“ÇATI”, bütün dünyada yankılar uyandıran inanılmaz serüvenin kitabıdır. Yayınlandığı andan itibaren bütün dünyada en çok satan kitaplar arasına giren bu romanı okurken, böyle olayların yaşanmış olabileceğine inanamayacaksınız. Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews küçük yaşta geçirdiği hastalıktan ötürü, ömür boyu üzerinde yaşayacağı tekerlekli sandalyesinde yazmaktan şikayetçi olmadığını açıklıyor. Kitaplarının konusunu gerçek hayattan alıp almadığı sorusunu da cevapsız bırakıyor. Çatıdaki Rüzgar, Gazap Tohumları, Öç Yuvası Ve Çatıdaki Dikenler V.C. Andrews’in diğer romanlarıdır.
***
BİRİNCİ BÖLÜM
Elveda Baba
Doğrusunu isterseniz, 1950’lerde küçük bir çocukken, yaşamın upuzun ve mükemmel bir yaz günü gibi sürüp gideceğine inanırdım. Çünkü öyle başlamıştı. Çocukluğum konusunda, o dönemi mutlu geçirdiğimden dolayı şükran borçlu olduğumu söylemekten başka anlatacak pek bir şey bulamıyorum. Ne zengindik, ne de yoksul. Karşılanamayan bazı ihtiyaçlarımız olmuşsa bile bunları farketmiyordum. Buna karşılık lüksümüzün de farkında değildim. Orta halli insanların bulunduğu mahallemizde hemen herkes aynı şeylere sahip olduğundan karşılaştırma olanağım yoktu. Başka bir deyişle, her yerde görülen, sıradan çocuklardık.
Babamız Pennsylvania’nın 12.602 nüfuslu Glodstone kentinde bilgisayar üreten büyük bir firmanın halkla ilişkiler gö-revlisiydi. Anlaşılan babamız işinde çok başarılıydı, çünkü patronu sık sık bize yemeğe gelip onunla övündüğünü söylerdi. «Senin temiz yüzlü görünüşün, herkesi kıskandıran yakışıklılığın ve çekici davranışların onları etkiliyor. Söyle bana Chris, kim senin gibi birine karşı koyabilir?»
Bu fikre tüm kalbimle katılırdım.’Babam mükemmel bir insandı. Bir seksen beş boyunda, seksen beş kiloda, dalgalı gür sarı saçlı, eğlenceye ve yaşama düşkünlüğünü belirten, sürekli içleri gülen, gök mavisi gözlü bir insandı. Burnu düzdü; ne çok uzun, ne çok kalın, ne de çok inceydi. Tenis ve golfu profesyoneller kadar iyi oynar, sürekli yüzdüğü için yaz kış yanık tenle gezerdi. Sık sık uçağa atlayıp California’ya, Florida’ya, Arizona’ ya, Hawaii’ye giderdi. Hatta denizaşırı ülkelere de gittiğini anımsıyorum.
Cuma akşamları kapıdan girdiği anda yağmur ya da kar yağıyor olsa bile mutlu gülümsemesiyle bizlere bakınca sanki birdenbire güneş açardı. Bizlerden beş günden fazla ayrı kalamadığını söyleyerek her cuma yolculuğunu sona erdirirdi.
Çantasını valizini yere bırakıp kalın sesiyle çağırırdı hepimizi. «Eğer beni seviyorsanız, gelip kucaklayın!»
Ağabeyimle birlikte kapının yakınlarında saklanıp dönüşünü bekler, seslendiği anda ya bir koltuğun ardından ya da kanepenin altından fırlayıp kucağına atılırdık. Haftanın en sevdiğim günü cumaydı, çünkü babam eve dönerdi. Mutlaka ceplerinde bizim için ufak tefek armağanlar bulundurur ve daha büyüklerini yerleştirdiği valizlerini, bizim sevinç taşkınlıklarımızı sabırla bekleyen annemizle kucaklaştıktan sonra açardı.
Ceplerinden çıkan armağanlarımızı alınca, Chris’le birlikte bir köşeye çekilip annemizin dudaklarında tatlı bir gülüşle ona yaklaşmasını izlerdik. Babamız onu kollarına alır ve sanki yıllarca görmemiş gibi uzun bir süre yüzüne bakardı.
Cuma sabahlarını annem berberde saçlarını yaptırıp tırnaklarını boyatmakla geçirirdi. Sonra eve gelip parfümlü bir banyo hazırlayarak uzun süre içinde kalırdı. Ben de yatak odasında oturup merakla incecik geceliğini giyerek banyodan çıkmasını beklerdim. Kendini güzel bir kadından olağanüstü güzelliğe sahip bir yaratık haline getirmesini ilgiyle izlemişimdir hep. İşin en ilginç yanıysa babamızın, onun hiç makyaj yapmadığını düşünmesiydi! Akıl almaz güzelliğinin doğal olduğuna inanıyordu.
Sevgi sözcüğü evimizde çok sık kullanılırdı: «Beni sevmiyor musun?- Elbette seni seviyorum.- Beni özledin mi?- Eve geldiğime sevindin mi? – Ben burada yokken hiç beni düşündün mü? Her gece mi? Yoksa yatakta dönüp dururken yanında olup sana sarılmamı ister miydin? Eğer bunu düşünmediysen, Corin-ne, ölmeyi yeğlerim.»
Annemiz bu gibi soruları gözleri, yumuşak fısıltısı ve öpü-cükleriyle yanıtlamayı çok iyi bilirdi.
Soğuk bir kış günü Christopher’la birlikte ardımızdan iten rüzgârla neredeyse uça uça okuldan eve döndük. «Çizmelerinizi kapının önünde çıkarın,» diye seslendi annemiz; salonda şöminenin karşısında oturmuş minik, beyaz bir kazak örmekteydi. Bebeklerimden birine bir yılbaşı armağanı hazırlamakta olduğunu düşündüm hemen.
«Ve buraya girmeden önce de ayakkabılarınızı çıkarın,» diye ekledi annemiz.
Çizmelerimizi, paltolarımızı ve şapkalarımızı holde bırakıp kalın, beyaz tüylü halıyla kaplı salona doğru çıplak ayaklarla koşmaya başladık. Annemizin uçuk renkli güzelliğini daha da artırması için pastel renklerle bezenmiş olan salon çoğunlukla bize yasaktı. Burası konuk salonuydu; ve biz ne kayısı rengi brokar kaplı kanepede, ne de kadife koltuklarda rahat edebiliyorduk zaten. Babamızın koyu renk ahşap kaplama duvarlı, dayanıklı ekose kanepeli odasını yeğlerdik. Hiçbir şeye zarar vermeden burada oynayıp kavga edebileceğimizi biliyorduk.
Soluk soluğa, ayaklarının dibine çöküp bacaklarımı şömineye doğru uzatırken, «Dışarısı buz gibi, anneciğim,» dedim”. «Ama bisikletle eve dönmek harikaydı. Bütün dallardan kristal prizmalara ve elmaslara benzeyen buzlar sarkıyor. Dışarısı periler ülkesi gibi. Kar yağmayan bir yerde asla yaşamak istemem.»
Christopher ne havadan, ne de buzların güzelliğinden söz etti. Benden iki yıl beş ay büyüktü ve şimdi anlıyorum ki, çok daha akıllıydı. Annemin yüzüne kaygılı bir ifadeyle bakıyordu sessizce.
Ağabeyimin ne görüp de böyle kaygılandığını anlamak için ben de merakla anneme baktım. Tecrübeli parmaklarıyla hızlı hızlı örgü örerken arasıra modelin tarifine bir göz atıyordu.
Chris, «Kendinizi iyi hissediyor musunuz, anne?» diye sordu.
«Evet, tabii,» dedi annem tatlı bir gülüşle.
«Yorgun görünüyorsunuz.»
Minik kazağı bir yana bıraktı annem. «Bugün doktora gittim.» Öne eğilip Christopher’ın soğuktan kızarmış yanağını okşadı.
«Anne!» dedi ağabeyim heyecanla. «Yoksa hasta mısınız?»
Usulca gülümseyerek onun sarı buklelerini okşadı annem. «Christopher Dollanganger, asıl düşüncen bu değil. Kuşkulu gözlerle bana baktığını gördüm.» Uzanıp ellerimizi tuttu ve karnının üstüne koydu.
«Bir şey hissediyor musunuz?» diye sordu mutlu bir ifadeyle.
Christopher’ın yüzü kan kırmızı oldu ve elini derhal geri çekti, ama ben merakla bekledim.
«Sen ne duyuyorsun, Cathy?»
Elimin ve giysilerinin altında garip kıpırtılar vardı. Başımı kaldırıp yüzüne bakınca annemin, Raphael’in Meryem Ana’sına benzeyen güzelliği bugüne dek gözlerimin önünden gitmedi.
«Anne ya yediklerin kamında dolaşıyor ya da gazın var.» Gözlerinin içi gülerek bir kez daha tahmin etmemi istedi.
Haberi bize verirken sesi tatlı ve anlayışlıydı. «Mayıs başında bir bebeğim olacak güzellerim. Daha doğrusu bugün doktora gittiğimde iki ayrı kalp atışı duyduğunu söyledi bana. Yani ikiz bebeklerim olacak… ya da Tanrı korusun üçüz. Babanız daha bunu bilmiyor ve lütfen benden önce ona söylemeyin.»
Bu haberi nasıl karşıladığını anlamak için ağabeyimin yüzüne şaşkınlıkla baktım. Hem hoşlanmıştı, hem de hâlâ utanıyordu. Annemin şömine ışığındaki güzelliğine bir kez daha baktım ve yerimden fırlayıp odama kaçtım.
Kendimi yatağımın üstüne atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bebekler… iki ya da üç! Ailenin bebeği bendimi Ağlayıp zırlayan birtakım minik bebeklerin yerimi almasını istemiyordum. Hıncımı almak istercesine yastıkları yumruklamaya başladım. Sonra yatağın üstünde doğrulup evden kaçmayı tasarladım.
Biri usulca kapımı tıklattı. «Cathy,» dedi. Bu annemin sesiydi. «İçeri gelip bu konuyu seninle görüşebilir miyim?»
«Git burdan» diye haykırdım. «Bebeklerinden nefret ediyorum.»
Evet, başıma neler geleceğini biliyordum. Anne ve babaların önemsemedikleri ortanca çocuk olacaktım. Unutulacaktım; cuma günleri bana armağan gelmeyecekti. Babam yalnızca annemi, Christopher’ı ve yerimi alacak olan şu bebekleri düşünecekti.
O akşam babam eve döndükten kısa bir süre sonra beni görmeye geldi. Geleceğini tahmin ederek kapının kilidini açmıştım zaten. Onu çok sevdiğim için yan gözle belli etmeden yüzüne baktım. Üzgün görünüyordu ve elinde pembe fiyonkla süslenmiş, gümüş kâğıda sarılı büyük bir kutu vardı.
«Benim Cathy’im nasıl?» diye sordu babam usulca; başımı kaldırmadan, kollarımın altından ona bakıyordum. «Eve geldiğim zaman seni kucaklamam için koşmadın. Bana merhaba de-medin, yüzüme bile bakmadın. Kollarıma atılıp beni öpmediğin zaman üzülüyorum, Cathy.»
Yatağın üstünde sırtüstü döndüm ve öfkeli gözlerle ona baktım. Tüm yaşamı boyunca en sevgili çocuğunun ben olmam gerektiğini bilmiyor muydu? Niçin daha çok çocuk istemişlerdi? İki tane yetmiyor muydu sanki?
İçini çekerek gelip yatağımın kenarına oturdu. «Biliyor musun, ilk kez bana böyle öfkeyle bakıyorsun. Kollarıma atılmadığın ilk cuma bu. Belki inanmayacaksın ama hafta sonları eve gelmedikçe yaşadığımı anlayamıyorum.»
Öfkemi yenemiyordum. Artık bana ihtiyacı yoktu. Öz oğlu gibi kabul ettiği üvey ağabeyim Chris vardı ve bir sürü ağlayıp zırlayan bebeği olacaktı. Bu karışıklık arasında ben unutulacaktım.
«Şunu da bil ki,» diyerek tekrar söze başlarken dikkatle beni inceledi. «Cuma akşamları eve gelirken sana ya da ağabeyine bir tek armağan getirmesem bile, yine de beni sevinçle karşılayacağınıza inanmıştım… aptalca bir düşünce. Armağanlarımı değil, beni sevdiğinizi düşünüyordum. İyi bir baba olduğumu sanarak yanılgıya düşmüşüm. Sizin sevginizi kazandığımı ve bir düzine çocuğum olsa bile, kalbimde apayrı bir yerin olduğunu bildiğini sanmıştım.» Duraklayıp içini çekti. Mavi gözleri koyu-laşmıştı. «Sevgili Cathy’min ilk kızım olduğu için özel bir yeri olduğunu bildiğini düşünüyordum.»
Kızgın bir bakışla, «Ama eğer annemin bir kızı daha olursa, ona da aynı şeyleri söyleyeceksin,» dedim boğulurcasına.
«Öyle mi?»
«Evet,» diyerek hıçkırdım. Daha şimdiden kıskançlık çığlıkları atmaya başlayabilirdim. «Hatta daha küçük ve daha şirin olacağı için onu benden çok sevebilirsin.»
«Belki en az seni sevdiğim kadar sevebilirim, fakat daha fazla değil.» Kollarını açınca kendimi tutamadım, boynuna sarıldım. «Ağlama. Kıskanma da… Sana olan sevgim azalmayacak. Cathy, gerçek bebekler oyuncaklardan daha güzeldir. Annenin işi başından aşkın olacak ve sürekli senin yardımını isteyecek. Evde bulunmadığım zaman, annesine yardım eden çok sevgili bir kızım olduğunu düşünerek rahat edeceğim.» Şefkat dolu dudaklarını ıslak yanaklarıma bastırdı. «Haydi, paketi aç ve için-dekini beğenip beğenmediğini söyle bana.»
İlk önce neden olduğum üzüntü ve kaygıyı gidermek için babamın boynuna sımsıkı sarılıp defalarca yanaklarını öptüm. Pembe ffyonklu paketin içinde İngiltere’de yapılmış gümüş bir müzik kutusu vardı. Pembe giysili bir balerin minik bir aynanın önünde müziğin eşliğinde dönüp duruyordu. «Ayrıca bir mücevher kutusu bu,» dedi babam parmağıma kırmızı taşlı küçük bir altın yüzük takarken. «Kutuyu görünce senin olması gerektiğini düşündüm. Bu yüzükle de Cathy’mi diğer kızımdan biraz daha fazla seveceğime söz veriyorum… tabii bunu hiç kimseye söylememesi koşuluyla.»
Güneşli bir mayıs günü babam evdeydi. Daha doğrusu iki haftadır evde dolaşıp bebeklerin gelişini beklemekteydi. Annem-se rahatsız ve sinirliydi. Bayan Bertha Simpson yüzünde garip bir ifadeyle ağabeyimle bana bakarak mutfakta yemeklerimizi hazırlıyordu. Annemizin en güvendiği bebek bakıcısıydı; bizimle oturuyordu ve hep annemle babamın karı kocadan çok ağabey kardeş gibi olduklarını söyleyip dururdu. Hiç kimse hakkında güzel sözler söylemeyen, sürekli homurdanan aksi yüzlü bir kadındı. Ve lahana pişiriyordu. Lahanadan nefret ederdim.
Yemek saati gelince babam koşarak salona girdi ve annemi hastaneye götüreceğini söyledi. «Sakın endişelenmeyin. Her şey yolunda gidecek. Bayan Simpson’ın sözünü dinleyin ve evödev-lerinizi yapın. Birkaç saat sonra kardeşlerinizin kız mı, yoksa erkek mi olduklarını öğreneceksiniz…»
Ertesi sabaha kadar eve dönmedi. Geldiğinde tıraşı uzamış, giysileri buruşmuştu, ama yine de sevinçle bize gülümseyerek sordu. «Tahmin edin! Kız mı, oğlan mı?»
