Wells’in öncü niteliğindeki bilimkurgu klasiği Doktor Moreau’nun Adası yayımlandığı günden beri “sarsıcı” etkisinden hiçbir şey yitirmedi. Bilimsel yöntemlerinin doğuracağı sonuçlar konusunda hiçbir sorumluluk hissetmeyen çılgın bilim insanının hikâyesi; unutulmaz filmlere ilham vermiştir. Acı, zulüm, ahlaki sorumluluk, insanın doğaya müdahalesi gibi felsefi temalarıyla dikkat çeken yapıtında, Wells daha sonra genetik alanındaki çalışmaların gündeme getireceği etik meseleleri öngörmüştür. Bir deniz kazasından kurtulan Edward Prendick, mahsur kaldığı adada garip yaratıklar ve karanlık sırlarla karşılaşır. Bu ada, insanı ve yazgısını kollayacak bir Tanrı’nın bulunmadığı; bütünüyle ahlaktan yoksun bir evrenin mikrokozmosudur adeta. Doktor Moreau’nun Adası bilimin kontrolden çıktığı zaman barındırabileceği potansiyel tehlikelere karşı bir uyarı niteliği taşır.
Giriş
Lady Vain,1 1 Şubat 1887’de, 1°güney enlemi ile 107° batı boylamı dolaylarında bir gemi enkazına çarparak sırra kadem basmıştı.
Lady Vain’e hiç kuşkusuz Callao’da2 binmiş olan ve boğulduğu sanılan, mahremiyetine düşkün bir beyefendi olarak bilinen amcam Edward Prendick, 5 Ocak 1888 günü -demek on bir ay dört gün sonra5°3′ güney enlemi ile 101° batı boylamı dolaylarında, üstündeki ad okunmaz hale gelmiş olan, ama Ipecacuanha3 adındaki uskunaya4 ait olduğu tahmin edilen üstü açık küçük bir filikada bulunarak kurtarılmıştı. Kendisiyle ilgili o kadar garip şeyler anlatmıştı ki, herkes aklını kaçırdığı sonucuna varmıştı. Amcam, sonraları, Lady Vain’den kurtulduğu andan başlayarak hiçbir şey hatırlamadığını ileri sürecekti. Bu vaka o sıralar ruhbilimciler arasında bedensel ve zihinsel baskı sonucunda meydana gelen bellek yitiminin ilginç bir örneği olarak tartışılmıştı. Burada anlatılanlar, aşağıda imzası bulunan yeğeni ve mirasçısı tarafından kendisinin evrakı arasında bulunduysa da yayımlanması konusunda belirli bir isteğe rastlanmadı.
Amcamın kurtarıldığı bölgede bilinen tek ada, kimsenin yaşamadığı küçük bir volkanik ada olan Noble’s Isle’dır.5 Bu adacığa 1891’de HMS Scorpion uğramıştı. Denizcilerden bazıları adaya çıkmış, ama bazı tuhaf akkelebekler, bazı yabandomuzları ve tavşanlar, birkaç da acayip sıçan dışında hiçbir canlıya rastlamamışlardı. Üstelik bunlardan tek bir numune bile alınmamıştı. O yüzden, bu hikâyenin en temel ayrıntılarının doğrulanması mümkün değil. Böyle olunca da, bu garip hikâyeyi, kanımca amcamın niyetine uygun olarak kamuoyuna sunmakta bir sakınca olmasa gerek. Bu konuda hiç değilse şu kadarı söylenebilir: 5° güney enlemi ile 105° batı boylamı dolaylarında kendisinden hiçbir haber alınamayan amcam, on bir aylık bir aradan sonra okyanusun aynı bölgesinde yeniden ortaya çıkmıştır. Bu zaman aralığında bir biçimde yaşamış olsa gerektir. Üstelik öyle görünüyor ki, Ipecacuanha adlı bir uskuna, John Davis adında sarhoş bir kaptanın idaresinde, içinde bir puma ve daha başka hayvanlarla 1887’nin Ocak ayında Arica’dan yola çıkmış, tekne Güney Pasifik’teki çeşitli limanlarda boy gösterdikten sonra en sonunda (taşıdığı yüklü miktarda kurutulmuş hindistancevizi içiyle) o sularda ortadan kaybolmuş, amcamin hikâyesine tamamen uygun düşen bir tarihte, 1887’nin Aralık ayında da Banka’dan bilinmeyen yazgısına doğru yelken açmıştır.
