İslâm âleminin tıkanmışlık hali yaşadığı bir dönemde ortaya çıkan Selçuklularla birlikte İslâm dünyası siyasî birliğini temin etmiş, Sünnî İslâm anlayışı toplumsal hayatın merkezini oluşturmaya başlamış ve bir sonraki aşamada Türklerin kudretli eliyle Hristiyan dünyasına galebe çalmıştır.
Selçukluların tarihî rolü, Malazgirt’te kazandıkları zaferle zirve noktasına erişmiş, Türk-İslâm tarihindeki belirleyici konumları bir anlamda mühür gibi tarihe kazınmıştır. Bu noktada, Stefan Zweig’ın ifadesiyle “insanlığın yıldızının parladığı an”da tarih sahnesine çıkan Sultan Alparslan’a müstakil bir parantez açılmalıdır. Bizans’ı dize getirip Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Sultan Alparslan, aynı zamanda İslâm tarihindeki tıkanmanın önünü de açan isimdir. Dokuz yıllık kısa saltanat döneminde, izlerini dokuz yüzyıl boyunca takip edebildiğimiz muazzam bir eser ortaya koyan Sultan Alparslan, tarihin kilidini açmış, “Gordion’un Düğümü”nü kesmiştir.
Selçuklu tarihi alanında yaptığı dikkat çekici çalışmalarla bilinen Mustafa Alican, Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı Alparslan adını verdiği kitabında, akademik bir altyapıya dayanarak tarihin gördüğü en büyük hükümdarlardan birinin baş döndürücü hayat hikâyesini tek solukta okunacak roman tadında bir üslupla anlatıyor.
ÖNSÖZ
Biyografi, bireyi merkeze alan bakış açısıyla tarihin insanın gözünden okunabilmesini sağlayan bir yazım türüdür. Tarihin insan eylemlerine dayanmakla birlikte insanı aşan ve onu bir anlamda anonimleştiren bir anlatı olduğu düşünüldüğünde, biyografinin önemi tartışılmaz hale gelir. Öte yandan, tarihî karakterlerin biyografisini kaleme almaya dönük bütün teşebbüslerin bir yanıyla da yazarın bakışının izlerini taşıdığı gerçektir. Kendisinin dışına çıkmayı başarıp yazısına konu ettiği kişi ile nesnel ilişki kurabilen bir yazar tasavvur edilemez. Dolayısıyla, okuyucu okumaya hazırlandığı bu metnin, yazarın bakıp da gördüğü bir Sultan Alparslan olduğunu unutmamalıdır.
Hiç kuşkusuz bu durum, bu metindeki Sultan Alparslan’ın kurgusal bir karakter olduğu ve tarihî bağlamından koparılarak salt edebî bir kimlik olarak yapılandırıldığı anlamına gelmemektedir. Bilakis, yazarının bir Selçuklu tarihçisi olması dolayısıyla kaynaklarda yer alan bilgiler hemen her bakımdan göz önünde bulundurulmuş, metin içerisinde görülecek atıflardan da anlaşılacağı gibi kaynaklara dayanan bir biyografik tasavvur benimsenmiştir. İnsanın sosyal, kültürel ya da siyasî varoluşunun tarihî örnek ve referanslarla doğrudan doğruya irtibat içerisinde olduğundan hareket edilerek okuyucunun Sultan Alparslan ile özdeşlik kurabileceği bir zemin oluşturulmak istenmiştir. Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı Alparslan ismini verdiğimiz bu kitap, akademik bir altyapıya yaslanan ve Selçuklu Sultanı Alparslan’ın insanî taraflarını öne çıkarma gayreti içinde olan bir metin olarak tasarlandı. Bu şekilde de gerek yazarın gerekse okuyucunun tarihin akışı içerisinde gelişen hadiselerin insanî temellerine ilişkin bir görü elde edebilmesi arzu edildi. Bu yapılırken de açık, ifade gücü yüksek ve kolay okunabilir bir üslup, edebî göndermelerle bezeli ve okuyucuyu sıkmayacak bir yazım biçimi takip edilmek istendi. Tarihimizin en dikkat çekici ve başarılı hükümdarlarından biri olan Sultan Alparslan’ın hayat hikâyesinin, başta gençlerimiz olmak üzere okumayı iş edinmiş herkesin istifade edebileceği bir şekilde anlatılması hedeflendi.
