Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Doğunun Ölümsüz Çocuğu
Doğunun Ölümsüz Çocuğu

Doğunun Ölümsüz Çocuğu

Mehmet Niyazi

Bir ideale gönül verenlerin başarılı olmalarının ilk şartı vicdanlarını rehber edinmeleridir. Aksi takdirde süprizlerle dolu olan hayatın bir pususu onları alıp götürür. Genellikle ayaklarına…

Bir ideale gönül verenlerin başarılı olmalarının ilk şartı vicdanlarını rehber edinmeleridir. Aksi takdirde süprizlerle dolu olan hayatın bir pususu onları alıp götürür. Genellikle ayaklarına aşkları dolaşır. Aslında ne kadın erkekten, be de erkek kadından çeker; herkes yarattığının kurbanıdır. Mehmed Niyazi’nin “Doğu’nun Ölümsüz Çocuğu”nu okurken hayatın bu gerçeğini derinliğine yaşayacaksınız.

HAVA karardıktan sonra yağmur hızlanmıştı Kütüphanenin ıslak ramından kendisim rahatça görebiliyordu, güt saçlı, kalın kaşı. ela gözlü, buğday tenli, uzunca boylu. yakışıklı bu delikanlıydı, bunu karşılaştığı kızların sıcak bakışlarından anlayabiliyordu
Gözlerinin önüne. İstanbul Üniversitesindeki öğrencilik yıllarında sık sık gittikleri kahvenin devamlı müşterilerinden İzzet Bey geldi: seksen ni aşmıştı. ama yüreği vatan ve millet konularında gençti Ünlü Kreud’un ya nında doktora yapmıştı Birkaç kere. Baş başa kaldıklarında ızdırapla yoğrulmuş bakışlarını ona dikip şöyle demişti “evlâdım, sohbetlerde bazı sözlerin dikkatimi çekiyor Sende zekânın ışıltısını seziyorum. Avrupa’ya git, doktora sürecinden geç; bu zaman zarfında bir kitabın nasıl yazılacağını da öğrenirsin. Buraya dön; son İki yüz yıllık tarihimizi yaz; milletimiz ecdadına lâyık olmak istiyor; fakat yol yordam bilmiyor; kaybettiklerimiz, kazanmamız gerekenler onda bulunacaktır.” İfade sistemini yitirmiş, çizgileri bir anlam harabesine dönmüş yüzünü de camda görüyor, ağlamaklı sesini sanki duyuyordu. Herhalde içinde bir eziklik kaldığından her defasında sözlerini şu cümlelerle noktalamıştı: “Biz yapamadık; bir de sen dene. Zaman zaten her şeyini alıp götürecek; belki bu yolla ölümden bir şeyler kurtardığına inanır, ömrünün son günlerini mutlu geçirirsin.”
– Hayırlı akşamlar.
Bu söz onu dalgınlığından çekip çıkardı. Nazikçe doğruldu; gülümseyerek yanındaki sandalyeyi gösterdi:
– Buyurmaz mısın?
Silviya’nın gözleri tatlı bir ışıkla parıldıyordu.
Biliyorsun uzakta oturuyorum Vakit geç oldu. Bir kitaba bakmak için gelmiştim. Seni görünce selâm vermek istedim.
Arkasından bakıyordu; fakültenin kuruluş balosunda dans ettiği Silviya, iki üç günde bir mutlaka uğrar, hal hatırını sorar; “Senin için geldim” demez, ya bir kitap, vs da bir arkadaşını arardı O da üstüne gitmezdi; çirkin sayılmazdı; ama güzel de denemezdi; içini okşayan bir tip değildi Onunla yakınlaşırsa. kendisi gibi kütüphanede devamlı çalışan, göz koyduğu, birinden biriyle mutlaka ilişki kuracağına inandığı iki kızı da kaybederdi Halbuki onlar Silviya ile mukayese edilemeyecek kadar güzeldi. Helga toy gibiydi; ince. taze fidanı andıran vücudu, iç okşayan munis yüzü vardı Saçları omuzlarına dökülen Doris’ın tipi farklıydı; uzun boylu, sarısın, yeşil gözlü. ince dudaklı, mütenasip burunluydu. Sabahları selamlaştığı. akşamları “Yarın görüşmek üzere” diyerek vedalaştığı bu iki kızdan birisiyle içli dışlı olacak, böylece ülkenin serbestliğinden yararlanıp cinsel ihtiyacını giderecek ve kendisini tamamen buraya geliş sebebine verecekti İşimi engeller düşüncesiyle Silviya’nın uğramasını istemediği halde belli etmemeye çalışırdı; belki bir gün lâzım olurdu.