Charles Edward Prendick.
DOKTOR MOREAU’NUN ADASI
I
“Lady Vain”in Tahlisiye Sandalında
Lady Vain’in kayboluşu hakkında şimdiye kadar yazılmış olanlara herhangi bir şey eklemeyi düşünmüyorum. Herkesçe bilindiği gibi, Callao’dan yola çıktıktan on gün sonra, terk edilmiş bir gemiye çarpmıştı. Mürettebattan yedi tayfanın bulunduğu büyük filika Majestelerinin gambotu Myrtle tarafından kurtarılmış, filikadakilerin başına gelenler çok daha korkunç Méduse olayı kadar dünyayı tutmuştu nerdeyse. Ne var ki, şimdi, Lady Vain’in gazetelerde çıkmış olan hikâyesine en az onun kadar ürkünç, ama hiç kuşkusuz ondan çok daha tuhaf bir başka hikâye daha eklemek zorundayım. Bugüne kadar tahlisiye sandalındaki dört kişinin ortadan kaybolduğu sanılıyordu, oysa bu doğru değil. Bu savın en iyi kanıtı bende ben o dört kişiden biriyim.
Ancak her şeyden önce belirtmeliyim ki, tahlisiye sandalında hiçbir zaman dört kişi olmadı; üç kişiydik. “Kaptan tarafından filikaya atladığı görülen” (Daily News, 17 Mart 1887) Constans bize ulaşamadı; bu da bizim şansımız, onun şanssızlığı oldu. Paramparça olan serenin istralyalarının altındaki birbirine dolanmış iplerin arasından aşağıya düştü; düşerken ayağı iplerden birine takılınca bir an baş aşağı asılı kaldıktan sonra denize uçtu ve suda yüzmekte olan bir makara ya da direğe çarptı. Ona doğru küreklere asıldıysak da, bir daha su yüzüne çıkmadı.
Gerçi bize ulaşamaması bizim şansımız oldu diyorum, ama bir bakıma onun da şansı oldu, çünkü o kadar apansız alarma geçilmişti ve sandal meydana gelebilecek bir felakete o kadar hazırlıksızdı ki, yanımızda yalnızca küçük bir damacana su ve biraz da ıslanmış peksimet vardı. Gemidekilerin daha tedarikli olacağını sandığımız için (gerçi öyle olmadıkları anlaşılıyor) var gücümüzle seslenmeye çalıştıysak da sesimizi duyuramadık. Ertesi sabah inceden yağan yağmur kesildiğinde -öğleyi geçene kadar durmamıştı gözden kaybolmuşlardı. Sandal o kadar sallanıyordu ki, ayağa kalkıp çevremize bakamadık. Dev dalgalar yüzünden sandalın burnunu bir türlü onlara yöneltemedik. Benimle birlikte kurtulmayı başarmış iki kişiden biri benim gibi bir yolcu olan Helmar diye bir adam, biri de adını bilmediğim, kısa boylu, güçlü kuvvetli, kekeme bir denizciydi.
