1922 yılının baharında 21 yaşında iken Kudüs’te Eski Şehir’in dış mahallesinde yer alan evine gelip yaşaması için amcası Dorion’dan bir mektup aldı. 1922’nin sisli bir yaz sabahı kendini geleceğine giden yolun geçtiği Doğu’da buldu. “Yabancı bir eve ilk defa girdiğinizde koridorda hissettiğiniz tanımlanamaz bir koku karışılacağınız hoş şeylerin habercisidir ya, işte yüreğinizin derinlerinde kendinizden öylece geçersiniz ya.”
Ortadoğu’da aylar süren seyahatlerinde Frankfurter Zeitung için kaleme aldığı gözlemlerini Almanya’ya döndükten sonra kitaplaştırdı. Yeni bir ev ve yeni bir aitlik bulduğu bilinmeyen ve istifham dolu bu topraklarda ilk deneyimlerini Doğunun Romantik Olmayan Yüzü adlı bu unutulmuş kitabına aksettirmektedir. Bu kitap, sadece genç bir adamın doyuma ulaşma arayışını yansıtmakla kalmıyor aynı zamanda yakında İslam’a yönelecek ve hayatının geri kalan kısmını onu inceleyerek ve üzerinde yazılar yazarak geçirecek olan Leopold Weiss’in ruhsal dönüşümünün izlerini taşımaktadır. Yolculuğu Kudüs’ün tren istasyonunda başlamakta ve daha sonra Kahire, Amman, Ürdün, Şam ve İstanbul güzergâhında devam etmektedir.
YAZARIN SUNUŞU
Bir Avrupalı herhangi bir Avrupa ülkesinde seyahat ederken, örneğin Fransa, İtalya veya Macaristan’da; genişleyen ufkuna rağmen yine de kendini evinde hisseder ve burada eski ve yeni arasındaki farklılıklar göz ardı edilebilir. Avrupa’nın ruhu tekdüzedir; az ya da çok alışılmış ilişkilerin fasit dairesinde yaşarız. Sanki tanzim edilmiş ortak bir dil kullanıyormuş gibi kolektif kişiliğimizi tanırız. Bu ortak kültürdür. Ancak aynı zamanda ruhsal bir tembelliktir. Bir noktaya kadar rahat hareket edebiliriz, ama bu bir dezavantaja da dönüşebilir. Sanki değişik şekillere girebilen pufidikmişiz gibi bu yekpare ruh hali içinde teskin olabiliriz. Geçmişte ip üstünde nasıl yürüdüğümüzü, kavranması zor, belki de o zamanlar ulaşılmaz denilen gerçekleri anlamaya nasıl istek duyduğumuzu unutmuşuzdur. Ancak bu, daima yalnızca bireysel bir uğraştı. Şu anda da kendi yaşantımızı aramanın peşindeyiz. Lakin daha bulmadan ona sahip olmak istiyoruz. Sının geçtiğimiz hususunda kuşku duyuyoruz. Pek dile getirilmiyor, ama bugün pek çok Avrupalı bunu bilinçaltında hissetmektedir: Denemenin müthiş güvensizliği.
Bir gezintiye çıkıyorum. Bizimkiyle olan farklılıkları göz ardı edilemeyecek bir bölgeye gitmek üzere Avrupa’dan dışarı adım atmaktayım. Çok az şeyin garip olduğu ve hiçbir şeyin şaşırtıcı olmadığı tekdüzeliğimizin güvenli ortamından çıkıp bizimki olmayan, “ötekinin yabancılık deryasına dalmak istiyoruz. Aramızdaki mesafenin aşılmaz olduğu, tuhaf, tecavüzkâr bir yabancılığa ve de kendine kapanmışlığa.
Kendimizi aldatmak istemiyoruz: Belki de şurada ya da buradaki bir takım şeyleri, şunu ya da bunu yüzlerce çarpıcı olaydan acıyı ve neşeyi hissettiğimiz gibi anlayabiliriz, ancak Avrupa’da olduğu gibi içindeki bütünlüğü bilinçli bir şekilde algılayamayacağımızı da kabul etmek gerekir. Fark, göz ardı edilemez. Biz, öteki dünyadan ve onun insanlarından, sanki böyle bir şeyi istermişiz gibi, büyük oranda ayrılmaktayız. Böyle bir kavrayışa nasıl geldik? Onların dilini konuşmak yetmez; onların ruhunu anlamak için. onların düzleminde yürümek ve onların ortamında yaşamak gerekir. Bu yapılabilir mi? Ve bu yapılmalı mı? Çok insafsız bir değiştokuş bu: Eski yabancı adetlerimize karşı eski alışkanlıklara dayalı davranışımız.