Dersten çıkarken koridordaki kalabalığın arasında gördüğü Helga’yı göz ucuyla takip ederek kendisini öyle ayarlıyordu ki, merdivenin başında karşılaşacaklar, onu kahve içmeye davet edecekti… Tatlı bir heyecan damarlarında yürüyordu. Genellikle tasarladığı pek gerçekleşmez, bir engel çıkardı. Aralarındaki mesafe azalınca, mutlu bir rastlantıyla karşılaşmış gibi hareket yaptı.
– Ah, iyi günler.
– Merhabalar.
– Kahve içmeye gidiyorum, gelmek ister misin?
– Böyle bir teklife hayır denir mi? Merdivenden inerlerken aşağıdan Silviya geliyordu,
–  Günaydın Mustafa; bir kaç gündür kütüphaneye uğrayamadım; nasılsın?
“Nereden çıktın?” diye sinirlenen Mustafa “Uğramayışına memnun oldum” diyecekti; ama yutkundu; soğuk bir tarzda cevap verdi.
– İyiyim,
Mustafa’nın tavrını sezmesine rağmen Silviya yüzündeki gülümsemeyi ve sesindeki sıcaklığı sürdürüyordu.
– Kantine mi gidiyorsun? Aynı soğuklukla cevap verdi.
– Evet.
Silviya yüzünü ve sesini değiştirmedi,
– Görüşmek ümidiyle.
Kurtulduğunu belli edercesine Mustafa’nın başını sallamasını görmezlikten gelen Helga sordu.
– Niçin davet etmedin? Kızcağız gelmek istiyordu.
– Gerek duymadım. Helga gülümsedi.
– Sebebini sormak bana düşmez.

Koridorlarda, kütüphaneye giriş ve çıkışlarda, kantinde Helga’yı ve Doris’i nazikçe selamlar, onlardan da aynı şekilde karşılık görürdü. Acele etmesinin onları uzaklaştıracağına, nasıl olsa doğal bir ortamda ilişkilerinin gelişeceğine, ikisinden birinin avucuna düşeceğine inanıyordu. Silviya’nın bahaneleri sürüyor, ziyaretleri devam ediyor, ona mesafeli davranmaya özen gösteriyordu. Gittikçe Mustafa’nın gözüne daha sevimsiz görünüyor; bilhassa yüzündeki çillerden rahatsız oluyor; ona “Artık beni ziyaret etme; senden hoşlanmıyorum.” demeyi de yersiz buluyordu.
Yaz ve şubat tatillerinde çalışıp biriktirdiği paraları tutumlu kullanır, sömestr dönemlerinde cumartesi ve pazar günleri çalışmaya ihtiyaç duymazdı. Yaşama tarzı da fazla masrafı gerektirmezdi; sabah kahvaltısını odasında yapar, öğle ve akşam yemeklerini üniversitede yerdi. Evi de üniversiteye yürüme beş dakika idi; yol parası ödemezdi. Yaşlı, dul bir kadın olan ev sahibi, ona karşı evlât sevgisi besler, fazla kira istemezdi.
Gençti; sağlığı ve yakışıklılığı yerindeydi; istediği vakit bir kızla yakınlık kurabileceğine inanırdı; fakat onun gözü Helga ve Doris’teydi. Onlar da, kendisi gibi. her gün kütüphanede çalışıyorlardı. Nasıl olsa birinden biriyle arzu ettiği ilişkiyi kuracak, zihnindeki kadın düğümünü çözecek, kendisini tamamen bilimsel çalışmasına verecekti.
Haftada bir iki gün Helga’nın yanına sarışın, orta boylu bir genç gelir, on- onbeş dakika oturup giderdi. Mustafa üzerinde fazla durmazdı. Aralarında bir gönül ilişkisi bulunsaydı, tavırları farklı olurdu.
Yaz tatili gelince, daha önce çalıştığı ziraat aletleri yapan firmada işe başladı. İş ahlâklarına hayrandı; ne bir işçi, ne de bir mühendis, patronun demez, kendi işi gibi sahip çıkardı Hiç kimse zamandan çalmanın peşinde değildi Bilinçli insanlardı: firma ayakta durursa kendilerinin de iş bulabileceklerinin farkındaydılar İş değiştirmeyi pek sevmezlerdi. Geçen yılki elemanların hemen hemen tamamı bu yılda çalışıyordu Hilmi Bey adında bir Türk mühendis de çalışanların arasına katılmıştı
Mesleğine vakıf. iş ahlakına sahip Hilmi Bey’i Almanlar da saygı gösterirlerdi Uzunca boylu, kumral kırk yaşın üstünde olmasına rağmen. halen yakışıklı görünen Hilmi bey’in yüzünden belli belirsiz sıcak bir gülümseme hiç eksik olmazdı İ konusunda hemşehrimdir diyerek Mustafa’yı korumaz. ama yakınlık gösterir. sık sık bir sıkıntısı olup olmadığın; sorardı Mustafa da ona karşı daha  ilk günden sevgi ve saygı duymaya başlamıştı.
Çok geçmeden Mustafa. Hilmi Beyin ameli salih bir müslüman olduğunu sezdi Oğle ve ikindi namazlarını odasının kapısını örter, kaşla göz arasında kılardı İbadetini yapması Almanları rahatsız etmez, hatta ona saygılarının artmasına vesile olurdu.
Hilmi Bey ile Mustafa’nın evleri birbirine yakındı. İşe Hilmi Bey’in arabasıyla beraber gidip gelirlerdi. Arka koltukta Mevlana’nın Mesnevi’sinden veya Divan -ı Kebir’inden bir cildin devamlı bulunması Mustafa’nın dikkatini çekerdi. Bir gün işten dönerken :
– Herhalde Mevlana’ya ilgin fazla, dedi.
– Eserlerini okumaya çalışıyorum.
-Bu kadar yoğun işin arasında okumak için nasıl fırsat bulabiliyorsun?
–  Firmadan eve iş götürmüyor, birahane hayatından hoşlanmıyorum. Epeyce bir zamandan beri yalnızım. Evde, tatil günlerinde ormanda veya bir kır gezintisinde fırsat oluyor.
– Yenge Hanım, çocuklar nerede?
–  Hanım’ın annesi hasta; rahatsız bir çocuğumuz var; onu da alıp Konya’ya annesinin yanına gitti. Annesinin başka kimsesi yok; ona bakması gerekiyor.
– Çocuğunuzun rahatsızlığı ne?
– Kas erimesi.
– Uzun süren bir hastalık mı?
–  Şimdilik tedavisi yok; doktorlar belli bir ömür biçtiler; fakat Allah’tan ümit kesilmez; bakarsın yarın dermanı bulunur.
Mustafa daha fazla aile hayatına gitmek istemedi, onu Çizebilirdi fakat çocuğunun durumundan söz ederken ses tonunda bir yakınma olmaması dikkatini çekti.
Tavır ve davranıştan saygı uyandıran Hilmi Bey e çok geçmeden yakınlığının ifadesi olarak. “Hilmi ağabey” demeye başladı İşten döndüğünde kütüphane açık olurdu Elini yüzünü yıkar, elbisesini değiştirir, bit kitaba bakmayı bahane ederek Helga veya Doris’e rastlamak ümidiyle bazen kütüphaneye giderdi; fakat ikisi de yoktu Gelmişken kapanma saatine kadar bu şeyler okurdu Hemen eve dönmezdi
yolunun üzerindeki birahaneye uğrardı; genellikle müşterileri aynı insanlardı
Zamanla birahanenin devamlı müşterilerinden Walter ile dost oldu Yaşı otuz beş civarında bulunan Walter yapılı bir delikanlıydı; net akşam en az yirmi bardak bira içer, canavar gibi yerdi. Her haliyle tipik bir Alman’dı; sarışın, bileğine kuvvetli, gözü kara, hırçındı. Çevresindekileri fazla önemsemeyen Walter, sessiz ve ağırbaşlı tavrından dolayı Mustafa’ya yakınlık duyar, her fırsatla ona bir şeyler ikram eder; o da mukabelede bulunurdu.

