıralar bir yaşındaydı.
Meyye’ye “Beni seviyor musun?” diye sorduğumda yüksek sesle gülmüştü. Gülmüştü! Yeni evimizin duvarları yıkılacaktı sanki. Çocuklar sesten ürküp kaçmıştı. Meyye de pek dizi izleyen biri değildi. Salim bir ara Meksika dizilerine takıldı, sonra sıkıldı, video oyunlarıyla vakit geçirmeye başladı. Ne zaman Dubai’ye gitsek iki-üç oyun almadan geri dönmezdi. Meyye’nin annesi o zaman demişti ki, “Oğlum Abdullah! Kızım Meyye gözümün önünde olsun, onu Mesket’e götürme! Ondan iyi dikiş bilen yok. Yemek yemeyi sevmez, çok da konuşmaz.
” Önceleden, bir gün babama dedim ki, “Ne olur baba! Mısır veya Irak’a gidip orada üniversite okumak istiyorum.” Sakalımdan çekip öyle bir bağırdı ki, “Şu sakala yemin olsun Umman’dan dışarı çıkmıyorsun. Oralara gidip sefil biri mi olacaksın? Sakalını kesip sigara ve şarap zıkkımlanan biri mi olacaksın?” Böylece liseden sonra onun ticaret işiyle uğraşmaya başladım. O vefat etmeden de Maskat’a taşınamadım. Londra gerçekten güzel bir bebekti. Her ikindi vakti Meyye onu yıkarken gülerdi. Ona Heinz ve Milupa mamaları satın alırdım. Avafi’de kursağından bu tür mamalar geçen tek kız çocuğu oydu. Bunları kantinden satın alırdım, Meyye de bununla övünürdü. Üç çocuk babası olmuştum ama babam bana hâlâ “Ey çocuk! Ey çocuk!” diye seslenirdi. Ben çocuk değildim. Bir keresinde üzerindeki elbiseleri çıkarmıştı. Kalın perdenin ardından sızan güneş ışığı göğsünün beyaz kıllarını ortaya çıkarmıştı. Parmağını uzatıp “Ne bakıyorsun, çıksana!” demişti bana.
Ölmeden iki yıl önce bunama nöbetlerinden birinde bağırmaya başladı. “Ey çocuk, çocuk! Köle Sencer’i girişteki doğu sütununa bağla! Kim ona su verirse, kim ona gölge yaparsa vay haline!” Yanına çömelip fısıldadım.
“Baba! Hükümet köleleri serbest bırakalı çok oldu. Sencer de Kuveyt’e gitti.” Londra, her yaz “Baba! Kuveyt’e gidelim” diye tuttururdu. Meyye ise bundan hoşlanmaz, söylenirdi. “Sıcak yerden kaçıp başka sıcak bir yere mi gidelim? Vallahi ben Kuveyt’e gitmem.” Sencer’in kızı Ummanlı bir delikanlıyla evlenip ülkeye döndü.
Nahda Hastanesi’nde hastabakıcılık yaparken rastladım ona. Beni tanıdı. Babamı son günlerinde gördüğü halde tek kelime etmedi. Oysa babam simsiyah dudakları titrek bir şekilde bağırıyordu. “Sencer’i tutup bağlayın! Bir daha soğan çuvalını çalmasın.” Çıt çıkmayınca bu kez bastonunu bana doğru sallıyordu. “Ey çocuk, duymuyor musun? Onu terbiye et ki bir daha çalmasın.”
Londra, suyun içinde oynamayı seviyordu. İki saat boyunca çamurlu suda oynamasına göz yumduğum için Meyye beni azarladığında altı yaşındaydı. Çocuğun çocuk felci geçireceğini söylemişti. Günlerce uykusuz kalmış, çocuğun minik ayaklarını yoklayıp durmuştum. Şükür ki hiçbir şey olmadı. Ceylan gibi koşup oynuyordu. Babamın dudakları simsiyah, kaşları sarkıktı. Konuşurken ağzından tükürükler saçılıyordu. “Ey çocuk! Hırsız Sencer’i doğu sütununa bağladın mı?” Öpmek için elini tuttum. Beni geri itti. “Baba! Hükümet köleleri serbest bıraktı. Sencer artık köle değil.