Şüphesiz temel hedef buydu. Başarılı olup olmadığına okuyucu karar verecektir. Bu çalışmanın yazarı açısından en önemli özelliği, Muş’ta ve Nizâmiye medreselerinin büyük kurucusu Sultan Alparslan’ın ölmez anısını yaşatan Muş Alparslan Üniversitesi’nde yazılmış olmasıdır. Yazarı, bu durumu tarihe not düşmek ve bundan aldığı manevî hazzı burada bahusus belirtmek arzusu içerisindedir. Bunun kendisine nasip olmuş bir şeref olduğuna inanmaktadır. Çalışmanın ortaya çıkış sürecinde doğaldır ki birçok kişinin doğrudan ve dolaylı katkısı oldu. İsimlerini burada anmak suretiyle kendilerine olan şükran duygularımı kayıt altına almak isterim. Öncelikle kendilerine büyük bir dünya borçlu olduğum hocalarım Salih Demirci, Prof. Dr. İsmail Aka, Prof. Dr. Mehmet Ersan ve Prof. Dr. Cüneyt Kanat’a teşekkür ederim. Ek olarak gerek çalışmanın ilk taslaklarını okuyan gerekse de şu veya bu şekilde kitap ile ilgili olarak konuştuğum, konuya dair düşüncelerini benimle paylaşma nezaketini gösteren Prof. Dr. Abdüllatif Tüzer, Dr. Yusuf Çifci, Yunus Aytok, Dr. Gökhan Kağnıcı, Dr. Bahattin Çatma, Dr. Hidayet Kara ve Dr. Murat Alanoğlu’na müteşekkirim. Kitabın okuyuculara ulaşmasını temin eden Timaş Yayınları çalışanlarına da teşekkür ederim. Son olarak kendisine yalnızca bir isim vermeyip aynı zamanda misyon da yüklediğim oğlum Ahmet Melikşah’ın adını anmak ve bütün ihmalkârlığıma rıza ve tahammül gösteren ilk okurum ve acımasız münekkidim, sevgili eşim Dr. Songül D. Alican’a duyduğum minneti de belirtmek isterim. Kitabın okuyucuya faydalı olmasını dilerim. Gayret bizden, tevfîk Allah’tandır.
Doç. Dr. Mustafa Alican
8 Kasım 2019, Muş
GİRİŞ
YILDIZIN
PARLADIĞI
AN
Gününün yirmi dört saati boyunca yaratıcı olan hiçbir sanatçı yoktur; onun yarattığı en büyük ve en kalıcı yapıtlar, yalnızca ve yalnızca ilham perisinin geldiği o pek ender rastlanan anlarda oluşmuştur. Aynı şekilde, gelmiş ve geçmiş bütün çağların en büyük şairi ve yaratıcısı olarak kendisine hayranlık beslediğimiz tarih de sürekli yaratıcı olmamıştır. Goethe’nin ‘Tanrı’nın gizemli atölyesi’ diye adlandırdığı tarih içinde de günlük ve önemsiz olaylar pek çoktur. Tarihte de, sanatın her türünde ve günlük yaşamda olduğu gibi çok görkemli ve unutulmaz anlara ender rastlanır. Tarih, çoğu kez bir kronik hazırlayıcısı gibi titiz bir çalışma ile gerçek olayları halkalar gibi art arda ekleyip binlerce yılı saran dev bir zincir oluşturur; her türlü heyecan ve gerilim için bir hazırlık dönemi, her gerçek olay için de bir oluşum süreci gereklidir. Bir ulusun içinden bir dâhinin çıkabilmesi için milyonlarca insanın dünyaya gelmesi gerekli olmuş, gerçek bir tarihsel olayın, yani yıldızın parladığı anların oluşması için de milyonlarca saat beklemek zorunda kalınmıştır.