Peki, bundan dolayı biz bu dünyadan dışlanmış mı olmaktayız? Hayır. Dışlanmış olmak bozuk gelişmemizden kaynaklanan kendi gidişatımızdaki bir yanlış anlamadan güç almaktadır sadece; yabancı olanın yaratıcılığını küçümsüyoruz ve pek yabancı değilse ondan kendi alanımıza götürerek çıkar sağlamanın, kültürel züppelerin deyişiyle kendimize ait kılmanın peşindeyiz. Ancak görüldüğü kadarıyla zamanımızdaki kargaşa ortamı buna tahammül edemez gibi ve aradaki mesafe, ruhani aşkınlıktan başka yollarla aşılabilecektir.
Bu yabancı dünya, bizim kendi yurdumuzda bildiğimizden çok farklı olduğu ve çok farklı yönler arz ettiği için. dikkat edersek uzun süredir vakıf olunan aşinalıklar ve ayrıca yaşantımızın kavranamaz gerçekliğinde unutulmuş olan her şeyin, şimşek gibi çakan bir ayırdına varmayla, silik kokusunu seçmenin eşiğine gelmiş oluruz. Böylesine galebe çalan bir olay pek nadir yaşanmıştır ve belki de onun içinde yatan güç ve tahakküm değildir, onun içinde yatan tüm seyahatlerin özüdür: Tüm dünyanın yabancılığını coşturmak, onu kavramak ve böylece kendi unutulmuş gerçekliklerimizi uyandırmak.
KUDÜS. 14 MART
Sisli bir şafak vakti. Eski Şehirden tren istasyonuna kireç grisi Hill Road’dan geçerek vardım. Kışın yağmurlu ayazı iliklerime işliyordu. Burada bahar yavaş gelir; uzun ve kurak yazı karşılamak üzere, kısa süren bir yeşillikle birlikte birden sona erer. Şu anda renkli çuval ve çantalarının arasında treni beklerken üşüyen ve uzun elbiselerinin içinde büzülmüş olan şu Araplar o zaman tekrar neşelerine kavuşacak ve caddelerde inanılmaz bir tempoda hareket edecekler ve hayat engin bir biçimde özgürce akmaya devam edecektir. Yıllık doğal döngüsüne rağmen, kış her zaman beklenmedik bir şekilde gelir ve insanları hazırlıksız yakalar. Her zaman onun geçmesini beklersiniz.
Aylar süren bekleyişten sonra, nihayet yola çıkmak ve kendi adımlarımı hissetmek istiyorum.
Sina Çölü, 14 Mart’tan sonra
ilk olarak arkamızdaki kızıl kahve rengi Yuda tepelerini geride bıraktıktan sonra, Yafa Ovası’na doğru yavaşça ve neredeyse hiç fark edilmeden alçalıyor, Lud denilen küçük bir yerde yeni bir trene biniyoruz. Daha sonra steplerden geçerek güneye doğru hep aynı hızda yol alıyoruz. Sina Çölü tepelerine doğru yavaş yavaş ilerlerken, unutulmuş yaşamıyla kaktüs duvarlarının arkasında kıl bir kale gibi oturan Eski Gazze’yi geçiyoruz. (Mil mil birbiriyle hayli tezat oluşturan bir şekilde İngiliz ve Türk askerleri bu mükemmel tren yolunu inşa etmiş; ilk başta Türkler Süveyş Kanalı’na doğru İlerlemişler ve daha sonra bazı değişiklerle birlikte İngilizler Mısır’dan Filistin’e muzaffer bir şekilde hareket etmişler.) Tren yavaşça gidiyor, çünkü vahşi ortam kendini yavaş yavaş açmakta. Ancak tren Avrupa’dakilerle aynı şekilde çufçuflayıp düdük çalıyor.