«Oğlan!» diye bağırdı Christopher. Top oynamayı öğreteceği iki erkek kardeşi olmasını istediğini söyleyip durmuştu. Ben de erkek kardeş istiyordum… kız çocuk babamın sevgisini benden alabilirdi.
«Bir kız ve bir erkek!» dedi babam sevinçle. «Son derece şirin, minicik şeyler. Haydi kalkıp giyinin, onları görmeye götüre-yim sizi.»
Asık suratla katıldım yanlarına. Babam, hemşirenin kollarındaki iki minik bebeği kucağına alıp pencereden görmem için havaya kaldırınca bile bakmak içimden gelmiyordu. O kadar küçüktüler ki! Elma kadar kafaları vardı, minik kırmızı yumruklarını havada sallıyorlardı. Bir tanesi sanki iğne batırılıyormuş gibi çığlık çığlığa bağırıyordu.
Babam içini çekerek yanağımı öptü. «Tanrı bana çok iyi davranıyor. İlk çocuğum kadar mükemmel iki bebek daha verdi.»
İkisinden de nefret edeceğimi biliyordum. Özellikle Carrie adındaki ağlayıp zırlayan kızdan. Cory ise kız kardeşinden daha sessiz ve sakindi. Yatak odaları tam benimkinin karşısında olduğundan rahat uyuyabilmek için iki yıl beklemek zorunda kaldım. Ama günden güne büyüyorlardı, odalarına girip onları kucağıma alınca bana gülümsemeye bile başladılar ve içimdeki kıskançlık, yerini tatlı bir annelik duygusuna bırakmaya başladı. Her gün okuldan çıkınca doğruca eve gidip onları görmek, sevmek, bezlerini değiştirip mamalarını vermek için sabırsızlanıyordum. Gerçekten oyuncak bebeklerden daha eğlenceliydiler.
Anne ve babaların tüm çocukları için kalplerinde yer olduğunu kısa bir sürede öğrendim. Ben de seviyordum onları; hatta belki de benden daha güzel olan Carrie’yi bile seviyordum. Arsız otlar gibi çabucak büyüdüklerini söylüyordu babam ama annem Christopher’la benim kadar hızlı büyümediklerini öne sürerek kaygılanmaktaydı. Bu konuyu doktoruna açınca ikizlerin tek çocuktan daha küçük oldukları anlatıldı ona.
«Gördün mü?» dedi ağabeyim. «Doktorlar her şeyi bilirler.»
Babam bakışlarını okuduğu gazeteden uzaklaştırıp gülümsedi. «Doktor oğlum konuşuyor. Ama hiç kimse her şeyi bilemez, Chris!»
Ağabeyime Chris diyen tek kişi babamdı.
Çok komik bir soyadımız vardı ve yazılışını öğrenmek oldukça güçtü. Dollanganger. Hepimiz açık sarı saçlı, açık renk gözlü ve beyaz tenli olduğumuz için babamın en yakın arkadaşı Jim Johnston bize «Dresden Bebekleri» adını takmıştı. Şömine raflarını, küçük sehpaları süsleyen minik porselen bebekleri andırdığımızı söylüyordu. Ve mahallede herkes Dollanganger’den daha kolay buldukları için bize «Dresden Bebekleri» demeye başlamıştı.
ikizler dört yaşına girince -ki ben on ikime, Christopher da on dördüne basmıştı- çok özel bir cuma günü için hazırlanmaya başladık. Babamın otuz altıncı yaşgünüydü ve sürpriz bir parti hazırlıyorduk. Annem berberde yeni yaptırdığı saçları, açık mavi uzun giysisi, inci kolyesiyle peri prenseslerine benziyordu. Babam geldiğinde hazır olması için oradan oraya koşturup yemek masasını düzenlemekteydi. Ona aldığımız armağanlar büfenin üstüne yığılmıştı. Küçük, samimi bir parti olacaktı; yalnızca bizler ve çok yakın birkaç dost.
«Cathy,» diye seslendi annem. «Benim yerime ikizleri yıkayabilir misin? Öğle uykularından önce banyo yaptırmıştım onslara, ama uyanınca doğru kumda oynamaya gittiler ve yine yıkanmak zorundalar.»
İşten asla kaçmıyordum. Ayrıca annem güzel elbisesi, manikürlü tırnaklar», berberde yapılmış saçlarıyla dört yaşındaki pis çocuklarını yıkayamayacak kadar güzel ve alımlıydı.
«Onların işi bitince Christopherla sen de banyoya gir, sonra o yeni pembe elbiseni giy, Cathy. Saçlarını da kıvırmayı unutma. Sen de lütfen blucin giyme, Christopher. İyi bir gömlek giyip kravat takmanı istiyorum. Krem rengi pantolonunla açık mavi spor ceketini giyersen çok iyi olur.»
«Ama anne, öyle giyinmekten nefret ediyorum,» diye sızlandı Christopher.
«Babanızın hatırına dediklerimi yap lütfen. O sizler için elinden geleni yapıyor. Sen de onun en azından ailesiyle övünmesini sağlayabilirsin.»
Ağabeyim homurdanarak uzaklaşınca, bahçeye çıkıp ikizleri yıkanmaya ikna etme görevi yalnızca bana kaldı. «Günde bir banyo yeter!» diye itiraz etti Carrie. «Biz temiziz! Dur! Sabunu sevmiyoruz! Saçımızın yıkanmasını da sevmiyoruz! Bunu yaparsan, Cathy, annemize söyleriz!»
«Ha ha!» dedim. «Sizin gibi iki küçük kirli canavarı temizlemem için beni buraya kim gönderdi sanıyorsunuz? Aman Tanrım, bu kadar çabuk nasıl kirlenebiliyorsunuz?»
Soyunup ılık suya girerek sarı ördekleri ve lastik tekneleriyle eğlenmeye, beni tepeden tırnağa ıslatmaya başlayınca sesleri kesildi. Saçlarının yıkanmasına ve kurulanıp en güzel elbiselerinin giydirilmesine itiraz etmediler. Çünkü bir partiye gidiyorlardı ve günlerden cumaydı, babamız eve gelecekti.
İlk önce Cory’nin kısa şortlu beyaz takımını giydirip saçlarını düzelttim. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü istediğim tarafa yatıramadığım inatçı bir buklesi vardı sağ kaşının üstünde, inanır mısınız, Carrie de saçlarının böyle taranmasını istiyordu hep.
İkisini de tertemiz giyindirdikten ve gözlerini bir an için bile üstlerinden ayırmaması için Christopher’a sıkı sıkı tembih ettikten sonra hazırlanmaya başlayabildim ancak.
Banyo yapıp saçlarımı kalın bigudilerle sararken ikizlerin sızlanmaya başladıklarını duyabiliyordum. Kapının aralığından bakınca, ağabeyimin masal kitabı okuyarak onları eğlendirmeye çalıştığını gördüm.
Farbalarla süslü pembe elbisemle yanlarına gidince, «Hey, pek fena sayılmazsın!» diye karşıladı beni Christopher.
«O kadarcık mı? Daha iyi bir şey söyleyemez misin?»
«Bir kız kardeş için bu iltifat yeter,» diyerek saatine bakıp resimli kitabı kapattı. İkizlerin ellerinden tutup aceleyle dışarı çıkarken seslendi. «Babam her an gelebilir. Çabuk ol, Cathy!»
Saat beş oldu ve geçti, ancak hâlâ babamın yeşil Cadillac’ı evin dönemeçli yoluna girmemişti. Konuklar oldukça neşeli bir sohbet havası yaratmaya çalışıyorlardı ama annem endişeyle odada dolaşmaya başlamıştı bile. Genellikle babam saat dörtte ya da daha erken gelirdi eve.
Saat yedi… ve hâlâ bekliyorduk.
Annemin hazırladığı nefis yemekler çok uzun süredir fırında durmaktan kurumuşlardı. En geç saat yedide ikizleri yatırdığımız için hem acıkmışlar, hem de uykuları geldiğinden huy-suzlanmışlardı. Hiç durmaksızın, «Babam ne zaman gelecek?» diye soruyorlardı.
Beyaz giysileri artık tertemiz sayılmazdı. Carrie’nin özenle taradığım saçları kıvrılmaya ve rüzgârla uçuşmuş havasına girmeye başlamıştı. Cory’nin sürekli akan burnunu koluna silmekte olduğunu görünce aceleyle bir kâğıt mendil kapıp yardımına koştum.
«Anlaşılan Corinne, kocan kendine başka bir güzel bulmuş,» diye şakalaştı Jim Johnston.
Böylesine yersiz bir şaka yaptığı için karısı öfkeyle baktı ona.
Ben de en az annem kadar endişelenmişim. Sürekli odada dolaşıyor, sık sık pencereden dışarıya bakıyordum.
Evimizin ağaçlı yoluna sapan bir araba görünce, «Oh!» diye haykırdım. «Babam geliyor galiba!»
. Ne var ki kapımızın önünde duran araba yeşil değil beyazdı ve üstünde yanıp sönen kırmızı bir ışık vardı. Kapısındaki EYALET POLİSİ yazısı açıkça okunabiliyordu.
Mavi üniformalı iki polis arabadan inip kapıya yaklaştılar, zilin sesiyle birlikte hafif bir çığlık attı annem.
Donmuş gibiydi. Eli boğazına yaklaşmış, gözleri kararmıştı. Onun tepkilerini izlemek bile korkunç duygular yaşatıyordu bana.
Jim Johnston kapıyı açıp iki polisi içeri aldı. Avizeden sar- -kan balonları, büfenin üstüne yığılmış hediye paketlerini ve ziyafet sofrasını gören polisler, bir doğumgünü olduğunu anlayarak rahatsızca etraflarına bakındılar.
«Bayan Christopher Garland Dollanganger hanginiz?» diye sordu daha yaşlı olanı gözleriyle salondaki kadınları araştırarak.
Annemiz hafifçe başını salladı. Ağabeyimle ben belli belirsiz yanma sokulduk. Yerde minik arabalarıyla oynayan ikizler polislerin beklenmedik gelişiyle ilgilenmemişlerdi.
Kırmızı yüzlü, iyi kalpli görünüşlü polis anneme yaklaştı. «Bayan Dollanganger,» diye söze başladı boğuk bir sesle. Birdenbire paniğe kapılmıştım. «Çok üzgünüz ama Greenfield Yolunda bir kaza oldu.»
«Oh…» diyerek inledi annem ve bizleri kendine çekti. Onun da benim gibi titrediğini hissediyordum. Polislerin metal düğmelerine takılmıştı gözlerim; başka hiçbir şey göremiyordum.
Annemin gırtlağından hıçkırığa benzer bir ses yükseldi ve eğer biz tutmasaydık yere yuvarlanacaktı.
«Kazayı gören diğer şoförleri sorguya çektik, Bayan Dollanganger,» diye konuşmasını sürdürdü duygusuz ses. «Kocanızın suçu yokmuş. Aldığımız bilgilere göre, sol şeritte mavi bir Ford, arabaların arasına dalıp çıkıyormuş. Sarhoş olduğunu sanıyoruz. Ve kocanızın arabasına önden bindirmiş. Anladığımız kadarıyla, kazayı sezinleyen kocanız kurtulmak için yana kaçmaya çalışmış. Fakat ne yazık ki başka bir araba ya da kamyondan düşmüş bir makine parçası bu manevrayı tamamlamasına olanak tanımamış. Yoksa canını kurtaracakmış. Kocanızın, arabası birkaç takla attığı halde kurtulma umudu varmış. Ancak karşıdan gelen bir kamyon, fren yapmasına rağmen duramayıp çarptığı için Cadillac tekrar takla atmış ve… yanmaya… başlamış…»
Bir oda dolusu insanın bu kadar çabuk sessizleştiğini daha önce hiç görmemiştim. İkizler bile başlarını oyunlarından kaldırıp polislere baktılar.
«Ya kocam?» diye sordu annem. Sesi duyulmayacak kadar hafif çıkmıştı. «O… o… ölmedi… değil mi?»
«Hanımefendi,» dedi kırmızı yüzlü polis ciddi bir sesle. «Çok özel bir gününüzde bu kötü haberi size iletmek beni fazlasıyla üzüyor.» Bir an duraklayıp etrafına baktı. «Çok üzgünüm… onu çıkarmak için herkes elinden geleni yaptı, ama… ne yazık ki… doktorun dediğine göre… ilk anda Ölmüş.»
Kanepede oturanlardan biri çığlık attı.
Annemin sesi çıkmadı. Gözleri donuklaştı ve karardı. Güzel yüzünün rengi soldu ve bir ölüm maskesine benzedi. Söylenenlerin hiçbirinin doğru olmayacağını ona gözlerimle anlatmak için dikkatle yüzüne baktım. Babam olamaz! Benim babam olamaz! ölmüş olamaz… Ölüm yaşlılar ve hastalar içindir… Babam kadar genç, sağlıklı… sevilen ve aranan biri için değildir.
Annem üzgün yüzü, donuk gözleri, birbirini ovuşturan elleriyle karşımda duruyordu. Her geçen saniye gözleri sanki yuvalarına biraz daha gömülüyordu.
Ağlamaya başladım.
«İlk çarpmada arabadan fırlayan bazı eşyalarını getirdik, efendim. Her şeyini kurtarmaya çalıştık.»
«Gidin buradan!» diye bağırdım polislere. «Çıkın, gidin! Babam değildir! Olmadığını biliyorum! Bize dondurma almak için bir dükkâna uğramıştır şimdi. Her an kapıdan içeri girebilir! Gidin buradan!» Polise yaklaşıp göğsünü yumruklamaya başladım. Polis geri çekilmeye çalışırken ağabeyim yanımıza geldi ve beni tuttu.
«Lütfen,» dedi polis. «Lütfen biri bu çocuğa yardım etsin.»
Annemin kolları omzuma sarıldı ve beni kendine doğru çekti. Salondakiler şaşkın seslerle mırıldanmaya başlamışlardı. Ve fırındaki yemeklerden yanık kokuları geliyordu.
Birinin yanıma gelip elimi tutmasını ve Tanrı’nın babam gibi bir insanı aramızdan çekip almış olamayacağını söylemesini bekliyordum, ama kimse gelmedi. Yalnızca Christopher belime sarıldı ve üçümüz -annem, ağabeyim ve ben-sarmaş dolaş olduğumuz yerde kalakaldık.
Sonunda Christopher garip, boğuk bir sesle sordu. «Babamız olduğundan emin misiniz? Eğer yeşil Cadillac alev aldıysa içindeki yanmış olmalı. Öyleyse babamızdan başka biri de olabilir.»
Annemin gözlerinden bir tek damla yaş gelmediği halde boğazından acı hıçkırıklar yükseliyordu. İki adamın söylediklerinin gerçek olduğuna inanıyordu!
Bir doğumgünü partisine katılmak için en güzel elbiselerini giyip gelmiş olan konuklar, bize yaklaşıp söylenecek bir şeylerin bulunmadığı bu gibi durumlarda sarfedilen teselli sözcüklerini mırıldanmaya başladılar.
«Çok üzgünüz, Corinne… Şaşkına döndük… Korkunç bir şey… »
«Chris’in başına bu kadar kötü bir olayın gelmiş olması… »
«Günlerimiz sayılı zaten… doğduğumuz andan itibaren sayılıdır günlerimiz… »
Bu sözler birbirini izlerken gerçek, yavaş yavaş betona sızan su gibi kalbime işledi. Babam gerçekten ölmüştü. Onu bir daha göremeyecektik. Yalnızca tabutunda son kez görecek ve toprağın altına gömecektik. Mezar taşı doğum ve ölüm tarihleri arasındaki yıl farkını gösterecekti.