20. Yüzyılın en büyük yazarlarından biri olan Avusturyalı Stefan Zweig, tarihin akışına yön verdiğini düşündüğü on iki tarihsel olay ve figürü etkileyici bir edebî ifade gücüyle anlattığı “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” adlı kitabına bu cümlelerle başlar. Anlaşılabileceği gibi, Zweig’ın yaratıcılık anlayışı, belki biraz da ruhsal olarak tanımlanabilecek bir coşkunluk ihtiva etmektedir. Söz konusu coşkunluğun, “kuluçka dönemi” şeklinde nitelendirebileceğimiz belirli bir zaman akışının ardından ortaya çıkan bazı ender anlarda kendini gösteren sıra dışı bir tecrübe olduğu söylenebilir. Bu tecrübe sanatçının üretimi sırasında “ilham perisi” olarak deneyimlenen bir olguyken, “gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük şairi ve yaratıcısı” olan tarihin yaratıcılık serüveninde ise “yıldızın parladığı anlar” olarak tezahür etmektedir. Sanatçının gerçek bir sanat eseri üretebilmesi için hazırlık dönemine ihtiyacı olduğu gibi, tarihin de bir kahramanı sahneye çıkarmak için birçok “günlük ve önemsiz olay” geçirmesi gerekmektedir. Bu durumu, gerektiği kadar kuluçkada kalan bir yumurtanın çatlaması, yeteri kadar ısıya maruz kalan suyun kaynama noktasına ulaşması, bir kadının geçirdiği hamilelik sürecinin ardından bebeğini doğurması veya gereksinim duyduğu su, güneş ve gübreyi alan bir ağacın meyveye durması gibi örnekler ile bir tür analoji kurmak suretiyle de idrak edebiliriz. İster Zweig’ın yaptığı gibi adına “ilham perisi” yahut “yıldızın parladığı anlar” densin, isterse köklerine su yürüyen bir ağacın dallarında açan çiçeğin tomurcuklanması gibi bir tekâmül ve olgunlaşma sürecinden bahsedilsin, neticede işaret edilen şey aynıdır. Sanatsal yaratıcılık ve tarihsel akışın yön değiştirmesi her hâlükârda bir çeşit milat düşüncesi ile irtibatlıdır. Doğu geleneğinde uğurlu kabul edilen Zühre (Venüs) ve Müşteri (Jüpiter) yıldızlarının aynı burç ve derecede bir araya geldikleri talihli zaman dilimini tarif için kullanılan “kıran” kavramı ile bu talihli dönemde dünyaya geldikleri için “Sahipkıran” olarak adlandırılan hükümdarların büyük işler yapmaya yazgılı oldukları anlayışı ile sözünü ettiğimiz milat düşüncesi arasında bağlantı kurulabilir. Her iki durumda da “belirleyici bir hâricî faktöre” işaret edilmekte ve yaratımın/ oluşumun/dönüşümün kendinde değil, ilişkisel ve dolaylı olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu başlangıç noktasından hareket edilerek, tarihin kahramanlar (yapan/kuran/biçim veren/yaratan özneler) tarafından yapıldığı ve tarihî hadiselerin, bir manada onların varlıkları ile yoğrularak şekillendiği söylenebilir.
Tarihin kahramanlar tarafından yapıldığı düşüncesinin, tarihin, düşünme etkinliğinin en temel konuları arasına girdiği dönem olduğundan dolayı “Tarih Yüzyılı” olarak adlandırılan 19. Yüzyıl düşünürlerini fazlasıyla meşgul ettiğini biliyoruz. Auguste Comte, Charles Darwin, Karl Marx ya da Georg Wilhelm Friedrich Hegel gibi tarihte bir tür mekanizma yahut ilerleme hattı olduğunu ve bunun keşfedilebileceğini, dolayısıyla da tarihe ilişkin bütüncül bir bakışı açısının ortaya konulabileceğini savunan düşünürlerin küllî tarih anlayışları ile birlikte ele alınması icap eden tarihin kahramanlarca yapıldığı düşüncesi, esas itibarıyla insanlık tarihinin köklü pratikleri ile ilişkilidir.