Hükümet diyorum baba!” Homurdandı, “Hükümete ne oluyor? Sencer benim kölem. Hükümetin kölesi değil ki onu serbest bıraksın. Annesi Zarife’yi yirmi gümüş kuruşa satın aldım. Bir çuval pirincin yüz gümüş kuruş olduğu zamanlarda besledim ben onu. Evet, tam yüz kuruş. Kuruş üstüne kuruş saydım. Ah Zarruf! Tatlı Zarruf! Yumuşak Zarruf! Fakat büyüdü. Kendini fazla beğenir olunca da onu Habib ile evlendirdim.
Ondan da işte bu hırsız peydahlandı. Bundan hükümete ne? O benim kölem. Benim iznim olmadan nasıl gidebilir? Bu nasıl olur ey çocuk?” Tekrar titremeye, boynundan ve göğsünden terler dökülmeye başladı. Kapının üzerindeki çiviye asılı mavi havluyla sildim onu. Ölümünden sonra bu havlu sırra kadem bastı. Her yere baktım ama bir türlü bulamadım. Butterfly marka dikiş makinesini de ortalıkta göremedim. Depoya girmedim ama Meyye’nin onu oralarda bir yere gizlediğini biliyorum.
Meyye çok leziz sembusek5 yapar, onun elinden yemedikçe pek aradığım bir şey değil ya. Yeni evimize taşındığımızda büyük bir tabak sembusek hazırladı, yanında başka çeşitler de vardı. “Meyye, bırak hizmetçi kız da azıcık sana yardım etsin.” Sustu. Birkaç ay sonra da hizmetçi kızı aniden memleketine geri yolladı. O gece odamız güzel kokularla doluydu. Meyye’nin üzerinde yine o lacivert elbise vardı. “Beni seviyor musun Meyye?” Sustu. Sonra güldü.
Güldü, güldü. Sınıfın en uzun çocuğu bendim. Zarife elbisemi boynumdan tutup çekmiş, neredeyse beni boğuyordu. Öğretmen sordu, “Kaç paran var çocuk?” Bayram harçlığımı saklamış, sadece hindistan cevizi tatlısı satın almıştım. “Yarım riyalim var.” Öğretmen gülmekten yarılmıştı adeta. Gülmekten hoşlanmıyorum. İnsanlar güldükleri vakit tıpkı bir maymuna benziyorlar. Karınları ve boyunları titriyor. Çürükler içindeki sarı dişleri ortaya çıkıyor. “Yaşın kaç?” “On veya on iki.” Öğretmen yine güldü. “Yaşını bilmiyor musun? Birinci sınıf için fazla büyüksün.”
Ben büyüyene dek bizim orada okul açılmadıysa benim suçum mu? Öğrenciler bağırışıyordu. Elbiseleri benim gibi boyunlarını acıtmıyordu.
“Memduh öğretmenim! Uzun boylu Abbud’un önümüzde oturmasını istemiyoruz.” Memduh öğretmen elimi tutup fısıldadı, “Yanında Umman tatlısı var mı?” Hayır anlamında başımı iki yana salladım. “Yarın helva getir.” Zarife’ye söyleyince bağırmaya başladı. Helva mı dedin? Ne kalem, ne defter, sadece helva mı?” Habib Zarife’yi terk etmişti, Sencer evden kaçıp duruyordu. Bütün vaktini mutfak ile bana pay etmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı
- Kitap AdıDolunay Kadınları
- Sayfa Sayısı224
- YazarJokha Alharthi
- ISBN9786050835717
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İşte Böyle Oldu ~ Natalia Ginzburg
İşte Böyle Oldu
Natalia Ginzburg
“Yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim.”Bir pansiyonda yalnız başına yaşayan genç bir kadın, kendisinden yaşça büyük bir adamın...
- Köşeye Kıstırmak ~ Paul Auster
Köşeye Kıstırmak
Paul Auster
Ünlü beyzbol oyuncusu George Chapman, bir kaza sonucu sakat kalır ve sporculuk yaşamı sona erer. Politikaya atılır, senatör adayı olur. Kusursuz bir kahramandır; zarif...
- Cennet ~ Abdulrazak Gurnah
Cennet
Abdulrazak Gurnah
Cennet, Nobel Edebiyat Ödüllü Abdulrazak Gurnah’tan efsanelerle, düşlerle, geleneksel inanışlarla bezeli bir Afrika panoraması. Büyük bir dönüşümün eşiğindeki Afrika kıtasında küçük bir çocuğun, Yusuf’un...