Açlıktan öleyazarak, suyumuz tükendikten sonra da dilimiz damağımıza yapışmış bir halde tam sekiz gün denizde sürüklendik. İkinci günün sonunda, deniz yavaş yavaş duruldu, ayna gibi oldu. Sıradan bir okuyucu o sekiz günü hayal bile edemez. Belleğinde o sekiz günü hayal edebilmesini mümkün kılacak hiçbir anı bulunmadığı için şanslı sayılmalıdır. İlk günden sonra birbirimizle pek az konuşur olduk, sandaldaki yerlerimizde uzanıp gözlerimizi ufka diktik ve her gün biraz daha belerip yorgun düşen gözlerle, arkadaşlarımıza galebe çalan umarsızlığı ve bitkinliği seyrettik. Güneş aman tanımaz olmuştu. Su dördüncü gün tükenmişti, artık aklımıza tuhaf şeyler düşmeye ve bunları gözlerimizle dile getirmeye başlamıştık; ama Helmar hepimizin aklından geçeni dillendirdiğinde sanırım altıncı gündü. Sesimizin incelip cılızlaştığını hatırlıyorum, onun için birbirimize doğru eğilerek ve çok az konuşuyorduk. Artık bu duruma dayanacak gücüm kalmamıştı; sandalı batırıp, peşimizi bırakmayan
köpekbalıklarının arasında yok olup gitsek daha iyiydi; ama Helmar önerisi kabul edilirse yeterince suyumuz olacağını söyleyince denizci ondan yana çıktı.
Ne ki, ben kura çekmekten yana değildim; denizci bütün gece Helmar’a fısıl fısıl bir şeyler söyleyip dururken, ben de dövüşebileceğimden kuşku duymakla birlikte elimde sustalı bıçağımla teknenin baş tarafında oturuyordum. Sabah olduğunda Helmar’ın önerisine ben de katıldım ve kimin kaybedeceğini belirlemek için bir yarım peni çıkardık.
Kurayı kaybeden denizci oldu, ama en güçlümüz oydu ve kuranın sonucunu kabul edeceği yoktu, Helmar’ın üstüne çullanıverdi. Boğuşurken ayağa kalkar gibi oluyorlardı. Tahlisiye sandalının içinde sürünerek onlara yaklaştım, denizcinin bacağını yakalayarak Helmar’a yardım etmek niyetindeydim, ama denizci sallanıp duran sandalda sendeleyince birlikte küpeşteye devrilip denize yuvarlandılar. Taş gibi batıverdiler. Nedenini bilmeden kahkahayla güldüğümü hatırlıyorum. Kahkaha sanki üstüme çullanıp beni pençesine almıştı.
Ne kadar zaman bilmiyorum, aklımdan kendimde o gücü bulsaydım deniz suyu içip cinnet getirir, böylece çabucak ölebilirdim diye geçirerek sandalın oturaklarından birine uzanıp kaldım. Ve orada uzanıp kalmışken, sanki bir resme bakıyormuşum gibi, ufuktan bana doğru bir yelkenlinin geldiğini gördüm. Aklım dağılmış olmalıydı, ama yine de olup biteni açık seçik hatırlıyorum. Kafamın denizin sallantısıyla nasıl dalgalandığını ve üzerindeki yelkenliyle birlikte ufkun nasıl yükselip alçaldığını hatırlıyorum. Ama öldüğüme kendimi inandırdığımı ve gelmek için ruhumu teslim etmeme ramak kalana kadar beklemelerinin ne kadar büyük bir şaka olduğunu düşündüğümü de aynı açık seçiklikle hatırlıyorum.
Bana bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre, başım sandalın oturağında, denizden dans edercesine çıkagelen uskunayı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDoktor Moreau’nun Adası
- Sayfa Sayısı176
- YazarH.G. Wells
- ISBN9786254057984
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Perde Arası ~ Virginia Woolf
Perde Arası
Virginia Woolf
Virginia Woolf’un son romanı olan Perde Arası, İngiliz tarihini kırsal yaşama dair lirik ve şiirsel bir anlatımla ele alan karnavalesk bir başyapıt. Virginia Woolf’un...
- Biri Sır Mı Dedi? ~ Victoria Dahl
Biri Sır Mı Dedi?
Victoria Dahl
Gel deyince gelmeyen, git deyince gitmeyen, laftan anlamayan bir erkek hayal edin. Nasıl? Hayal etmeniz çok kolay oldu değil mi? Molly’nin başı tam da...
- Khimaira ~ John Barth
Khimaira
John Barth
“‘İki keredir benim hikâye anlatıcısı olduğumu söylüyorsun,” dedi; “ama ben Dünyazat’tan başka hiç kimseye hikâye anlatmadım, hem uyumadan önce ona anlattığım hikâyeler de herkesin...