Antik çağların muktedir tanrılarını ve muhtelif toplumların kültürel belleklerinde asırlar boyunca yaşayan destanlardaki tanrısal figürleri, peygamberleri, şamanları, brahmanları ya da rahipleri tarih yapan kahramanlar içerisinde zikretmek mümkündür. Aynı şekilde siyasî, dinî ve kültürel yapıları derleyip toplayan, bir araya getiren ve bunlardan millet inşa eden tarihî özneleri, özellikle milliyetçilikler çağında kurucu figürler olarak önem kazanan ve ulusların bir çeşit babaları olarak kurgulanan, insanî yönlerinden soyutlanıp millî değerlerle özdeşleştirilen büyük adamları da… Bütün bu figürler, tarih boyunca her toplumda “bir şeyleri değiştiren, yok eden, şekillendiren, inşa eden ve meydana getiren muktedir aktörler” olarak değerlendirilerek büyük saygı görmüş ve kutsallaştırılmış; böylece de tarih, birbiri ardına dizilen tarihî olayların meydana getirdiği vasat tarafından üretilen kahramanların, olaylara biçim veren bir tarihsellik (yıldızın parladığı an) ile bütünleşerek istikamet verdikleri bir akış olarak görülmüştür. Böyle bakıldığı zaman, biyografisini kaleme almaya çalıştığımız Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın da tarihin akışına istikamet veren kahramanlardan biri olduğunu belirtmekte bir sakınca yoktur.
1040 yılında meydana gelen Dandanakan Savaşı’nın ardından kurulan Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı Sultan Alparslan’ın tarihî bir figür olarak sahneye çıkışı, Zweig’ın da işaret ettiği gibi “yıldızın parladığı anların” oluşması için beklenmesi gereken “milyonlarca saatin” ardından gerçekleşmişti. İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in vefatını takip eden süreç içerisinde hızlı bir yükseliş grafiği yakalayan Müslümanlar çok geçmeden Arabistan’a ek olarak Mısır, Kuzey Afrika, Filistin, Suriye, Irak, İran, Horasan, Mâverâünnehir ve Endülüs gibi bölgeleri fethetmiş, ayrıca el-Cezîre ve Ermeniyye taraflarını da kontrol altına almışlardı. İlaveten Akdeniz’de de önemli başarılar elde edilmiş ve başta Kıbrıs olmak üzere birçok ada da Müslümanlar tarafından ele geçirilmişti.
Suğûr ve avâsım hattı olarak nitelendirilebilecek olan Bizans hudutlarına kadar ulaşan bu İslâm fetihlerinin, gerek Bizanslılar tarafından kurulan sınır koruma sisteminin (akritai) başarısı gerekse Müslümanların kendi dâhilî sorunları sebebiyle en azından Bizans sınırlarında durduğunu biliyoruz. Aslına bakılırsa, sözü edilen hatta Müslüman ordularının askerî faaliyetleri durmuş değildi. Senenin belli zamanlarında örneğin Ankara ya da Eskişehir gibi Anadolu’nun iç kesimlerine kadar uzanan gazâ akınları tertip ediliyor, Bizanslılar tarafından karşılık da verilen bu akınlar taraflar arasındaki askerî mücadelenin mahiyetini teşkil ediyordu. Bununla birlikte, Bizanslılar ile Müslümanlar arasında bir statüko oluşmuştu ve İslâm dininin mensupları Î’lâ-yı Kelimetullaha ilişkin dinamizmlerini önemli ölçüde yitirmişlerdi. Bu, hem Bizans’ın hem de Müslümanların birbirlerinin varlıklarını tanıdıkları ve iddialarını askıya aldıkları anlamına gelmektedir. Taraflar arasında esir mübadeleleri yapılıyor, iç meselelerinden dolayı birbirlerinden emin olmalarını temin edecek anlaşmalar imzalanıyordu. Evrensellik iddia ve talebi bakımından Hristiyanlık ile rekabet etme noktasında olan İslâm, Müslümanların kendi dâhilî sorunları nedeniyle siyasî hayatiyetini yitirmiş durumdaydı.