Benimle aynı duyguları paylaşmalarının olanaksızlığını bildiğim için ikizlerin ne yaptıklarını anlamak üzere etrafıma bakındım. Biri onları mutfağa götürmüş, yatırmadan önce yemeklerini yediriyordu. Gözlerim Christopher’ınkilere takıldı. O da benimle aynı acıyı paylaşıyordu. Gencecik yüzünde solgun ve şaşkın bir anlam vardı. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi…
Polislerden biri arabaya gitti ve getirdiği eşyaları teker teker sehpanın üzerine dizmeye başladı. Babamın her zaman yanında taşıdığı bu şeylerden alamıyordum gözlerimi: Annemin bir Noel’ de hediye ettiği yılan derisi cüzdanı, deri kaplı not defteri, kol saati, alyansı. Hepsi yangından kararmıştı.
En son olarak Cory ve Carrie için aldığı oyuncak hayvancıklar çıktı ortaya. Kırmızı yüzlü polisin anlattığına göre, caddenin ortasından toplamışlar onları. Pembe kadife kulaklı mavi bir fitte kırmızı eyerii, sarı dizginli mor bir midilli… Bunların içinde bizi en çok üzense bagaj kilidi kırılınca savrulan bavuldan saçılmış giyecekler oldu.
O gömlekleri, pantolonları, kravatları, çorapları çok iyi tanıyordum. Son doğumgününde armağan ettiğim kravat da aralarındaydı.
«Birinin kimlik tespiti için bizimle gelmesi gerekiyor,» dedi
polis.
Artık inanmıştım. Babamız bir daha asla cebinde armağanlarla gelemeyecekti eve. Kendi doğumgününde bile…
Salondan kaçtım. Kalbimi parçalayan eşya sergisinden çılgınlar gibi kaçtım. Evden çıkıp arka bahçeye indim ve yaşlı bir akçaağacı yumruklamaya başladım. Ellerim acıyıp kanamaya başlayıncaya kadar yumrukladım. Sonra o ağacın altında 2 gün süre ağladım. Hayatta olması gereken babam ve o gittikten sonra bile yaşamımızı sürdürmek zorunda olan bizler için ağladım. Ve ikizler… onlar babamın ne denli mükemmel bir insan olduğunu bilmiyorlardı bile. Gözyaşlarım sonunda dindi. Ovuşturmaktan kızarmış ve şişmiş gözlerimi son kez silerken yaklaşan ayak seslerini duydum… annem.
Yanıma oturup elimi tuttu. Gökte parlayan yarım ayın yanı-sıra milyonlarca yıldız göz kırpıyor ve hafif bir rüzgâr baharın kokusunu taşıyordu. «Cathy,» dedi annem aramızdaki sessizlik hiç bozulmayacakmış gibi uzayınca. «Baban yukarıda cennette ve seni izliyor. Biliyorsun, daima cesur olmanı isterdi.»
«O ölmedi, anne!» diye itiraz ettim şiddetle.
«Uzun zamandu burada oturuyorsun, belki saatin ona geldiğini fark bile etmedin. Birinin kimlik tespiti için gitmesi gerekiyordu ve Jim Johnston beni bu acı olaydan kurtarmak için gitmeyi önerdi ama kabul etmedim. Görmem gerekiyordu. Ben de inanmadım söylenenlere, ancak baban öldü, Cathy. Ağabeyin yatağında ağlıyor, ikizlerse uyuyorlar. Onlar daha ‘ölümün’ ne demek olduğunu bilmiyorlar.»
Bana sarılıp başımı omzuna yasladı bir süre. Sonra, «Haydi gel,» dedi ayağa kalkarak. «Burada çok uzun süre olurdun. Ben senin evde, diğerleriyle birlikte olduğunu sanıyordum. Onlar da odanda ya da benim yanımda olduğunu düşünmüşler. Acılı olduğun zaman yalnız kalmak doğru değildir. İnsanlarla beraber olup acını paylaşmalısın. İçinde saklamamalısın.»
Babamın ölümüyle birlikte üstümüze çöken bir karabulut yaşamımızı gölgelemeye başladı. Sitemli gözlerle anneme bakarak bizleri niçin böyle bir olaya hazırlamadığını düşünüyordum. Çocuklara, yitirmeyi öğreten canlı hayvanlar beslememize bile izin verilmemişti. Biri bize sevdiğimiz insanın da ölebileceğini söylemiş olmalıydı.
Kaderin bir acı süzgecinden geçirir gibi inceltip sıskacık bıraktığı bir anneye bunları nasıl söyleyebilirdiniz? Konuşmak, yemek yemek, saçlarını taramak, hatta gardırobunu dolduran güzel giysilerini giymek bile istemeyen biriyle nasıl açıkça ve dürüstçe konuşabilirdiniz? Bizim ihtiyaçlarımızla bile ilgilenmek istemiyordu. Komşularımızın kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle bize gelip idareyi ele almaları doğrusu çok yerinde olmuştu. Evimiz çiçekler, evde yapılmış pasta, pide ve sıcak ekmeklerle doluydu.
Babamı sevip sayan, ona hayranlık duyan bir sürü insan her gün gelip gidiyor ve onun bu kadar tanınmış olması beni çok duygulandırıyordu. Ancak yine de biri çıkıp nasıl öldüğünü sorduğunda ya da birçok hasta, sakat, işe yaramaz insan yıllarca yarşarken böylesine genç birinin ölümünün ne denli acı olduğunu söylediğinde nefretim artıyordu.
Öğrendiğime göre, kader acımasız bir can toplayıcıydı. Sevilen, arzulanan kişilere karşı saygı duymuyordu.
İlkbahar günleri yerini yaza bıraktı. Istırap ne denli büyük olursa olsun yine de yavaş yavaş uzaklaşmanın bir yolunu buluyor, çok sevilen biri uzak bir gölge haline dönüşüyordu.
Bir gün annem öylesine üzgün bir ifadeyle oturuyordu ki, artık gülmeyi tümüyle unuttuğunu düşünmeye başlamıştım. «Anne,» dedim neşeli bir sesle onu da biraz olsun neşelendirmeye çalışarak. «Babamın hayatta olduğunu ve yine bir iş gezisine çıktığını, yakında eve döneceğini düşünerek kendimi avutacağım. Bir gün tekrar kapıdan içeri girecek ve her zamanki gibi, ‘Beni seviyorsanız gelip kucaklayın!’ diye seslenecek. Anlıyor musun? Eğer onun hayatta olduğunu, fakat göremediğimiz bir yerde yaşadığını düşünüp, bir gün geleceğini varsayarsak, hepimiz daha iyi hissedebiliriz kendimizi.»
«Hayır, Cathy,» diye parladı annem. «Gerçeği kabullenmelisin. Düşlere kapılarak kendini kandırmamalısın. Duydun mu? Baban öldü ve ruhu cennete gitti. Senin yaşında bir çocuk kimsenin cennetten dönmesini beklememeli. Onsuz yaşamımızı sürdürebilmek için elimizden geleni yapacağız. Ama gerçekleri görmezlikten gelmenin anlamı yok.»
Yerinden kalkıp kahvaltıyı hazırlamak için buzdolabını açışını izledim.
«Anne…» diye tekrar söze başladım. Onu bir kez daha öfkelendirmemek için dikkatli konuşmak zorundaydım. «Onsuz yaşamımızı sürdürmeyi becerebilecek miyiz?»
«Hayatta kalabilmemiz için elimden geleni yapacağım,» diye yanıtladı duygusuz bir sesle.
«Bayan Johnston gibi çalışmak zorunda kalacak mısın?»
«Belki evet, belki hayır. Hayat sürprizlerle doludur ve öğrenmiş olduğun gibi bunların bazıları acıdır. Fakat on iki yıl senin özel biri olduğunu düşünen bir babayla birlikte yaşadığını unutma sakın, Cathy.»
«Çünkü sana benziyorum,» dedim; onun bir kopyası olduğum için hâlâ kıskançlıktan kurtulamamıştım.
Buzdolabını karıştırmayı sürdürürken yan gözle baktı bana. «Sana daha önce hiç söylememiş olduğum bir şeyi anlatacağım, Cathy. Bana benziyorsun ama benden daha kararlı ve mücadelecisin. Baban her zaman kendi annesine benzediğini söylerdi ve onu çok severdi.»
«Herkes sevmez mi annesini?»
«Hayır,» dedi garip bir ifadeyle. «Bazı anneler vardır ki asla sevemezsin, çünkü kendilerini sevmeni istemezler.»
Buzdolabından salamla yumurtaları çıkardıktan sonra dönüp bana sarıldı. «Sevgili Cathy, senin babanla aranda özel bir bağ vardı. Ve sanıyorum bu nedenle onu Christopher’dan ya da ikizlerden daha fazla özlüyorsun.»
Omzuna yaslanarak hıçkırdım. «Onu aldığı için Tanrı’dan nefret ediyorum; ihtiyarlayıncaya kadar yaşamalıydı! Ben dans ederken ya da Christopher doktorluk yaparken bizi göremeyecek. O gittiği için artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı.»
«Bazen ölüm senin düşündüğün kadar kötü bir olay değildir,» diye söze başladı boğuk bir sesle. «Baban artık ihtiyarlamayacak ya da hastalanmayacak. Onu daima genç, yakışıklı ve güçlü olarak anımsayacaksın. Artık ağlama, Cathy. Babanın dediği gibi, ‘Her şeyin bir nedeni ve her sorunun bir çözümü vardır”. En iyi yol olarak gördüğüm çözümü gerçekleştirmek için elimden geleni yapıyorum.»
Biz dört çocuk, kaybımız ve ıstırabımızın kırık döküklüğü arasında yuvarlanarak yaşamaya çalışıyorduk… Mutluluğu ve teselliyi güneşte arayarak arka bahçede saatlerce oyun oynuyorduk. Yaşamımızın birdenbire değişeceğini ve ‘arka bahçe’ sözcüğünün cennetle eş anlam taşıyacağını nereden bilebilirdik? En az cennet kadar uzak olacaktı bizler için.
Babamın cenazesinden kısa bir süre sonra Christopher ve ben ikizlerle bahçeye çıkmıştık. Onlar minicik kovaları ve kürekleriyle kum bahçesinde oturmuşlar, büyük bir sabırla kumları bir kovadan diğerine boşaltıp dolduruyorlardı. Yalnızca kendilerinin anlayabildiği garip bir dille konuşmaktaydılar. Gerçi Cory He Carrie tek yumurta ikizleri değildiler, ama sanki bir tek kişiymiş gibi birbirleriyle olmaktan mutluluk duyuyorlardı. Etraflarına öylesine güçlü bir duvar örmüşlerdi ki, hiçbir gizleri dışarı sızmıyordu. Birbirlerine yetiyorlardı kısacası.
Akşam yemeği zamanı geldi ve geçti. Yemeklerin artık hiç anımsanmayacağından korkarak annemizin bizi çağırmasını beklemeden ikizlerin tombul ellerinden tutup içeri girdik. Annemizi, babamızın büyük yazı masasında oturmuş güç bir mektubu yazmaya çalışırken bulduk. Başlanıp yarım bırakılmış büyük bir deste mektup kâğıdı gösteriyordu bunu. Kaşlarını çatmış, arasıra başını kaldırıp gözleri boşluğa dalarak tamamlamaya uğraşıyordu.
«Anne, neredeyse saat altı olacak. İkizler acıkmaya başladılar,» dedim.
«Bir dakika, bir dakika,» dedi umursamadan. «Virginia’da yaşayan büyükannenizle büyükbabanıza mektup yazıyorum. Buzdolabındaki böreklerden birini çıkarıp fırına koyabilirsin, Cathy.»
İlk kez kendi başıma bir akşam yemeği hazırlıyordum. Sofrayı kurdum, böreği fırına koyup sütü ısıttım. Ancak ondan sonra annem yardıma geldi.
Babamız öldüğünden beri annemin her gün yazacağı mektupları ve gideceği yerleri olduğunu öğrendik. Biz hep komşumuzun gözetimine bırakıyordu. Geceleri babamızın masasına otu-. rup yeşil kaplı hesap defterini açarak faturaları inceliyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi güzel değildi. Sık- sık ağabeyimle birlikte ikizleri yıkayıp pijamalarını giydirerek yatıyorduk. Sonra Christopher doğruca odasına çekilip ders çalışıyordu. Ben de yüzüne biraz olsun mutluluk getirmek için onun yalnız kalmasına pek izin vermiyordum.
Birkaç hafta sonra annemin ailesine yazdığı birçok mektuba bir yanıt geldi. Kalın krem rengi zarfı açmadan önce ağlamaya başladı annem. Beceriksiz hareketlerle bir mektup açacağı aldı eline ve zarfı titreyerek açtı. Üç sayfa mektubu en az üç kez, sesini çıkarmadan okudu. Sürekli yanaklarından süzülen yaşları makyajını bozuyordu.
Ön kapının yanındaki mektup kutusundan zarfı alınca bizi hemen içeri çağırmıştı. Şimdi dördümüz salondaki kanepede yan yana oturuyorduk. Dikkatle ona bakarken tatlı Dresden yüzünün soğuk, katı ve kararlı bir ifadeyle kaplandığını gördüm. Soğuk bir titreşim belkemiğimde dolaştı. Belki gözlerini yüzlerimizden ayırmadan çok uzun süre bize baktığı için korkmuştum.
Sonra bakışlarını titreyen ellerindeki kâğıtlara ve pencereye çevirdi. Sanki mektuptaki sorulara oralarda bir yanıt arıyordu.
Annemin davranışı çok garipti. Hepimize olağanüstü bir sessizlik hâkim olmuştu. Annemizin dilini bağlayıp gözlerini donuk-laştıran üç sayfalık krem rengi mektup gelmeden önce de babasız bir evin çekingenliği sarmıştı zaten bizi. Niçin bu kadar garip bir ifadeyle bakıyordu bize?
Sonunda öksürerek boğazını temizledi, hiç alışmadığımız soğuk bir sesle konuşmaya başladı. «Büyükanneniz en sonunda mektuplarıma bir yanıt verdi. Yazdığım bunca mektuptan sonra… her neyse… kabul etmiş. Yanına yerleşmemize izin veriyor.»
İyi haber! Duymak istediğimiz haberdi bu ve çılgınlar gibi mutlu olmamız gerekiyordu. Ne var ki annem yine sessizliğe gömüldü, gözlerini bizden ayırmadan oturdu bir süre. Derdi neydi acaba? Bizim kendi çocukları olduğumuzu bilmiyor muydu? Çamaşır ipine sıralanmış kuşlar gibi oturan dört yabancı çocuk değildik ki…
«Christopher, sen on dört, Cathy, sen de on iki yaşında oldun. Artık anlayacak, elbirliği yapıp annenizin güç bir durumdan sıyrılmasına yardım edebilecek olgunluğa sahipsiniz.» Durakladı ve elini boğazına götürüp kolyesiyle oynamaya başladı. Neredeyse yeniden ağlayacaktı. Kocasız kalan zavallı annem için çok üzülüyordum doğrusu.
«Anne, her şey yolunda mı?» diye sordum.
«Elbette, hayatım, elbette,» diyerek gülümsemeye çalıştı. «Babanız, Tanrı rahmet eylesin, çok uzun yaşayacağını ve bu arada çok zengin olacağını düşünürdü hep. Para kazanmayı bilen bir aileden geliyordu ve eminim eğer vakti olsaydı büyük bir serveti olacaktı. Ama otuz altı yaş, ölmek için çok erken. İnsanlar başlarına hiçbir şeyin gelmeyeceğine, tüm kötülüklerin başkalarına yöneleceğine inanırlar. Ne kazaları bekleriz, ne de genç yaşta ölmeyi. Babanızla ben uzun yıllar yaşayıp torunlarımızı gördükten sonra aynı günde öleceğimize inanırdık. Böylece geride kalanın giden için üzülmeye vakti olmayacaktı.»