Aniden kendimizi içeride buluyoruz. Dışarıda, zıngırdayan pencere camlarının arkasında deniz kabuklarına yansımış inanılmaz bir sükûnet uzanmakta. Her bir gürültü havada hiç yankılanmadan dağılmakta: her türlü şekil ve hareket, dünün ve yarının yabancısı. Her şey nefesinizi kesen bir şekilde öylece orada eşsiz bir uzlet içinde, ince, altın kırmızısı çöl kumu rüzgârla yontulup zarif kum tepeciklerine dönüşmüş. Renkten renge giren bahar bulutlan. Tek tük kaktüsler, orada burada göze çarpan uzamış vahşi otlar. Bazen tek başına ya da üçlü dörtlü serpiştirilmiş kümeler halinde siyah çadırlar. İnce ve çıplak ayaklı İnsanlar. Kuyu başlarında efsanevi zarafette kadınlar. Ara sıra ufukta hareketsiz bir deve ya da palmiye yapraklan yüklenmiş bir maksada doğru ilerleyen bir deve kervanı. Pasaklı san köpekler trenin peşinden kızgın bir şekilde havlıyorlar. Bazen ıssız İstasyonlarda duruyoruz; itinasız İnşa edilmiş ahşap ya da çinko barakalar. Bir anda yırtık pırtık elbiseli, meyve ya da haşlanmış yumurta satmaya çalışan bir grup esmer çocuğun ortasında buluyoruz kendimizi. Çöl kumunda. Arap kondüktörün markalı deri postalları sırıtıyor.
Denize doğru yaklaşırken. El Ariş yakınlarında palmiye vahaları görünüyor. Binlerce kemer ve gölge ile ışığın kahverengi kafeslerle süslediği sütunlarla donanmış saraylara benziyorlar. Kıyıdaki kum tepelerinde, küçük sivri çadırların yanında, gümüşümsü balık ağlan rüzgârda sisten bir perde gibi direkler arasında genişçe gerilmiş. Başının üzerinde dengede duran ağzına kadar su dolu bir kovayla kuyudan gelen bir kadının nasıl palmiyelerin altından yavaş yavaş yukarı doğru tırmandığını görüyorum. Efsaneden çıkmış soylu bir kadın gibi. Arkasından uzanan kırmızı ve gök mavisi elbisesi peşinden izler bırakıyor.
Yolcuların muhteşem manzara karşısında dilleri tutuluyor. Filistin yönetiminin memurları, aileleriyle birlikte birçok Amerikalı, Yahudi yerleşimciler ve uzun entarileri içinde renkli atkılarıyla çok sayıda tarifi imkânsız yerli halk. Konuşmalarından ve giyimlerin deki bölgesel farklılıklardan Mısırlı mı yoksa Filistinli mi olduklarını söylemek zor. Ne yapıyorlar, tahmin edemiyorum… Yüzlerinden eksik olmayan bir tebessüm; sıcak ve hareketli gözler (ne yapıyorlarsa çok insani bir şey olmalı!). Bir bedevi, pencere kenarındaki bir oturağa çömelmiş; fakir, eski püskü elbiseleri, sessiz, gümüş rengi kabzası olan kılıcın kıvrımı dizlerinin üstünde dengede. Hava çok sıcak…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıDoğu'nun Romantik Olmayan Yüzü (Gezi Notları)
- Sayfa Sayısı190
- YazarMuhammed Esed
- ISBN6055793258
- Boyutlar, Kapak11x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMANA YAYINLARI / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 40’ında 40 Kadın ~ Tuluhan Tekelioğlu
40’ında 40 Kadın
Tuluhan Tekelioğlu
“Tuluhan Tekelioğlu’nun kitabında, kırk yaşındaki kadınların hikâyelerinden kesitler bulacaksınız. İlk bakışta bambaşka hayatlar yaşayan, farklı farklı kesimlerden gelen ama sanılanın aksine, ne çok ortak...
- Sol Ayağım ~ Chiristy Brown
Sol Ayağım
Chiristy Brown
“BÜYÜLEYİCİ VE EĞLENCELİ… OKUYANA İLHAM VERİYOR.” IRISH TIMES “ERDEMLİ VE HİÇ BİR ŞEKİLDE YOZLAŞTIRILMAMIŞ BİR CESARET HİKAYESİ” SUNDAY TIMES Chiristy Brown doğuştan beyin felci...
- Yedi Gece ~ Jorge Luis Borges
Yedi Gece
Jorge Luis Borges
Neden doğrudan metinleri incelemiyorsunuz? Eğer metinler hoşunuza giderlerse ne âlâ; eğer hoşunuza gitmezlerse onları hemen bırakın, zira zoraki okuma kadar saçma bir eylem olamaz,...