İslâm tarihinin erken dönemlerinden itibaren siyasî hayata yön veren hilafet tartışmaları, Emevîlerle birlikte şûrâ anlayışının terk edilerek Bizanslılar ve Sâsânîlerde olduğu gibi hanedan esaslı devlet anlayışının benimsenmesi, hiç şüphesiz coğrafî büyümenin doğal bir sonucu olarak klasik İslâmî siyaset kültürünün yerini daha kozmopolit ve adaptasyon gerektiren yeni bir siyasî kültüre bırakması, Şiî ve Hâricî muhalefet odaklarının isyan, çatışma ve kaos yaratma meyilleri, uzun süre azat edilmiş köle (mevâlî) muamelesi gören Arap-dışı Müslümanların her geçen gün sayıca artmaları nedeniyle oluşan ve daha sonra Emevî Halifeliği’nin de yıkılmasına sebebiyet veren toplumsal dengesizlik, Endülüs’ün merkezî İslâm coğrafyasından koparak farklı bir siyasî kültür geliştirmesi, 10. yüzyıl başlarında Şiî Fâtımîlerin liderliğinde Kuzey Afrika ve Mısır’dan başlayarak Filistin, Suriye, el-Cezîre, Irak ve İran’ın bazı yerlerine kadar ulaşan yeni bir siyaset ve hilafet anlayışının meydana getirdiği parçalanma, bütün bunlara bağlı olarak Bağdat’a kısılıp kalan Abbâsîlerin çaresizlik içinde olanları izlemekten başka bir şey yapamamaları gibi çeşitli nedenler ve bu nedenlerden kaynaklanan başka sorunlar nedeniyle İslâm tarihi bir tür tıkanıklık içerisindeydi.
Erken İslâmî dönemin karakteristik özelliğini teşkil eden siyasî ve kültürel birlik bütünüyle tahrip olmuştu. İslâm coğrafyasının dört bir tarafında yapısal sorunlar ortaya çıkmış ve halifenin otoritesi daha önce hiç olmadığı kadar sarsılmıştı. Bunlardan beslenen siyasî ve kültürel yozlaşma da almış başını gidiyor, İslâm’ın temel ilkeleri ile örtüşmek bir yana İslâm-dışı formlara savrulan bir sürü dinî hizip de kendi bildiğini okuyordu. İslâm dünyasının geleneksel din ve siyaset anlayışı tabir yerindeyse yok olmak üzereydi. Böyle zorlu bir dönemde İslâmiyet ile Sünnî kavrayış üzerinden ilişki kuran Selçukluların yükselişi, İslâm dünyasındaki yeni bir dönüşümün başlangıcı oldu. İslâm dünyasında siyasî birliği tesis etmeyi öncelikli siyasî misyon olarak benimseyen Selçuklular, Müslümanlar açısından yeni çağın da kapısını açtılar.
1055 yılında Halife el-Kâim Biemrillah’ın daveti ile Bağdat’a gelerek Abbâsî Hilafeti’ni himayesi altında alan ilk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, evvela Bağdat’taki Şiî-Büveyhî sultasını sona erdirmişti. Bizzat Tuğrul Bey tarafından ilan edilen Selçuklu siyasetinin temel hedefi, Şiî-Fâtımî Halifeliği’ni yok edip İslâm dünyasındaki siyasî birliği yeniden ihyâ etmekti. Bunun için çok çaba harcadığını, hatta gayretlerinden dolayı kendisine Halife tarafından “Kâsımu Emîru’lMü’minîn (Müminlerin Emiri’nin Ortağı)” ve “Muhyîu Ehli’s-Sünne (Ehl-i Sünneti Dirilten)” gibi bu misyonu bir anlamda resmîleştiren unvanlar verildiğini biliyoruz. Dolayısıyla, yukarıda sözünü etmiş olduğumuz İslâm tarihindeki tıkanmanın nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerin Selçuklularla birlikte ümit verici bir aşamaya kavuştuğunu söylemek mümkündür.