İçini çekerek sözlerini sürdürdü. «İtiraf etmem gerekir ki, bugüne dek hep bütçemizin üstünde bir yaşam sürdük. Parayı daha elimize geçmeden harcadık. Onu suçlamayın, kabahat benim. O yoksulluğu bilirdi, benimse bu konuda hiç fikrim yoktu. Arasıra beni nasıl azarladığını anımsarsınız. Bu evi alırken üç yatak odasının yeterli olacağını söylemişti, fakat ben dört olsun istiyordum. Hatta dört bile az görünüyordu gözüme. Etrafınıza bir bakın, evin daha otuz yıllık borcu var. Ne buradaki eşyalar, ne arabalar, ne de mutfaktaki gereçler bize ait. Hiçbir şeyin taksitleri tamamlanmış değil.»
Ürkmüş mü görünüyorduk? Korkmuş mu? Bir an duraklayıp, güzelliğini artırmak için özenle düzenlenmiş salonda gezdirdi gözlerini. İnce kaşları kaygıyla çatılmıştı. «Gerçi babanız bana kızardı, ama bu güzel eşyaları o da istedi. Beni sevdiği için her istediğimi yapardı. Bir süre sonra bazı lüks eşyaların gerekli olduğuna onu inandırmıştım ve ikimiz de arzularımıza gem vurmayı bilemedik. Ortak noktalarımızdan biri de buydu zaten.»
Tıpkı bir yabancınınkine benzeyen sesiyle devam etmeden önce, pişmanlıkla dolu anımsamaya döndü yüz ifadesi. «Şimdi bütün güzel eşyalarımız elimizden gidecek. Aldıklarını ödeyecek paran olmadığı zaman bunu yapmak yasal hakları. Şu kanepe örneğin; üç yıl “Önce sekiz yüz dolara almıştık. Ve yalnızca yüz dolar borcumuz kaldığı halde ona el koyacaklar. Daha önce ödediklerimiz de yanacak tabii, ne yazık ki yasalar böyle. Yalnızca evimiz ve eşyalarımız değil, arabalarımız da elimizden gidecek. Daha doğrusu giyeceklerimizle sizin oyuncaklarınız dışında hiçbir şey bizim değil artık. Alyansımı kullanmama izin verecekler, pırlantalı nişan yüzüğümüyse sakladım. Kontrol etmeye gelenlere lütfen pırlanta bir yüzüğüm olduğunu sakın söylemeyin.»
‘Onlar’ın kimler olduğunu hiçbirimiz sormadık. Sormak benim aklıma gelmedi; daha sonraları da önemi kalmadı artık.
Christopher’ın gözleri benimkilere dikildi. Anlamak için büyük bir çaba harcıyor ve bu duygu karmaşasında boğulmamaya çalışıyordum. Birdenbire kendimi büyüklerin ölüm ve borçla dolu dünyalarında buluvermiştim. Ağabeyim uzanıp elimi tuttu ve güven verircesine sıktı. Beklenmedik bir ağabeylik gösterisiydi bu.
Acaba sürekli benimle alay edip şakalaşan kişinin bile içimi rahatça okuyabildiği saydam bir madde miydim? Gülümseyerek ona güçlü ve olgun olduğumu kanıtlamaya çalıştım. ‘Onlar’ eşyalarımızı alacağı için neredeyse ağlamaya başlayacak olan zayıf bir çocuk gibi görünmemeye çabaladım. Başka bir küçük kızın pembe boyalı odamda uyumasını, çok sevgili oyuncaklarımla oynamasını istemiyordum. Özel kutularında sakladığım minik bebeklerimi ve pembe balerinin içinde dans ettiği gümüş kutumu da alacaklar mıydı acaba?
Annem ağabeyimle aramda geçen sessiz anlaşmayı dikkatle izliyordu. Tekrar söze başlayınca eski tatlı sesinin izlerini bulduk. «Böylesine kalbi kırık durmayın. Anlattığım kadar kötü değil her şey. Eğer sizin ne kadar genç ve toy olduğunuzu unutup düşüncesizce konuşmuşsam beni bağışlayın. Sizlere önce kötü haberleri verip iyilerini sona sakladım. Şimdi soluğunuzu tutup beni dinleyin! Belki söyleyeceklerime inanmayacaksınız ama benim ailem çok zengindir. Tanıdığımız zenginlere benzemezler. Hesabını bilemeyecekleri kadar çok paraları vardır. Virginia’da şimdiye dek hiç görmediğiniz büyüklükte bir evde otururlar. Ben de orada doğup büyüdüm. Evi görünce burasının bir kulübe olduğunu düşüneceksiniz. Annem ve babamla beraber yaşayacağımızı söylememiş miydim?
Bu neşeli haberi verirken sesi öylesine zayıf, gülüşü öylesine sinirliydi ki, daha önce söylediklerinin yarattığı kuşkuyu silmeyi başaramamıştı. Gözlerinin benden kaçmak için çırpınmalarından hoşlanmamıştım. Bir şeyler sakladığını düşünüyordum.
Ama benim annemdi o.
Ve babam ölmüştü…
Carrie’yi kollarıma alıp kucağıma oturtarak küçük sıcak vücudunu göğsüme yasladım. Alnına düşen ıslak sarı buklelerini düzelttim. Gözleri kapanıyor, dudakları büzülüyordu. Christopher’a yaslanan Cory’ye baktım. «İkizler çok yorgun, anne. Yemek yemeleri gerekiyor.»
«Daha sonra yemek yiyecek vaktimiz olacak,» dedi annem sabırsızca. «Şimdi plan yapıp eşyalarımızı toplamalıyız. Bu akşam trene yetişmemiz gerekiyor. Biz bavulları toplarken ikizler yemek yiyebilirler. Sizin giyeceklerinizin hepsi iki bavula sığmak zorunda.. Sadece sevdiğiniz, giysilerinizi ve oyuncaklarınızı almanızı istiyorum. Oraya gittikten sonra sizlere bol bol oyuncak alırım. Cathy, sen ikizlerin en sevdikleri eşyaları ayır. Ama çok olmasın sayıları. Ancak dört bavul alabileceğiz ve en az iki tanesi bana gerekli.»
Gerçekti bu! Her şeyi bırakıp gidiyorduk! Kardeşlerimle paylaşmak zorunda olduğum iki bavula sığdıracaktım tüm eşyamı. Büyük bebeğim bir bavulun yarısını kaplardı. Babamın üç yaşındayken hediye ettiği çok değerli bebeğimi nasıl bırakabilirdim? Hıçkırmaya başladım.
Şaşkın gözlerle annemize bakarak oturduk uzun bir süre. Anlaşılan onu o kadar rahatsız ediyorduk ki, birdenbire ayağa kalkıp odada dolaşmaya başladı.
«Daha önce de söylediğim gibi annemle babam çok zengindir,» dedi ve Christopher’la bana bir bakış fırlattıktan sonra yüzünü saklamak için arkasını döndü.
«Anne,» dedi Christopher. «Kötü bir şey mi var?»
Böyle bir soru sorabilmesi beni çok şaşırtmıştı, çünkü her şeyin kötü olduğu apaçık görülüyordu.
Siyah tül geceliğinin arasından görünen uzun, biçimli bacaklarıyla yürüyüşünü sürdürdü annem. Yas nedeniyle giydiği siyahların içinde bile güzeldi. Gölgeli, hüzünlü gözleri ona yakışıyordu. Öylesine güzeldi ve ben de onu o kadar çok seviyordum ki…
Hepimiz seviyorduk.
Kanepenin önünde annem hızla dönünce, etekleri bir dan-sözünkiler gibi havalandı ve bacakları kalçalarına kadar ortaya çıktı.
«Sevgililerim,» diye söze başladı. «Annemle babamınki gibi görkemli bir evde yaşamanın neresi kötü olabilir? Ben orada doğup büyüdüm. Okula gönderildiğim yıllar dışında tüm yaşamım orada geçti. Son derece büyük ve güzel bir evdir. Durmadan yeni odalar ekliyorlar. Kaç tane olduğunu artık bilmiyorum.»
Gülümsüyordu ama bir sahtelik vardı bunda. «Fakat büyükbabanızla tanışmadan önce sizlere anlatmam gereken bir nokta var.» Yine durakladı ve düzmece gülüşü dudaklarında dolaştı. «Yıllar önce, on sekiz yaşındayken ciddi bir hata yaptım ve babam beni bağışlamadı. Gerçi annem de bağışlamadı ama bu o kadar önemli değil. Hatamdan dolayı babam beni mirasından yoksun bıraktı. Babanız buna ‘gözden düşme’ derdi kibarca. Ve her şeyin iyi yanını gördüğü için buna da pek aldırmazdı.»
Gözden düşmek mi? Ne demekti bu? Annemin, öz babasının mirasından yoksun kalmasına sebep olacak kadar kötü bir şey yapacağına inanamazdım doğrusu.
«Evet, anne, ne demek istediğini anlıyorum,» diye söze karıştı Christopher. «Babanızın hoşuna gitmeyecek bir şey yaptınız, o da vasiyetnamesini yazarken avukatlarına danıştı ve size hiçbir şey bırakmamaya karar verdi. Kendisi öbür dünyaya göçünce elinize para filan geçmeyecek.» Benden daha bilgili olduğunu gösterme fırsatı bulduğu için sevinçle sırıtıyordu. Her sorunun yanıtını bilirdi zaten. Gerçi oyun zamanı mahallemiz-deki bütün çocuklar kadar azgındı, ama evin içine girince televizyona yaklaşmayıp doğruca odasına çekilerek kitaplarına gömülürdü.
Elbette haklıydı.
«Evet, Christopher, babam ölünce mirasından pay alamayacağım ve benden sonra da size geçmeyecek. Bu nedenle yanıtlamadığı halde anneme bir sürü mektup yazdım.» Bu kez acıyla gülümsedi. «Artık tek vâris olduğum için bağışlanacağımı umuyorum. Bir zamanlar iki ağabeyim vardı ama ikisi de kazada öldüler. Benden başka çocukları kalmadı.» Bir an durdu ve eliyle ağzını kapatıp, yeni edindiği, papağanı andıran sesiyle sözlerini sürdürdü. «Sanırım size bir şey daha söylemem gerekiyor. Sizin gerçek soyadınız Dollanganger değil, Foxworthtur. Ve Vir-ginia’da çok ünlü bir addır bu.»
«Anne!» diye bağırdım hayretle. «İsmini değiştirip nüfus cüzdanına sahte bir ad koymak yasal mı?»
Sesi sabırsızlığını açıklıyordu. «Tanrı aşkına, Cathy, isimler yasal olarak değiştirilebilir. Ve Dollanganger adı bir bakıma yine de bizlere ait. Babanız onu eski atalarından aldı. Bir şaka olduğunu düşünerek seçti ve bu isim görevini yerine getirdi.»
«Ne görevi?» diye sordum. «Niçin babam Foxworth gibi kolayca yazılıp okunan bir ad yerine Dollanganger gibi çok zor ve uzun bir isim seçti?»
«Cathy, çok yorgunum,» dedi annem en yakın iskemleye oturarak. «Yapacak çok işim var. Bitmek bilmeyen yasal ayrıntılar… Yakında her şeyi öğreneceksiniz. Yemin ederim her şeyi açıkça anlatacağım. Ama şimdi izin ver soluk alayım.»
Ne biçim bir gündü? Önce esrarengiz ‘onlar’ın evimiz dahil her şeyi almak için geleceklerini öğrendik. Sonra soyadımızın gerçek olmadığı ortaya çıktı.
Kucaklarımızda yatan ikizler çoktan uyumuşlardı bile. Zaten konuşulanları anlayamayacak kadar küçüktüler. Koskoca bir kız olan ben bile niçin on beş yıldır görmediği ailesine kavuşacak olan annemin sevinemediğini anlayamıyordum. Babamızın cenazesine kadar büyükbabamızla büyükannemizin ölmüş olduklarını sanıyorduk. Bir kazada ölen iki dayımız olduğunu ilk kez bugün öğrenmiştik. Annemizle babamızın evlenip çocuk sahibi olmadan önce uzun bir yaşam geçirmiş olduklarını birdenbire farkettim. Tüm yaşamları biz değildik kuşkusuz.»
«Anne,» diye söze başladı Christopher ağır ağır. «Sizin Vir-ginia’daki büyük ve güzel eviniz çok iyi, ama biz burayı çok seviyoruz. Bütün arkadaşlarımız burada, herkes bizi tanıyor ve seviyor. Hiçbirimizin buradan taşınmak istemediğini çok iyi biliyorum. Babamın avukatıyla konuşup bu evde kalmamız için bir yol bulmasını isteyemez misin?»
«Evet, anne, lütfen burada kalalım,» diye destekledim.
Annem birden ayağa fırladı ve odada dolaşmaya başladı. Önümüzde diz çöküp bizimle göz göze geldi. «Şimdi beni dinleyin,» dedi sertçe. Ağabeyimle benim ellerimizi tutup göğsüne bastırdı. «Burada kalmak için bir çare arayıp durdum. Ne var ki hiç paramız olmadığından aylık taksitleri bile karşılayamayız. Kendimi ve dört çocuğu geçindi rebilecek parayı kazanacak yeteneklere sahip değilim.» Kollarını iki yana açarak ne denli çaresiz olduğunu belirtti. «Bakın bana. Kim olduğumu biliyor musunuz? Daima bir erkeğin korumasına gereksinme duyan, güzel fakat işe yaramaz bir süs eşyasıyım ben. Daktilo kullanmayı bilmem. Matematikle başım hoş değil. Çok iyi nakış yaparım, ama bununla para kazanılmaz. Parasız da yaşanmaz. Dünyayı döndüren aşk değil, paradır. Babamın nereye harcayacağını bilemeyeceği kadar çok parası var. Ve bir tek vârisi kaldı… ben. Bir zamanlar beni oğullarından daha çok severdi, bu yüzden tekrar sevgisini kazanmak güç olmayacak. Sonra avukatını çağırıp yeni hazırlayacağı vasiyetnameye benim adımı yazdıracak ve tüm malları benim olacakı Altmış altı yaşında ve kalbi rahatsız. Annem gizlice yazıp eklediği bir notta, büyükbabanızın en çok iki üç ay daha yaşayacağını bildiriyor. Bu süre içinde onun sevgisini tekrar kazanırım ve her şeyi benim olur. Benimi Bizim! Parasal sıkıntılardan uzak kalacağız. İstediğimiz yere gidebileceğiz. Arzuladığımız her şeyi alabileceğiz. Yalnızca bir iki milyondan değil, milyonlardan ve hatta milyarlardan söz ediyorum. Böylesine çok parası olanlar hesabını tam olarak bilemezler. Bankaları, otelleri, uçak ve nakliyat şirketleri filan vardır. Büyükbabanızın yönettiği imparatorluğun ne kadar geniş olduğunu tahmin edemezsiniz. Para kazanma konusunda bir dâhidir. Dokunduğu her şey altın olur.»
Mavi gözleri parladı. Ön pencereden giren güneş ışığı saçlarına elmas ışıltısı veriyordu. Değer biçilemeyecek kadar zengin görünmeye başlamıştı bile. Ah, anne, nasıl oluyor da bunların hepsi babamın ölümünden sonra ortaya çıkıyordu?
«Christopher, Cathy, dinliyor musunuz? Hayal gücünüzü çalıştırıyor musunuz? Büyük miktarda paranın neler yapabileceğini kavrayabiliyor musunuz? Dünya yüzündeki her şey sizin olabilir! Gücünüz, etkiniz ve saygınlığınız olur. Güvenin bana. Kısa zamanda babamın sevgisini kazanacağım. Bir kez bana bakacak ve ayrı kaldığımız on beş yılın boşa harcanmış olduğunu anlayacak. Yaşlı ve hasta bir adam o. Kütüphanenin arkasındaki küçük bir odada kalıyormuş hep. Gece gündüz başında hemşireler bekliyormuş. Ve tabii el pençe divan duran hizmetçiler de var. Ama insanın en yakını yine kendi kanından gelendir ve onun benden başka kimsesi yok. Hemşireler üst kata çıkma gereğini bile duymazlar, onların kendi daireleri vardır. Bir gece sizleri onunla tanıştırmak için hazırlayacağım ve aşağıya, odasına götüreceğim. Gördüğü dört güzel çocuk karşısında hayranlık duyacak, hepinizi çok sevecek. İnanın bana, her şey söylediğim gibi gelişecek. Yemin ederim, babamın istediği her şeyi yapacağım. Hayatım üzerine, canımdan çok sevdiğim siz çocuklarımın üzerine yemin ederim ki, kısa zamanda bütün düşleriniz gerçek olacak.»