Nitekim Sultan Tuğrul Bey tarafından atılan adımlar, halefi Sultan Alparslan’ın tarihin semasını aydınlatan parlak bir yıldız gibi yükselmesine zemin hazırlamıştır. Burada bir kez daha Zweig’a dönecek olursak, Sultan Alparslan’dan önce beklentiyle geçen “milyonlarca saat,” Tuğrul Bey tarafından yakılan meşale ile adeta bir “kıran” vaktine kanalize edilmiş, “yıldızın parladığı an” ufukların ötesinden kendini göstermiş, fecr-i kâzib yerini fecr-i sadığa bırakmıştır. Biyografisini kaleme aldığımız Sultan Alparslan, amcası Tuğrul Bey’den tevarüs ettiği siyasî mirası temellük etmiş, bu doğrultuda politika üretmişti. Gazâ ve cihada verdiği önem bir tarafa, amcasının bıraktığı yerden alarak İslâm dünyasındaki siyasî birliği tesis etmek gayretini öncelikli tutmuş, onun döneminde özellikle Suriye ve Filistin bölgesinde yürütülen faaliyetlerin sonucunda bölgedeki Fâtımî etkinliği büyük ölçüde sona erdirilmişti.
Öte yandan 1071 yılında Sultan Alparslan’ın Fâtımîlere son darbeyi vurup İslâm dünyasındaki ikiliği sonlandırmak için bizatihi Mısır seferine çıktığını biliyoruz. Bu esnada ciddî bir sosyoekonomik buhran ile malul durumda bulunan Fâtımîlerin Selçuklular için bir anlamda kolay lokma durumunda olması, söz konusu seferin başarı şansının olabildiğince yüksek olduğuna işaret etse de, Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in Türkleri Anadolu’dan sürmek ve İslâm dünyasına hâkim olmak maksadı ile çıktığı sefer nedeniyle Sultan geri dönmek zorunda kalmıştı. Sultan Alparslan’ın Müslüman âlemindeki birliği tesis etmeye dönük gayreti yalnızca siyasî ve askerî planda kalmamış, onun, özellikle veziri Nizâmülmülk’ü görevlendirmek suretiyle kurdurduğu Nizâmiye medreseleri de İslâm dünyasındaki kültürel birliğin tesisinde önemli işlevler görmüştü. Selçuklu ülkesinin her bölgesine kurulan ve çağdaş kaynaklara bakılırsa büyük şehirlerden köylere kadar tüm yerleşim birimlerine kadar her tarafa yayılan bu medreseler, özellikle müfrit Şia’nın yayılmasının önünde engel teşkil ettiği gibi, Sünnî İslâm anlayışının kurumsallaşmasını da sağlamıştı. Daha sonraki asırlarda Sünnî siyaset anlayışının İslâm tarihinin temel dinamiği olarak işlev görmüş olmasının Selçuklu Sultanı Alparslan tarafından atılmış olan bu adımların bir sonucu olarak geliştiğini söylemekte bir sakınca yoktur. Meseleye bu açıdan temas edildiğinde, Sultan Alparslan’ın tarihî faaliyetinin İslâm tarihinde önemli değişim ve dönüşümlere kaynaklık ettiği, bu noktadan hareketle tarihin akışını değiştirdiği söylenebilir.
Tarih yapıcı bir özne olarak Sultan Alparslan’ın en önemli tarihî rolünün, Malazgirt’te Bizans İmparatoru’na karşı elde ettiği büyük zafer olduğu vurgulanmalıdır. 26 Ağustos 1071’de Romanos Diogenes’e karşı kazandığı bu ihtişamlı zafer birçok açıdan önemlidir. Öncelikle söz konusu zafer ile birlikte Müslümanların Hristiyan dünyası karşısındaki konumu farklılaşmıştır. Birkaç asırdan beri Bizans karşısında durağanlaşmış olan İslâmî siyaset yeniden hayatiyet elde etmiş, daha önce işaret ettiğimiz tarihî tıkanıklık giderilmiştir.