Ağzım açık kalmış, coşkusundan şaşkına dönmüştüm. Ağabeyime bakınca inanmaz gözlerle annemi izlediğini gördüm. İkizler tatlı bir uykuya dalmışlar, konuşulanları duymamışlardı.
Bir saray kadar büyük ve güzel bir evde yaşayacaktık. Ve o kocaman sarayda Kral Midas ile tanıştırılacaktık. Kral yakında ölünce bize bırakacağı parayla tüm dünya ayaklarımızın altına serilecekti. Akıl almaz zenginliklere kavuşmak üzereydik! Bir prenses gibi olacaktım!
Peki niçin gerçekten mutlu olamıyordum?
«Cathy,» dedi ağabeyim neşeli bir gülüşle. «Yine de bir balerin olabilirsin. Paranın yetenek kazandıracağını ya da bir çapkından iyi bir doktor yaratabileceğini sanmıyorum ama ciddi işlere başlama vaktimiz gelene dek çok eğleneceğiz, değil mi?»
Içinde pembe balerinin bulunduğu gümüş kutuyu yanıma alamıyordum. Pahalı olduğu için ‘onlar’ın alacağı eşyaların listesine dahil edilmişti.
Ne duvarlardaki vitrinlerimi sökebiliyor, ne de minyatür bebeklerimi saklayabiliyordum. Babamın bana verdiklerinden yalnızca kalp şeklinde kırmızı bir taşı bulunan minik altın yüzüğümü götürebilecektim.
Ve Christopher’m dediği gibi, zengin olunca yaşamımız upuzun bir parti gibi geçecekti. Zenginler böyle yaşardı. Paralarını sayıp eğlenceler düzenlerlerken mutlu bir yaşam sürerlerdi.
Eğlenceler, partiler, oyunlar akıl almaz derecede zenginlikler, saray kadar büyük bir ev, en az dokuz on otomobilin durduğu garajın üstünde yaşayan uşaklar… Annemin böyle bir aileden gelmiş olacağını kim bilebilirdi? Niçin önceleri babamla hep para konusunda kavga ederlerdi? Neden daha önce evine mektup yazıp biraz dil dökerek para istememişti?
Ağır ağır yatak odama yürüdüm ve kapağı açılınca dönmeye hazır bekleyen pembe giysili balerinin durduğu gümüş kutumu seyrettim. «Dön balerin dön… » diyen müziğin sesini duyar gibiydim.
Eğer saklayabilecek bir yerim olsaydı onu çalardım. Elveda pembe beyaz yatak odam. Elveda suçiçeği, kızıl ve kabakulak geçirmeme tanık olmuş beyaz örtülü yatağım…
Elveda, babacığım, buradan gittikten sonra seni yatağımın kenarında otururken, bir bardak su getirirken ya da elimi tutarken anımsayamayacağım. Aslında pek gitmek istemiyorum, babacığım, burada kalıp senin anılarına yakın olmak istiyorum.
«Cathy,» annem kapıya gelmişti. «Orada durup ağlama. Oda yalnızca odadır. Ölmeden önce daha binlerce odan olacak. Onun için acele et ve eşyalarını toparla. Ben hazırlanırken ikizlerin eşyalarını da toparlayıver.»
Ölmeden önce daha binlerce odada yaşayacağımı fısıldıyordu bir ses kulağıma… ve ben de inandım.
Zenginliğe Giden Yol
Annem bavullarını toplarken Christopher*la ben hem bizim, hem de ikizlerin giysi ve oyuncaklarını iki bavula yerleştirdik. Akşamın ilk saatlerinde gelen taksi bizi tren istasyonuna götürdü. Hırsızlar gibi kaçmıştık. Bir tek dostumuza bile veda etmeden gitmek bana dokunmuştu. Niçin böyle olması gerektiğini bilmiyordum, annem ısrar etmişti. Bisikletlerimiz garajda, alamadığımız diğer büyük eşyaların yanında kalmıştı.
Karanlık ve yıldızlı gecenin içinde tren Virğinia’nın dağlık bölgelerine doğru yol alıyordu. Uyuyan kentlerden ve kasabalardan geçiyorduk. Çiftlik evlerinden sızan ışıklar karanlığın içinde varolduklarını belirtiyorlardı. Ağabeyimle ben uyuyup bu manzaraları kaçırmak istemiyorduk. Ayrıca konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki! Yaşayacağımız saray gibi evden, süreceğimiz harika yaşamdan, hizmetimizi görecek üniformalı uşaklardan söz ediyorduk sürekli. Sanırım benim de banyomu hazırlayıp giysilerimi düzenleyecek, saçlarımı tarayacak, emrettiğim zaman hazırolda duracak bir hizmetçim olacaktı. Ama ona sert dav-ranmayacaktım. Tüm hizmetçilerin arzuladığı anlayışlı, iyi kalpli, tatlı bir hanımefendi olacaktım… tabii sevdiğim bir şeyi kırana kadar. O zaman kıyameti koparacak ve pek hoşlanmadığım birkaç eşyayı kafasına atacaktım.
Eski günleri düşününce, trende geçen o gece büyümeye başladığımı farkettim. Kazandığınız her şeyin karşılığında bazı kayıplarınız olur. Öyleyse buna alışıp en iyi tarafını görmeliyim.
Ağabeyimle birlikte elimize geçecek olan parayı nasıl harcayacağımızı planlarken şişko, kel kafalı kondüktör ufak kompartımanımıza girdi ve hayranlıkla annemizi tepeden tırnağa süzerek söze başladı. «Bayan Patterson, on beş dakika sonra sizin ineceğiniz istasyona geleceğiz.»
Niçin ona «Bayan Patterson» diyordu? Merak ettim. Soran gözlerle Christopher’a bakınca onun da şaşırmış olduğunu farkettim.
Birdenbire daldığı düşüncelerden sıyrılan annemin gözleri büyüdü. Bakışları yanıbaşında duran kondüktöre döndü, sonra bizleri dolaştı. Çantasından bir mendil çıkararak zarif bir hareketle sulanan gözlerini kuruladı. İç çekişi öylesine hüzünlü, öylesine anlamlıydı ki, kalbim hızlı bir tempoyla atmaya başladı. «Evet, teşekkür ederim,» dedi hâlâ durup kendisini saygı ve hayranlıkla izleyen kondüktöre. «Merak etmeyin, inmek için hazır oluruz.»
«Hanımefendi,» dedi adam saatine bakarak. «Saat gecenin üçü. Sizi karşılamaya gelecek biri var mı?» Bakışları Christop-her’ın, benim ve uyuyan ikizlerin üzerinde dolaştı.
«Her şey yolunda,» diye güvence verdi annem.
«Dışarısı karanlık, efendim.»
«Evimin yolunu gözü kapalı bulabilirim.»
Yaşlı kondüktörü ikna etmemişti bu yanıt. «Hanımefendi, daha Charlottesville’e bir saatlik yolumuz var. Sizi ve çocuklarınızı ıssız bir yerde bırakıyoruz. Görünürde ev filan yok,»
Daha fazla soru sormasını önlemek için annem en kararlı sesiyle konuştu. «Bizi karşılayacak biri var.» Bu havaya ne kadar çabuk girip ne kadar çabuk sıyrılabiliyordu. Çok komik doğrusu.
Issız istasyona geldik ve trenden indik. Bizi karşılamaya gelen yoktu.
Kondüktörün söylediği gibi, indiğimizde etraf kapkaranlıktı ve görünürlerde bir tek ev bile yoktu. Karanlığın içinde, yapayalnız, giden trenin ardından kondüktöre el salladık. Adamın yüz ifadesi ‘Bayan Patterson’ ile dört uykulu çocuğunu böylesine ıssız bir yerde bırakmaktan memnun olmadığını gösteriyordu. Etrafıma bakınınca dört tahta direğin taşıdığı bir paslı teneke damın altındaki kırık dökük yeşil bankı gördüm. İstasyonumuzun tümü buydu. O banka oturmadan tren gözden kaybolun-caya kadar ardından baktık. Duyduğumuz son düdük sesi sanki bize iyi şanslar diliyordu.
Otlaklar ve tarlalar çevrelemişti bizi. İstasyonun arkasındaki ormandan garip bir ses geldi. İrkilerek arkama dönünce Chritophers gülmeye başladı. «Yalnızca bir baykuştu! Hayalet olduğunu mu sandın?»
«Son verin bu saçmalıklara!» dedi annem sertçe. «Ve fısıl-daşmanız gereksiz. Etrafta kimseler yok. Burası çiftlik yöresidlr. Uzakta buğday, arpa ve yulaf tarlaları var. Civardaki çiftçiler ürünleriyle tepede oturan zenginleri beslerler.»
Tepelerin sayısı hayli fazlaydı ve sıra halinde aşağıya doğru inen ağaçlar onları birbirlerinden ayırıyordu. Onlara ‘Gece Bekçileri’ adını verdim, ama annem birer rüzgâr kırıcı görevi yaptıklarını söyledi. Ayrıca kar fırtınalarını da önlüyorlarmış. Christopher’ı heyecanlandıracak sözlerdi bunlar. Tüm kış sporlarını severdi ve Virginia gibi bir Güney eyaletinde kar yağabi-leceğini düşünmemişti.
«Evet, burada kar yağar,» dedi annem. «Hem de çok. Blue Ridge Dağlarının eteklerindeyiz. Gladstone’da olduğu gibi kışın burası da çok soğuk olur. Ama yazın gündüzleri daha sıcaktır. Eğer ortalık aydınlık olsaydı dünyanın en güzel kır manzaların-dan birini görebilecektiniz. Artık acele etmemiz gerekiyor. Evimiz oldukça uzak ve sabah olup uşaklar kalkmadan önce oraya varmak zorundayız.»
Ne kadar garip. «Niçin?» diye sordum. «Ayrıca niçin kondüktör sana Bayan Patterson dedi?» «Cathyvşimdi bunu sana açıklayacak vaktim yok. Hızlı yü-rümeliyiz.» Eğilip iki ağır bavulu aldı ve peşinden gitmemizi söyleyerek ilerledi. ChristopherA ben yürümek için hiç çaba göstermeyen ikizleri taşımak zorunda kalmıştık.
«Annel» diye bağırdım birkaç adım attıktan sonra. «Kondüktör sana bavullarını vermeyi unuttu.»
«Hayır, Cathy. Ben ona bavulları doğruca ChartottesviUe’e götürüp benim adıma bir kasaya koymasını söyledim. Yarın sabah alacağım,» dedi annem soluk soluğa. Taşıdığı iki bavul tüm gücünü tüketiyordu sanki.
«Niçin yaptın bunu?» diye sordu Christopher kuru bir sesle.
«Öncelikle dört bavulu birden taşıyamam, değil mi? Ayrıca babam dört çocuğum olduğunu öğrenmeden önce onunla konuşmak istiyorum. On beş yıl uzak kaldıktan sonra bir gece yarısı eve dönmem yakışık almaz doğrusu.»
Akla yakın görünüyordu yanıtları ve kucağımızda ikizler olduğu için ona yardım edemeyeceğimizi anlamıştık. Kayalar, ağaçlar ve çalılar arasındaki daracık patikalarda annemizin ardından gidiyorduk. Uzun uzun yürüdük. İkizler gitgide ağırlaştık-ları için bir süre sonra yorulduk ve kollarımız ağrımaya başladı. Giderek tatsızlaşan bir serüvendi bu. Oturup dinlenme isteğiyle şikâyet etmeye, sızlanmaya başladık. Gladstone’da, kendi yataklarımızda olmak istiyorduk. Büyükbabamızın uşaklarla dolu kocaman evinden daha iyiydi orası.
«İkizleri uyandırın!» diye çattı annem yakınmalarımızdan bıkarak. «Yere indirin ve yürütün. İsteseler de, istemeseler de yürüyecekler.» Sonra ceketinin kürk yakasının içine dudaklarını gömerek bir şeyler fısıldadı ve keskin kulaklarım zorla duydu sözlerini: «Tanrı biliyor ya, ellerinde fırsat varken, dışarıda yürüsünler.»
Belkemiğimde bir korku titreşimi dolaştı. Duyup duymadığını anlamak için ağabeyime bakınca dönüp bana gülümsedi. Ben de gülümseyerek karşılık verdim.
Ertesi sabah annem Charlottesville’den taksiyle tekrar eve gelince doğruca babasına gidecek, onunla konuşacak, ona gü-lümseyecek ve yaşlı adam cazibesine kapılıp teslim olacaktı. Güzel yüzüne bir bakması, tatlı sesini bir duyması, kollarım açıp eski hatalarını unuttuğunu söylemesi için yeterliydi.
Annemin anlattıklarına göre babası ters yaratı I işli bir ihtiyardı ve altmış altı yaş bana inanılmaz gibi geliyordu. Ölmek üzere olan bir adam, bir zamanlar çok sevdiği kızına, tek vârisine karşı kin besleyemezdi. Huzur içinde can verebilmek için onu bağışlamak zorundaydı. Babasını büyüledikten sonra bizleri yanına götürüp tanıştıracaktı. En cici elbiselerimiz ve en terbiyeli davranışlarımızla onun kalbini çalacaktık. Kalbi olan hiç kimse ikizlere karşı ilgisiz kalamazdı Alışveriş ettiğimiz dükkânlarda müşteriler dönüp onları okşar ve bu kadar güzel çocukları olduğu için annemize iltifat ederlerdi. Büyükbabamız Christopher’ın ne denli zeki ve çalışkan olduğunu öğreninceye kadar bekleyin helel Başarılı, üstün bir öğrenci. Ayrıca benden farklı olarak, hiç ders çalışması da gerekmiyor, her şeyi kolayca öğreniyordu. Gözlerini bir iki kez sayfanın üstünde gezdirince, tüm bilgileri belleğine yerleştirmiş olur ve asla unutmazdı. Ah, onu öylesine kıskanıyordum ki!
Benim de bir yeteneğim vardı, ancak onunki kadar kolay anlaşılır türden değildi. Her şeyin yaldızlı tarafını bir yana bırakıp çürümüş, bozulmuş noktalarını arardım. Tanımadığımız büyükbabamız hakkında biraz bilgi sahibi olmuştuk, ama ben öğrendiklerimizi düşününce, onun pek kolay bağışlayacak cinsten biri olmadığına karar verdim. Bir zamanlar çok sevdiği kızını on beş yıl aramayan bir baba asla bağışlamayabildi. Fakat annemin cazibesine karşı durabilirdi miydi? Bundan kuşkuluydum. Para konularında annemin sık sık babamı cazibesiyle büyüleyip istediğini etde ettiğini görmüştüm. Bir öpücük, bir sarılış, bir okşayış ve sonra babam gözlerinin içi gülerek, «Evet, nasılsa bunu da ödemenin bir yolunu buluruz,» derdi.
«Cathy,» dedi ağabeyim. «Yüzündeki endişeli ifadeyi sil artık. Eğer Tanrı İnsanların yaşlanıp ya da hastalanıp ölmelerini planlamamış olsaydı, bebeklerin dünyaya gelmelerine izin vermezdi.»
Christopher sanki düşüncelerimi okur gibi bakıyordu yüzüme. Yanaklarrmın kızardığını görünce sırıttı. Çok iyimserdi, benim gibi kuşku ve endişeye kapılmazdı asla.
Annemizin sözünü dinleyip ikizleri uyandırdık. Ne denli yorgun olurlarsa olsunlar yürümeleri gerektiğini söyledik. İsyan sesleriyle karşı koyarlarken kollarından çekip onları yürüttük. «Oraya gitmek istemiyorum,» diye ağlıyordu Carrie.
Cory ise yalnızca sızlanıyordu.
«Karanlık ormanda yürümek istemiyorum,» diye bağırdı. Carrie minik elini elimden kurtarmaya çalışarak. «Eve gidiyorum ben! Bırak beni, Cathy, bırak beni!»
Cory’nin ağlayışı arttı.
Carrie’yi kucağıma alıp tekrar taşımak istiyorsam da kollarım bunu denememe olanak tanımayacak kadar ağrıyordu. Sonra Christopher, Cory’nin elini bırakıp annemin ağır bavulları taşımasına yardım etmeye koştu. Karanlık patikalarda sürekli direnen iki küçük çocuğu sürükleme görevi bana düşmüştü.
Hava serin ve keskin kokuluydu. Gerçi annem buraların tepelik olduğunu söylemişti, ama uzaklarda gördüğüm şekiller bana yüksek dağlar olduğunu söylüyordu. Koyu lacivert gecede kar taneciklerini andıran yıldızlar göz kırpıyorlardı. Yoksa onlar gelecekte dökeceğim buzlu yaşların habercileri miydiler? Niçin bana acıyarak bakıyorlardı? Yakınmış gibi görünen gökyüzü çok güzeldi, ancak bana korku veriyordu. Yine de başka koşullar altında burayı çok seveceğimi biliyordum.
Dik yamaca kurulmuş birkaç büyük evin bulunduğu yere geldik. Ürkek adımlarla en yakındaki ne yaklaştık. Görebildiğim kadarıyla civardaki evlerin en büyüğü ve en güzeliydi. Annem alçak sesle, çocukluğunun geçtiği evin adının Foxworth Malikânesi, yaşının da en az iki yüz olduğunu söyledi!
«Yüzmek ve paten yapmak için yakında bir göl var mı?» diye sordu ağabeyim. Dağlara dikkatle bakıyordu. «Kayak yapmak için pek elverişli sayılmaz. Çok ağaçlık ve kayalık.»
«Evet,» dedi annem. «Biraz ileride bir göl var.» Eliyle gölün yönünü işaret etti.
Neredeyse parmak ucunda kocaman evin çevresini döndük ve arka kapıya gelince yaşlı bir kadın bizi içeri aldı. Herhalde gelişimizi bekliyordu, çünkü kapıyı vurmamıza fırsat vermeden açmıştı. Karanlıkta dolaşan hırsızlar gibi sessizce içeri girdik. Bizi karşılamak için bir tek kelime söylemedi. Acaba uşaklardan biri miydi?
Karanlık eve girer girmez, etrafa bakınmamıza vakit bırakmadan arka merdivenlerden yukarıya çıkardı bizleri. Uzun koridorlardan, kapalı kapıların önünden geçtik ve en sonunda bir odanın önünde durduk. Kapıyı açıp içeri girmemizi işaret etti. Uzun yatak odasına varmak hepimizi rahatlatmıştı. Ağır, işlemeli perdeler yüksek pencereleri örtüyordu. Gri elbiseli yaşlı kadın kapıyı kapatıp yaslandı ve bizleri inceledi.
«Tıpkı söylediğin gibi, Corinne. Çocukların çok güzel.» Bu sözleri duyunca irkildim.
Bize iltifat ediyordu. Sevinmemiz gerekirdi ama o anda kanım dondu neredeyse. Sesi soğuk ve duygusuzdu. Sanki bizim sözlerini duyacak kulaklarımız, yorumlayacak beyinlerimiz yoktu. Onun hakkında verdiğim kararlarda haklı olduğumu bundan sonraki sözleri kanıtladı.
«Fakat zeki olduklarından emin misin? Gözle görülmeyen bazı kusurları var mı?»
«Hayır!» diye bağırdı annem aynen benim gibi gücenerek. «Gördüğünüz gibi çocuklarım gerek fiziksel, gerekse ruhsal olarak kusursuzdurlar.» Öfkeli gözlerle gri elbiseli yaşlı kadına baktıktan sonra diz çöküp Carrie’yi soymaya başladı. Ben Cory’nin mavi ceketinin düğmelerini çözerken ağabeyim bavullarından birini bir yatağın üstüne koydu ve açıp içinden bir çift sarı pijama çıkardı.
Küçük Cory’yi soyup pijamalarını giydirirken gizlice büyükannemiz olduğunu tahmin ettiğim iri yapılı, uzun boylu kadını izliyordum. Yüzünün kırışıklıklarına ve sarkık gerdanına karşın, ilk görüşte sandığım kadar yaşlı olmadığını anladım. Çelik mavisi saçlarını gergin bir topuz şeklinde başının arkasında toplamıştı. Saçlarının gerginliğinden gözleri kedi gibi çekik duruyordu.
Burnu kartal gagasına benziyor, incecik agzıysa keskin bir bıçağı andırıyordu. Gri tafta elbisesinin yüksek yakasında pırlanta bir broş vardı. Yumuşak bir görünüşü olduğu söylenemezdi. Göğüsleri bile iki çimento yığını gibi duruyordu. Anne ve babamızla olan yakın ilişkimizi onunla kuramayacaktık.
Onu sevmemiştim. Eve gitmek istiyordum. Dudaklarım titremeye başladı. Babamın tekrar hayata dönmesini arzuluyordum. Böyle bir kadın annemiz gibi tatlı ve güzel bir çocuğa nasıl sahip olabilmişti? Titreyerek gözyaşlarımı önlemeye çalıştım. Annemiz bizi sevgisiz, şefkatsiz, umursamaz bir büyükbaba için hazırlamıştı gelmeden önce; ama büyükannemiz sert ve kötü bir sürpriz gibi çıkmıştı karşımıza. Christopher’ın görüp sonradan benimle alay edeceğinden korkarak gözlerimi kırpıştırıp göz-yaşlarımın akmasını engelledim. Annem gülümseyerek ikizleri büyük yataklardan birine yan yana yatırdı. Kırmızı yanaklı iki oyuncak bebek gibi yatarlarken öyle güzel görünüyorlardı ki. Annem eğilip ikizleri öptü, alınlarına düşen bukleleri eliyle yavaşça düzeltti ve üstlerini örterken çok iyi tanıdığımız tatlı sesiyle, «İyi geceler, sevgililerim,» diye fısıldadı kulaklarına.
İkizler duymadılar bile. Hemen derin bir uykuya dalmışlardı.
Köklü bir ağaç gibi olduğu yerde duran büyükanne, hoşnutsuzluğunu belirten bir ifadeyle önce yataktaki ikizlere, sonra bir köşede birbirlerine sokulmuş duran bizlere baktı. Yorgunluktan ayakta durmak için birbirimize dayanıyorduk. Taş grisi gözlerinde delici bir bakışla anneme döndü. «İki büyük çocuğun aynı yatakta kalamaz.»
«Onlar daha çocuk,» diye parladı annem beklenmedik bir öfkeyle. «Anne, sen hiç değişmedin, değil mi? Hâlâ kuşkucu ve iğrenç bir düşünüş tarzın var. Christopher ile Cathy masumdur.»
«Masum mu?» diye atıldı büyükanne; bakışları insanı kesip kanatacak kadar sertti. «Seninle üvey amcan hakkında baban ve ben de tıpkı böyle düşünmüştük.»
İri iri açılmış gözlerle bir ona, bir ötekine bakıyordum. Gözlerim ağabeyime takılınca, sanki yıllar geriye gitmiş ve yedi sekiz yaşlarında, olan biteni bir türlü anlayamayan küçücük bir çocuk haline gelmiş gibi göründü bana.
Bir öfke dalgası kapladı annemi. «Eğer böyle düşünüyorsan, ikisine de ayrı oda ver. Bu evde yetirince oda olduğunu biliyorum.»
«Bu olanaksız,» dedi büyükanne buz gibi sesiyle. «Banyosu bitişik olan tek oda burası. Ayrıca kocamın ayak seslerini duyamayacağı başka yer yok. Eğer birbirlerinden ayrılıp üst kata dağıtırlarsa ya kocam ya da hizmetçiler gürültülerini duyarlar. Çok düşündüm bunu. Tek güvenli yer bu oda.»
Güvenli oda mı? Hepimiz aynı odada mı kalacaktık? Yirmi, otuz, kırk odası olan koskoca bir köşkte hepimiz aynı odada kalacaktık demek? Ama biraz daha düşününce, bu soğuk evde tek başıma kalmak istemediğimi de anladım.
«İki kızı bir yatağa, iki oğlanı da öbürüne yatır,» diye emretti büyükanne.
Annem Cory’yi kucağına alıp boş yatağa geçirdi ve böylece bundan sonra odadaki yatış şeklimiz belirlendi. Oğlanlar banyo kapısına yakın olan yatakta, Carrie ile ben de pencerenin yanında kalacaktık.
Yaşlı kadın gözleriyle bizi uzun uzun süzdükten sonra, «Şimdi beni dinleyin,» diye başladı bir komutan edasıyla. «Siz iki büyük çocuk, kardeşlerinizin sessizliğinden sorumlu olacaksınız. Koyacağım kuralları çiğnedikleri takdirde yine sizden hesap soracağım. Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın: Eğer büyükbabanız zamanından önce burada olduğunuzu öğrenirse, sizi kulağınızdan tuttuğu gibi beş parasız kapı dışarı eder. Tabii daha önce size iyi bir ceza vermeyi de ihmai etmez. Bu odayı ve banyoyu sanki kimse yaşamıyormuş gibi temiz ve düzenli tutacaksınız. Sessiz olacaksınız. Koşup bağırmayacak, aşağı katlara sesinizin gitmemesine dikkat edeceksiniz. Annenizle beraber bu gece buradan çıkarken kapıyı dışarıdan kilitleyeceğiz. Evin içinde dolaşmanızı istemiyorum. Büyükbabanız ölünceye kadar burada kalacaksınız, ama kimse bunu bilmeyecek.»
Tanrım! Gözlerim annemi aradı. Gerçek olamaz bu! Yalan söylüyor, değil mi? Yalnızca bizi korkutmaya çalışıyor. Chris-topher’a yaklaşıp soğuk, titrek vücuduna yaslandım. Büyükanne homurdanınca derhal geri çekildim. Annem arkasını dönüp başını eğmişti. Ağlıyor gibi titriyordu omuzları.
Paniğe kapıldım ve eğer annem bir yatağın kenarına oturup kollarını bize açmamış olsaydı hırsımdan çığlıklar atacaktım. Bize sarılan kollarına, saçlarımızı okşayan ellerine minnettar olarak kucağına koştuk. «Her şey yolunda,» diye fısıldadı. «Güvenin bana. Yalnızca bir gece burada kalacaksınız ve babam sizi evine kabul edecek. Burası kendi eviniz olacak. Bütün odalar, bahçeler… »
Sonra sert ve acımasız annesine döndü. «Anne, lütfen çocuklarıma karşı biraz merhamet ve sevgi göster. Senin kanından geliyorlar, bunu unutma. Onlar hem çok iyi, hem de çok normal çocuklardır. Koşacak, oynayacak, gürültü edecek bir yere ihtiyaçları var. Fısıldayarak konuşmalarını mı bekliyorsun? Bu odanın kapısını kilitlemen gerekmez, yalnızca koridorun kapısını kilitle yeter. Niçin bu kuzey kanadını tümüyle onlara bırakmıyorsun? Eski bölümü pek sevmediğini biliyorum.»
Büyükanne sertçe başını salladı. «Corinne, burada kararları ben veririm, sen değil! Bu bölümün kapısını bir neden göstermeden kilitlersem hizmetçiler merak etmezler mi sanıyorsun? Her şey eskisi gibi olmalı. Bu odayı niçin kilitlediğimi biliyorlar, çünkü tavanarasına çıkan merdiven burada ve kendilerine ait olmayan yerlerde dolaşıp etrafa karışmalarını istemiyorum. Sabah çok erkenden, aşçıyla hizmetçiler mutfağa girmeden çocuklara yiyecek ve süt getireceğim. Kuzey kanadına her ayın son cuması temizlik için hizmetçiler girer. O günlerde çocuklar hizmetçilerin işi bitene dek tavanarasında saklanacaklar. Hizmetçiler gelmeden önce de ben odayı dolaşıp bir iz bırakıp bırakmadıklarını kontrol edeceğim.»
Annem itiraz etti. «Bu olanaksız! Bir ipucu bırakıp kendilerini ele verirler. Anne, koridor kapısını kilitle.»
Dişlerini gıcırdattı büyükanne. «Bana zaman tanı, Corinne. Onlara temizlik için bile buraya giremeyeceklerini söylemek için bir bahane bulmak zorundayım. Ama dikkatli adım atıp kuşkularını uyandırmamam gerekli. Benden hoşlanmıyorlar. Ödüllendirileceklerini sanarak babana koşup masallar anlatırlar. Anlamıyor musun? Buranın kapatılması senin dönüşünle aynı zamana rastlamama) ı.»
Annemiz başını sallayarak kabul ettiğini bildirdi. Christopher ile ben uykuya dalmaya hazırlanırken ikisi plan yapmaya devam ettiler. Sonu gelmez bir gün geçirmiştik. Carrie’nin yanına yatağa girip sorunların olmadığı düşler dünyasına ulaşmak için can atıyordum.
En sonunda annem yorgunluğumuzu farketti. Banyoda soyunup yataklarımıza girmemize izin verildi. Gözlerinin altında kara gölgelerle annem yanıma geldi ve sıcak dudaklarıyla alnıma dokundu. Gözlerinde parlayan yaşları gördüm. Niçin yine ağlıyordu?
«Uyu artık,» dedi boğuk bir sesle. «Kaygılanma. Duyduklarına da kulak asma. Babam yaptıklarımı unutup beni bağışlayınca sizlere de kucağını açacaktır. Sizden başka torunu yok.»
«Anne, niçin sürekli ağlıyorsun?» Endişeyle çatılmıştı kaşlarım.
Titrek hareketlerle gözyaşlarını silip gülümsemeye çalıştı. «Cathy, korkarım babamın sevgisini kazanmak bir günden fazla sürecek. Belki iki, belki daha fazla.»
«Daha fazla mı?»
«Belki bir hafta, ama pek sanmam. Kesin bir şey bilmiyorum… Çok uzun sürmeyeceğinden emin olabilirsin.» Yumuşak eliyle saçlarımı düzeltti. «Sevgili, tatlı Cathy’im. Baban seni çok severdi, ben de öyle.» Christopher’ın yanına gidip alnından öptü, fakat ona fısıldadıklarını duyamadım.
Kapıya gelince tekrar dönüp bize baktı. «İyi bir gece geçirin. Yarın mümkün olduğu kadar erken sizi görmeye geleceğim. Planlarımı biliyorsunuz. İstasyona yürüyüp bir trene binerek Charlottesville’e gideceğim ve bavullarımı alıp yarın sabah erken saatte taksiyle buraya döneceğim. Fırsat bulur bulmaz yanınıza gelirim.»
Büyükanne acımasızca omuzlarından tutup annemizi dışarı itti, ancak o tekrar dönüp yalvaran gözlerle sözlerini sürdürdü. «Lütfen iyi davranın. Gürültü yapmayın. Büyükannenizin söylediklerini yapın ve sizi cezalandırmasına fırsat vermeyin. Lütfen, lütfen bunu yapın. İkizlerin de söz dinlemelerini ve gürültü yapmamalarını sağlayın. Beni fazla özletmeyin. Bu olayı eğlenceli bir oyunmuş gibi gösterin onlara. Hepinize bir sürü oyuncak getirinceye kadar onları oyalayın. Yarın tekrar gelinceye kadar her dakika sizi düşüneceğim, seveceğim ve dua edeceğim.»