Bizans İmparatorluğu’nun İslâm dünyası karşısındaki direniş hatları ökmüş, Selçukluların önderliğindeki Müslümanlar, büyük zaferin üzerinden henüz on yıl bile geçmeden İstanbul önlerine kadar gelerek İznik’te yeni bir Selçuklu devleti kurmuşlardır. İslâm dünyasının Bizanslılar karşısındaki durağanlığı ile birlikte düşünüldüğünde, Malazgirt Zaferi’ni takip eden Anadolu’nun kısa sürede fethedilip İslâmlaştırılması vetiresinin ne kadar önemli olduğu kolay bir şekilde anlaşılacaktır. Öte yandan Malazgirt’te Sultan Alparslan tarafından kesilen “Gordion Düğümü”nün, öncelikle Anadolu’nun dönüşümünü sağlayan, takip eden süreçte ise Türkmen Beyliklerine, nihayetinde de Osmanlılara aktarılan ve isimleri İslâm ile özdeşleşecek olan Türkleri Viyana önlerine kadar taşıyacağını bildiğimiz benzersiz bir siyasî mirasın yaratılması ile sonuçlanan yeni bir ilerleme sürecini, bir ileri taarruz harekâtını başlattığı da hassaten belirtilmelidir.
Müslümanlara karşı başlatılan topyekûn bir Hristiyan saldırısı olarak Haçlı Seferlerinin İslâm dünyasında yaşanan Selçuklu liderliğindeki dönüşüm ile yakından irtibatlı olması, Sultan Alparslan’ın sergilediği tarihî varlığın mahiyetini göz önüne seren bir başka göstergedir. Daha önce şu ya da bu şekilde Bizans’ın önlerinde set olduğu Müslümanların, Malazgirt Savaşı’ndan sonra evvela bütün barikatları altüst ederek Anadolu Yarımadası’nı dönüştürmeleri ve ardından yeni öğrendikleri denizcilik faaliyetleri ile Akdeniz ve Adalar Denizi’nde güçlü bir varlık ortaya koymaları gibi sebepler Avrupa’nın gözünü korkutmuştu. Türklerin, durdurulmamaları halinde daha ileri gidecekleri açıktı ve Boğazları aşıp Avrupa’ya geçmeleri ya da gemilerine binip İtalya Yarımadası’na yelken açmaları an meselesesiydi. Türkleri durdurabilmek amacıyla yüzyıllardır devam etmekte olan dinî anlaşmazlıklarını ve birbirlerine olan düşmanlıklarını bile çözümleme noktasında önemi ilerlemeler kaydeden Hristiyan âleminin haklı olduğunu biliyoruz.
Haçlılar tarafından tertip edilen seferlerden dolayı birkaç yüzyıl gecikmiş olsa da Osmanlılar ilk fırsatta Avrupa’ya geçecek ve uzun süre durdurulabilmeleri mümkün olmayacaktı. Bu bakımdan, 1071 yılında Sultan Alparslan tarafından istikamet verilen tarihî akışın yalnızca İslâm dünyası değil, aynı zamanda Hristiyan Batı açısından da yeni bir ilerleme rotasına girdiği söylenebilir. Kısaca özetleme gayreti içerisinde olduğumuz bütün bu değişim ve dönüşümler, “yıldızın parladığı bir anda” ortaya çıkarak gerçek anlamda yeni bir dünyanın temellerini atmış olan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın olağanüstü kişiliği, hem siyasî ve askerî dehası hem de tarih tarafından kendisine biçilen rolü layıkıyla icra ettiğini göstermektedir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih
- Kitap AdıDoğu'nun Ve Batı'nın Büyük Sultanı Alparslan
- Sayfa Sayısı248
- YazarMustafa Alican
- ISBN9786050832280
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş Tarih / 2020