İyi davranıp sessiz olacağımıza, konacak kurallara melekler gibi itaat edeceğimize söz verdik. İkizler için elimizden gelen her şeyi yapacaktık. Anemin gözlerindeki endişeyi silmek için her şeyi kabullenebildim.
«İyi geceler, anne,» dedik bir ağızdan büyükannenin acımasız elleri onu omuzlarından çekip götürürken. «Bizi merak etme. Kendimize bakarız. İkizleri nasıl oyalacağımızı biliyoruz. Artık küçük bir çocuk değilim.» Bunların hepsini ağabeyim söylemişti.
«Beni yarın sabah göreceksiniz,» dedi büyükanne koridora çıkıp kapıyı kapatırken.
Tek başımıza kalınca kapının kilitlenmiş olması ürküttü bizi. Ya yangın çıkarsa? Yangın. Ben hep yangından nasıl kurtulabileceğimi düşünürdüm. Eğer kapımız kilitli kalırsa, yardım istesek bile bizi kimse duyamazdı. Ayın son cumasından başka bir zamanda kimsenin gelmediği koskoca malikânenin bu uzak köşesinde kim sesimizi duyabilir ki?
Tann’ya şükür bu bir gecelik geçici bir durumdu. Yarın annemiz ölmekte olan büyükbabamızla konuşup kendini affettire-cekti.
Sonunda yalnız kalmıştık. Kapımız kilitlenmiş, bütün ışıklar söndürülmüştü. Etrafımızı saran ev, sanki bir canavar gibi dişlerinin arasına kıstırmıştı bizi. Eğer hareket eder, konuşur ya da gürültülü soluk alırsak, çiğneyip yutabilirdi.
Karanlığın içinde yatarken bitip tükenmeyen sessizliği değil, uykuyu istiyordum. Hayatımda ilk kez başım yastığa değer değmez düşler ülkesine uçmadım. Christopher sessizliği bozdu ve fısıltılı seslerle durumumuzu tartıştık.
«Pek kötü olmamalı,» dedi usulca karanlıkta gözleri parlayarak. «Şu büyükanne göründüğü kadar kötü kalpli değildir.»
«Onun tatlı bir ihtiyar olduğunu mu düşünüyorsun yoksa?»
« Evet, iyi bildin… bi r boa yi lan ı kadar tatl ı.»
«Koskocaman bir kadın. Boyu kaç santim sence?»
«Şey… bunu tahmin etmek zor. Belki bir seksen ve en az yüz kilo var.»
«Bence iki on ve iki yüz elli kilo!»
«Cathy öğrenmen gereken bir nokta var: Abartmaktan vazgeçmelisin! Küçücük olayları bu denli büyütme. Durumumuza gerçekçi bir gözle bak ve buranın yalnızca bir oda olduğunu gör. Ürkütücü bir yer değil. Annem geri dönmeden önce bir tek gece geçireceğiz burada.»
«Christopher, büyükannenin üvey amca hakkında söylediklerini duydun mu? Ne demek istediğini anladın mı?»
«Hayır, ama sanırım annem her şeyi açıklar. Artık dua et ve uyu. Yapacak başka bir şey var mı?»
Yataktan kalkıp diz çöktüm ve ellerimi çenemin altında birleştirdim. Gözlerimi sımsıkı kapayıp annemin başarılı olması için uzun uzun Tanrı’ya yakardım. «Ve Tanrım lütfen büyükbabamızın da karısı kadar kötü kalpli olmasına izin verme.»
Sonra yoğun duyguların ve yorgunluğun etkisiyle yatağa uzanıp Carrie’ye sarıldım ve arzuladığım gibi düşlere daldım.
Büyükannenin Evi
Sabahın ilk ışıkları, açmamızın yasak olduğu ağır perdelerin ardından hafifçe odaya doldu. Christopher yatağının içinde doğrulup gerinirken bana sırıttı. «Günaydın, arap saçlı.» Kendi saçları benimkilerden daha karışıktı oysa. Niçin Tanrı, Cory ile ağabeyime böyle kıvırcık saç verirken, biz iki kıza yalnızca dalgaları uygun görmüştü bilmiyorum. Erkek kardeşlerimiz saçlarını düzeltmeye çalışırlarken, o buklelerin bende olmasını çok isterdim.
Yatağın içinde doğrulup aşağı yukarı beş metreye beş metre olan kare şeklindeki odamıza dikkatle baktım. Gerçi oldukça büyüktü; ama iki tane çift kişilik karyola, kocaman bir şifoniyer, büyük bir çekmeceli dolap, iki büyük iskemle, pencerelerin arasında yer alan tuvalet masası ve koltuğuyla etrafında dört iskemle bulunan maun masa odayı küçültmüştü. İki yatağın arasında bir sehpa, üzerinde de bir lamba vardı. Koyu renkli ağır eşyaların altındaysa rengi solmuş, sarı saçaklı kırmızı bir halı göze çarpıyordu. Herhalde bir zamanlar çok güzeldi, fakat artık eskimiş ve yıpranmıştı. Duvar kâğıtları beyaz ve krem rengiydi. Yatak örtüleri altın sarısı kapitone satendendi. Ve duvarları üç tablo süslüyordu. Tanrım, insanın soluğunu kesiyorlardı sanki! Garip görünüşlü canavarlar kırmızı mağaralarda çıplak insanları kovalıyorlar, başka dünyalara ait olduklarını sandığım birtakım korkunç yaratıklar da daha zavallı kişileri çiğniyorlardı. Uzun parlak dişlerin arasından salyaları akan ağızlarda çırpınan bacaklar görünüyordu.
«Bazılarının cehennem kavramını seyretmektesin şu anda,» dedi bilgiç ağabeyim. «Bahse girerim şu melek büyükannemiz, sözünü dinlemezsek başımıza neler geleceğini bildirmek için kendi elleriyle asmıştır bunları. Bana kalırsa hepsi de Goya’nın imzasını taşıyor.»
Ağabeyimin her konuda bilgisi vardı. Doktorluğun yanısıra ressam da olmak istiyordu. Çizgileri, renkleri oldukça iyi gibi görünürdü bana. Daha doğrusu kendine bakma ve dağınıklığını toplama konuları dışında her alanda yetenekliydi.
Yataktan kalkıp banyoya gitmek üzere hazırlandığım anda ağabeyim yerinden fırladı ve derhal içeri girerek kapıyı örttü. Niçin Carrie’yle benim yatağım banyo kapısından uzak olanıydı sanki? Sabırsızca ayaklarımı sallayarak yatağın kenarında oturup beklemeye başladım.
Kısa bir süre sonra Cory ile Carrie uyandılar. Tıpkı aynadaki görüntüler gibi aynı anda doğrulup gözlerini ovuşturmaya başladılar. Sonra Carrie kesin bir tavırla fikrini bildirdi. «Ben burayı sevmedim!»
Şaşılacak bir şey değildi. Önyargılı olarak doğmuştu zaten. Dokuz aylıkken konuşmaya başlamıştı. Daha önceden de neden hoşlanıp neden hoşlanmadığını çok rahat belli ederdi aslında. Hiçbir şeyin ortası yoktu onun için; ya berbattı ya harika. Mutlu olduğu zamanlar kuş cıvıltısını andıran tatlı sesiyle konuşup dururdu. Bütün sorunsa uykuda olmadığı zamanlar sürekli cıvılda-masıydı. Bebeklerle, çay bardaklarıyla, oyuncaklarla konuşup dururdu. Karşısında durup yanıt vermeyen her şey sohbeti için yeterli sayılabilirdi. Artık bitmek bilmez konuşmalarına öylesine alışmıştım ki, yanıbaşında olsam bile sözlerini duymuyordum.
Cory tümüyle farklıydı. İkiz kardeşi susmamacasına konuşurken o oturup dikkatle dinlerdi. Bayan Simpson’ın onu ‘derinlerden akan sakin bir su’ diye tanımlamasını hâlâ anımsıyorum. Ne demek istediğini bir türlü anlayamamıştım, ama sanırım sessiz kişilerin esrarengiz bir havası olduğunu ve benliklerinin derinliklerinde yatan gizlerini herkesin merak ettiğini anlatmaya çalışmıştı.
«Cathy,» diye cıvıldadı minik kız kardeşim. «Burayı sevmediğimi söylediğimi duydun mu?»
Bunu duyan Cory derhal yerinden kalkıp yanımıza geldi ve ikimize sarıldı. Korkuyla açılmış gözlerle ve ciddi bir sesle sordu. «Buraya nasıl geldik?»
«Dün gece trenle. Hatırlamıyor musun?»
«Hayır.»
«Ay ışığında ormanda yürüdük. Her taraf çok güzeldi.»
«Güneş nerede? Hâlâ gece mi?»
Güneş ağır perdelerin ardında saklanıyordu. Ama bunu Cory’ye söylersem hemen pencereye koşup dışarı bakacaktı ve bir kez bahçeyi görünce de çıkmak için yalvaracaktı. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
Kapının birdenbire açılması beni cevaplandırma derdinden kurtardı. Büyükannemiz üstü beyaz peçeteyle örtülü büyük bir tepsiyle içeri girdi. Ciddi bir sesle bütün gün ağır tepsilerle merdivenleri tırmanamayacağını ve yalnızca günde bir kez geleceğini bildirdi. Daha sık gelirse uşaklar kuşkulanabilirlermiş.
«Sanırım bundan sonra bir piknik sepeti kullanacağım,» dedi tepsiyi masanın üstüne bırakırken. Yemeklerle ilgilenmek benim görevimmiş gibi yüzüme bakarak devam etti. «Bu yiyeceklerle bütün gün idare edeceksiniz. Her şeyi üçe böl. Jambon, yumurta, kızarmış ekmek ve yulaf ezmesi kahvaltı; sandviçler ve termostaki sıcak çorba öğle yemeği; kızarmış tavuk, patates salatası ve fasulyeyse akşam yemeğiniz için. Meyveleri yemekten sonraya bırakabilirsiniz. Eğer akşama kadar sessiz kalırsanız size dondurma, pasta ya da bisküvi getirebilirim. Ama şeker asla. Dişlerinizin çürümesine izin veremeyiz. Büyükbabanız ölünceye kadar dişçiye gidemezsiniz.»
Christopher giyinip banyodan çıkmış, kocasının ölümünden böylesine rahatça söz edebilen kadına hayretle bakarak dinliyordu. Sanki Çin’deki bir akvaryumda bir süre sonra ölecek olan kırmızı balıklardan söz ediyordu büyükannemiz. «Ve her yemekten sonra dişlerinizi fırçalayacaksınız,» diye sözlerini sürdürdü. «Saçlarınız daima taranmış, yüzleriniz yıkanmış olacak. Yarı giyinik dolaşmak yasak. Kirli yüzlü, burnu akan çocuklardan iğrenirim.»
Bunları söylerken Cory’nin burnu akmaya başlamıştı bile. Hemen bir kâğıt mendil kapıp yardımına koştum. Zavallı çocuğun saman nezlesi vardı ve büyükannemiz burnu akan çocuklardan iğreniyordu.
«Ve banyoda edepli davranacaksınız,» dedi büyük bir dikkatle önce bana, sonra kapıya yaslanmış duran Christopher’a bakarak. «Kızlar ve erkekler banyoyu birlikte kullanamazlar.»
Yanaklarımın kıpkırmızı kesildiğini hissettim! Bizim nasıl çocuklar olduğumuzu sanıyordu acaba?
Sonra bozuk plak gibi defalarca yineleyeceği sözleri ilk kez dinlemeye başladık: «Unutmayın, çocuklar, Tanrı her şeyi görür. Benim arkamdan yaptığınız kötülükleri anında görür! Ben sizi cezalandırmadığım zaman Tanrı sizlerin cezasını verecektir!»
Elbisesinin cebinden bir kâğıt çıkarıp masanın üzerine bıraktı. «Bu kâğıtta benim evimde kalırken uymanız gereken kurallar yazılı. Okuyup ezberleyin.» Sonra gitmek üzere arkasını döndü, fakat vazgeçip daha henüz keşfetmediğimiz dolaba yaklaştı. «Çocuklar, bu dolabın arkasında tavanarasına çıkan merdivenler gizlidir. Yukarıda koşup oynayabileceğiniz, hatta biraz gürültü yapabileceğiniz yer var. Ama oraya asla saat ondan önce çıkmayacaksınız. Saat ona kadar hizmetçiler ikinci katta temizlik yaptıkları için gürültünüzü duyabilirler. Dün gece söylediğim gibi, her ayın son cumasında, sabah erkenden tavanarasına çıkıp hiç gürültü etmeden oturacaksınız. Anladınız mı?» Sert ifadeli gözleriyle tek tek yüzümüze bakıp sözlerinin açıkça anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol etti. Christopher’la ben başlarımızı sallarken ikizler şaşkın gözlerle ona bakıyorlardı. Gerekli günlerde temizlik başlamadan önce odamızı dolaşarak herhangi bir iz bırakıp bırakmadığımızı kontrol edeceğini söyledi ve dışarı çıktı.
Bir kez daha kapıyı ardından sıkıca kilitledi.
Şimdi soluk alabilirdik.
Durumumuzu eğlenceli bir hale sokmaya kararlı olarak söze başladım. «Christopher Doll, sizi baba ilan ediyorum.»
Alayla gülerek yanıtladı ağabeyim. «Başka ne olabilir ki? Ve şu andan itibaren bu ailenin reisi olarak krallara yaraşır bir hizmet görmek istiyorum. Benim kölem olan karım sofrayı hazırlayacak, yemekleri dağıtacak ve kocasını bekleyecek.»
«Sözlerini yineler misin, ağabeycîğim?»
«Bundan sonra senin ağabeyin değil efendinim. Her emrimi yerine getirmekle yükümlüsün.»
«Eğer dediklerinizi yapmazsam ne olacak, sevgili efendim?»
«Ses tonunu beğenmedim. Benimle konuşurken daha saygılı olmalısın.»
«Ha ha ha! Sana ancak saygımı kazandığın gün saygılı davranabilirim, Christopher. Yani boyun iki metreye gelince, ay öğleyin doğunca, fırtınanın önünde beyaz atlı bir şövalye olarak kılıcının ucunda bir canavar kafasıyla ortalığa çıkınca…» Bu sözlerden sonra Carrie’nin elinden tutup banyoya girdim. Yıkanmak, giyinip süslenmek için artık burası bize aitti ve içeri gireyim diye yalvaran Cory’ye aldırış etmiyorduk.
«Lütfen, Cathy. İçeri geleyim! Bakmayacağımı»
Bir süre sonra banyo sıkıcı gelmeye başladı ve dışarı çıkınca, ağabeyimin Cory’yi giydirmiş olduğunu gördük. Üstelik artık banyoya girmek için de çırpınmıyordu!
«Nasıl olur?» diye sordum. «Lütfen bana, tekrar yatağına girip oraya yaptığını söyleme!»
Cory sessizce içinde çiçek bulunmayan büyük mavi vazoyu işaret etti.
Christopher şifoniyere dayanmış memnun memnun sırıtıyordu. «Sıkışık durumdaki erkeklere kulak aşmamayı öğretir bu sana. Biz erkekler başımızın çaresine bakmayı becerebiliriz.»
Kahvaltıya oturmalarına izin vermeden önce mavi vazoyu boşaltıp iyice çalkaladım. Aslında bunu Cory’nin yatağının yanında tutmak pek fena bir fikir sayılmazdı.
Pencerenin yanındaki küçük masaya oturduk. İkizlerin ta-baklarındakileri görebilmeleri için ikiye katlanmış yastıkların üzerine oturmaları gerekiyordu. Odadaki dört lambayı da yakmıştık, ama yine de ortalık loştu. Sanki güneşin doğuşundan önce kahvaltıya oturuyorduk.
«Neşelen artık, asık surat,» dedi ağabeyim. «Benim kölem olmak zorunda değilsin. Şaka yapıyordum. Sana efendin gibi davranmayacağını.» Ve gerçekten böyle yapmayacağını belirtmek için bana çok ağır gelen büyük termosu kapıp sütlerimizi etrafa damlatmadan bardaklarımıza doldurdu.
Carrie tabağındaki kızarmış jambonla yumurtaları görünce bağırmaya başladı: «Biz yumurta sevmiyoruz! Soğuk yulaf ezmesi sevmiyoruz! Yağlı, sert yiyecek istemiyoruz. Soğuk YULAF SEVİYORUZ! ÜZÜMLÜ SOĞUK YULAF!»
«Şimdi beni d’nleyin,» dedi yeni atanmış genç babaları. «Önünüze konan her şeyi yiyeceksiniz ve şikâyet etmeyeceksiniz. Ağlamak, haykırmak, bağırmak yoki Anlaşıldı mı? Ayrıca bunlar sıcak değil, soğuk. İstemiyorsanız yağlarını ayırabilirsiniz.»
Christopher iki dakikada soğuk, yağlı kahvaltısını ve soğuk, tereyağsız, kızarmış ekmeğini bitirdi. İkizler anlayamadığım bir nedenle hiç itiraz etmeden tabaklarındakileri silip süpürdüler. İkizlerle ilişkimizdeki iyi şansımızın sürekli olmayacağı konusunda garip bir endişeye düşmüştüm. Büyük ağabeylerinin yönetimi ele almasına belki şimdi karşı çıkmamışlardı, ama acaba daha sonra ne olacaktı?
Kahvaltı sona erince tabakları tepsiye yerleştirdim ve birdenbire dua etmemiş olduğumuzu anımsadım. Aceleyle herkesi tekrar masanın çevresine topladım, ellerimizi kavuşturup başımızı eğerek duaya başladık.
«Tanrım, senden izin almadan yemeğe başladığımız için bizi bağışla, lütfen büyükannemiz bunu bilmesin. Bu hatayı bir kez daha yapmayacağız. Amin.»
Christopher’a yapmamız ve yapmamamız gerekenlerin daktiloyla ve büyük harflerle yazılmış listesini sessizce uzattım. Sanki elyazısını okuyamayacak kadar aptaldık.
Ağabeyim dudaklarını büyükannemiz gibi tiksintiyle büzüp kuralları onun sesini taklit ederek okumaya başladı.
«Bir,» dedi alaycı bir sesle. «Hepiniz her zaman tümüyle giyinik olacaksınız.
«İki: Tanrı’nın adını gereksiz yere ağzınıza almayacak ve her yemekten önce dua edeceksiniz. Bunu yaparken ben odada değilsem, O’nun yukarıdan sizi gözetlediğini unutmayacaksınız.
«Üç: Asla perdeleri açıp dışarı bakmayacaksınız.
«Dört: Ben sizinle konuşmadan asla bir şey söylemeyeceksiniz.
«Beş: Bu odayı daima temiz ve düzenli tutacaksınız. Yataklar her sabah düzeltilmiş olacak.
«Aftı: Hiçbir zaman boş durmayacaksınız. Her gün beş saat ders çalışacak, kalan zamanınızı yeteneklerinizi geliştirmeye harcayacaksınız. Eğer herhangi bir yeteneğiniz varsa bununla uğraşacak, yoksa vaktinizi İncil okumakla geçireceksiniz. Okumayı bilmiyorsanız, Kutsal Kitap’ı elinize alıp Tanrı’nın dediklerini içinize yerleştirmeye çalışacaksınız.
«Yedi: Her sabah kahvaltıdan sonra ve her akşam yatmadan önce dişlerinizi fırçalayacaksınız.
«Sekiz: Eğer kızlarla oğlanları aynı zamanda banyoda yakalarsam, hiç acımakstzm kırbaçlayacağım.»
Kalbim sıkışmaya başladı. Ne biçim bir büyükannemiz vardı?
«Dokuz:-Her zaman gerek davranış, gerek konuşma, gerekse düşüncelerinizde edepli davranacaksınız.
«On: Vücudunuzun mahrem yerlerine dokunmayacak, ellemeyecek, aynada seyretmeyecek, yıkanırken bile buraları aklınıza getirmeyeceksiniz. Sizi ahlaki açıdan çökertecek konulardan uzak kalıp daima temiz ve iyi şeyler düşüneceksiniz. «On bir: Gereksiz yere karşı cinsten olanlara bakmayacaksınız.
«On iki: İçinizde okuma yazma bilenler her akşam İndl’den en az bir sayfayı yüksek sesle okuyup diğerlerinin öğrenmesini sağlayacak.
«On üç: Hepiniz her gün banyo yapacak ve çıktıktan sonra banyoyu temizleyeceksiniz. Daima her yeri bulduğunuz gibi tertemiz bırakacaksınız.
«On dört: Hepiniz her gün incil’den bir pasaj ezberleyecek ve ben sorduğum zaman ezberden söyleyeceksiniz. Öğrendiğiniz bölümleri kontrol edeceğim.
«On beş: Getirdiğim yiyeceklerin tümünü bitireceksiniz. Bir lokma bile atmayacak ya da
saklamayacaksınız. Dünyada çok kişi açlıktan ölürken yiyecekleri atmak günahtır.
«On altı: Yatak odasında gecelikle dolaşmayacaksınız. Banyoya giderken bile sabahlığınızı giyeceksiniz. Acil durumda bir çocuğun girmesi için aceleyle banyodan çıkarken çamaşırlarınızın üstüne mutlaka sabahlığınızı giyeceksiniz. Bu çatı altında yaşayan herkesin namuslu ve itaatkâr davranmasını emrediyorum.
«On yedi: Ben odaya girince hazırolda duracaksınız. Sessizce itiraz anlamında yumruklarınızı sıkmayacak, benimle göz göze gelmeyeceksiniz. Benim dostluğumu, sevgimi, şefkatimi kazanmaya çalışmayacaksınız. Bunlar olanaksızdır. Ne büyükbabanız, ne de ben, ahlak dışı bir olay için duygu besleyenleyiz.»
Bu sözler acımasızdı. Christopher bir an susunca gözlerinde bir keder ifadesi dolaştı ve tekrar eski sırıtışını dudaklarına yerleştirip ikizleri gıdıklayarak güldürdü.
«Christopher,» dedim endişeli bir sesle. «Anladığıma göre, annemiz babasının sevgisini kazanmaktan vazgeçmeli. Onun bizleri görmek isteyeceğini hiç sanmıyorum! Niçin? Biz ne yaptık? Annemiz gençliğinde bu hatayı işlediğinde dünyada bile yoktuk. Niçin bizden nefret ediyorlar?»
«Sakin ol,» dedi ağabeyim uzun listeye bakarak. «Bu kurallara aldırış etme. O kadın delii Büyükbabamız kadar akıllı bir adamın eminim karısınınki gibi saçma fikirleri yoktur. Aksi takdirde bunca parayı nasıl kazanabilirdi?»
«Belki kazanmadı da kendisine miras kaldı.»
«Evet, annem bir miktar miras kaldığını söylemişti, fakat bunu yüzlerce kez artırmış. Yani kafası biraz olsun çalışıyor. Ancak her nasılsa kendine eş olarak akılsız bir kadın seçmiş.» Sırıtarak okumasını sürdürdü.
«On sekiz: Size yiyecek getirmek için odaya girdiğim zaman yüzüme bakmayacak ve benimle konuşmayacaksınız. Ne benim, ne de büyükbabanızın hakkında saygısızca düşünmeyeceksiniz. Tanrı düşüncelerinizi okur. Kocam iradeli ve azimli bir erkektir, hiç kimse hakkından gelemedi. Her derdiyle uğraşacak bir sürü doktor, hemşire ve teknisyen var etrafında. Çalışmayan uzuvlarının görevini sürdürecek makineleri var. Çelikten yapılmış bir insanın kalp yetmezliği gibi bir rahatsızlığa boyun eğeceğini hiç düşünmeyin!»
Çelikten yapılma bir adam!.. Karısı gibi onun gözleri de gri olmalıydı. Sert, keskin, çelik grisi gözler… Babamla annemin söylediği gibi, benzerler birbirlerini çeker.
«On dokuz: Zıplamayacak, bağırmayacak, haykırmayacak ya da yüksek sesle konuşmayacaksınız. Aşağıdaki uşaklar sizi duyabilir. Daima lastik pabuç giyeceksiniz.
«Yirmi: Tuvalet kâğıdını ve sabunu gereksiz yere harcamayacaksınız. Tuvaleti tıkarsanız
temizleyeceksiniz. Eğer çalışmayacak hale getirirseniz, siz buradan ayrılıncaya kadar onarılma-yacak. Bu nedenle tavanarasındaki lazımlıkları kullanmak zorunda kalacaksınız. Anneniz onları temizleyecektir.
«Yirmi bir: Oğlanlar kendi elbiselerini yıkayacaklar. Anneniz çarşaflarınız ve havlularınızla ilgilenecek. Eğer yatağını kirleten olursa annenize muşamba çarşaf getirmesini söyleyeceğim ve tuvalete gitmeyi öğrenmeyen çocuğu kırbaçlayacağım.»
İçimi çekerek, bunları duyunca üzüntüyle hıçkırıp bana sokulan Cory’ye sarıldım. «Korkma! Senin ne yaptığını asla öğrenemeyecek. Seni koruyacağız. Eğer hata yaparsan bunu örtmenin bir yolunu bulacağız.»
Chris devam etti. «Sonuç: Bu bir uyarıdır. Zaman zaman bu listeye eklemeler yapacağımdan emin olabilirsiniz. Ben gözünden hiçbir şey kaçmayan bir kadınım. Beni aldatıp İnandırabileceğinizi hiç düşünmeyin. Benimle alay ederseniz, öylesine ağır cezalar veririm, ki, ömür boyu izleri vücudunuzda ve beyninizde kalır. Ve bundan sonra benim yanımda babanızın adını ağzınıza almayacak, ondan söz etmeyeceksiniz. Ben de ona en çok benzeyen çocuğa asla bakmayacağım.»
Sona ermişti. Soran gözlerle Christopher’a baktım. Acaba annemizin mirastan yoksun bırakılmasının nedeni babamız mıydı? Bu nedenle mi öz kızlarından nefret ediyorlardı!
Acaba burada çok uzun bir süre kilitli kalacağımızı mı belirtmek istemişti?
Tanrım, bir hafta bile kalmaya dayanamazdık!
Biz şeytan değildik, ama pek de melek sayılmazdık. Konuşmak, sarılmak için birbirimize ihtiyacımız vardı.
«Cathy,» diye söze başladı ağabeyim dudaklarında alaycı bir gülüşle. İkizler sevincimizi ya da korkumuzu taklit etmek için dikkatle ikimize bakıyorlardı. «Anne ve babamızdan nefret eden ihtiyar bir kadının sürekli olarak karşı koyabileceği kadar çirkin veya kötü müyüz? Yapmacık bir kadın o. Sözlerinin hiçbiri gerçek değil.» Elindeki listeyi buruşturup şifoniyere doğru fırlattı. Fakat uçuşu başarısız bir uçak imal etmişti.
«Onun gibi tımarhaneye kapatılması gereken bir kadına mı, yoksa bizi seven, tanıdığımız, sevdiğimiz bir kadına mı güveneceğiz? Annemiz bize bakacaktır. Ne yaptığını bildiğinden emin olabilirsin.»
Evet, ağabeyim haklıydı. Annemize güvenmeliydik. Bu kanlı gözlü, çarpık ağızlı, korkunç fikirli, ihtiyar ve çılgın kadına inanmak zorunda değildik.
Kısa zamanda aşağıdaki büyükbaba annemizi bağışlayacak, biz de üstümüzde en iyi giysilerimiz ve yüzümüzde mutlu gülümsemelerle aşağıya inecektik. Bizi görünce çirkin ve aptal
olmadığımızı anlayacaktı. Belki biraz olsun beğenebilirdi. Kim-bilir belki bir gün torunlarına verecek azicık sevgi de bulabilirdi kalbinin bir köşesinde.
Tavanarası
Sabah saat on oldu ve geçti.
Günlük yiyeceklerimizin kalanını odanın en serin yerine, şifoniyerin altına yerleştirdik. Üst kattaki odaları temizleyen uşaklar yirmi dört saat için burayı terketmişlerdi artık.
İçinde bulunduğumuz odadan çoktan sıkılmıştık ve sınırlı bölgemizin bilmediğimiz köşelerini keşfetmek için can atıyorduk. Ağabeyimle beraber birer ikizin elinden tutup sessizce, içinde açılmamış bavullarımızın durduğu dolaba yaklaştık. Yerleşmek için bekleyebilirdik. Daha başka odalara taşınınca, hizmetçilerimiz filmlerde olduğu gibi bavullarımızı açarlarken, biz bahçede dolaşabilirdik. Ayın son cumasında odayı temizlemeye geldikleri zaman burada bulunmayacağımıza inanıyordum. O zamana dek özgürlüğümüze kavuşmuş olacaktık.
Ağabeyim, Cory’nin elinden tutmuş önümüzde ilerliyor, ben de Carrie’nin elinden sıkı sıkı tutmuş onun ardından karanlık, dar, dik merdivenleri çıkıyordum. Yolumuz o kadar dardı ki, omuzlarımız duvarlara çarpıyordu.
Ve ulaştık!
Daha önce de bir sürü tavanarası görmüştük. Kim görmemiştir ki? Ama bunun benzerini asla…
Kök salmış gibi olduğumuz yerde kalıp inanmaz gözlerle et-rafıza baktık. Yüksek, karanlık, kirli ve tozlu olan tavanarası sanki kilometrelerce uzayıp gitmekteydi. Arka duvarlar o kadar uzaktaydı ki, net göremiyorduk. Hava temiz değildi. Eskimiş, çürümüş eşyaların kokusu sarmıştı etrafı. Her yer tozla kaplı olduğundan karanlık köşelerdeki eşyalar sanki bulutların ardında hareket ediyormuş gibi görünüyorlardı.
Önde ve arkada dörder tane yüksek çatı penceresi vardı. Görebildiğimiz kadarıyla yan duvarlar penceresizdi, ama sıcak ve tozlu havayı solumaya cesaret edip ilerlersek binanın kanatlarına doğru uzayan bölümleri de görebilecektik.
Adım adım merdivenin başından uzaklaştık. Zemin geniş, yumuşak, çürümekte olan tahtalarla kaplanmıştı. Ürkek adımlarla dolaşırken birtakım yaratıklar oradan oraya koşuşmaya başladı. Birkaç ev…
Sinemaya Uyarlanan Kitabın Fragmanı
Adı; Çatıdaki Çiçekler
Flowers in the Attic | sinemalar.com
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇatı - Dollanger Ailesi Serisi
- Sayfa Sayısı386
- YazarV.C. Andrews
- ÇevirmenFüsun Doruker
- ISBN9789754055825
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Suç ve Ceza (2 Cilt) ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Suç ve Ceza (2 Cilt)
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Edebiyat tarihinin en sinsi ve kötü karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkan Raskolnikov bile sonunda eline geçirdiği ilk fırsatta gerçek sevginin ne olduğunu öğrenecektir. Ayrıca...
- Yoldaş ~ Cesare Pavese
Yoldaş
Cesare Pavese
Giderek içine gömüldüğü yalnızlık ve hüzün yükünü taşıyamayarak yaşamını bir otel odasında kendi elleriyle noktalayan Cesare Pavese, Yoldaş’ta, geleneksel çizgisinden ayrılır; geleceğe umutla bakar...
- Utanç ~ Salman Rushdie
Utanç
Salman Rushdie
Politik bir roman, Utanç. İktidar çılgınlığına kapılmış politikacılar, olgunlaşmamış gördükleri toplumun vasiliğine kendilerini atayan hırslı, “dini bütün” generaller, tepkisiz kalabalıklar, elbirliğiyle demokrasisi delik deşik...