Hafta başında sömestr başlayacağı için cuma akşamı işi bıraktı. Pazartesi sabahı kütüphaneye giderken yüreğinde bir kıpını vardı; fazla konuşmamalardı; ama uzunca bir zamandan beri tanışıyorlardı. Helga’yı daha çok arzu ediyor. Doris’i de güzel buluyordu Hangisine rastlarsa eski bir dost gibi davranacak, hal hatır sormakla kalmayacak, özlediğini belli edecek, imkân olursa, kahve İçmeye davet edecekti Salona girdiğinde ikisi de yoktu Masalara üç beş kişi serpilmişti Her zamanki yerine oturdu, bazı akşamlar uğramasına rağmen kendisini gurbetten dönmüş gibi hissediyordu Kapı açıldığında gözleri kayıyor, ama ne Helga. ne de Doris görünüyordu.
Önündeki kitabın sayfalarına daldığı sırada yanında birisinin dikildiğini hissetti, başını kaldırınca Silviya ile karşılaştı, gülümsüyordu “Yine mi sen?” diyecekti; fakat kendisini tuttu Yanındaki sandalyeyi göstererek:
Oturmaz mısın’ dedi
Oturdu; yüzündeki gülümseme eksilmedi; biraz zayıflamıştı sanki. Onunla konuşurken Mustafa’nın bakışları açılıp kapanan kapıya kayıyordu. Dost bir sesle Silviya sordu:
– Tatilin nasıl geçti?
– Sömestr dönemindeki harçlığımı çıkarmak için çalıştım. Seninki?
– Aynı şekilde. Ülkene gitmedin mi?
– Gitmedim.
Helga ve Doris gelebilirdi; sömestrinin ilk gününde Silviya’yı yanında görmeleri hoş olmazdı. Bir an önce kalkıp gitmesi için sık sık önündeki kitabı karıştırıyor, ilgisinin orada olduğunu sezdiriyordu. Bir süre oturduktan Silviya “İyi çalışmalar” diyerek kalktı.
Dışarda güzel bir sonbahar günü yaşanıyordu. Mustafa bir süre camda oynaşan güneşe daldı; kendine gelip bakışlarını çevresinde gezdirirken Helga’nın salona girdiğini gördü; yüreği hareketlendi. Yine aynı masaya oturdu, onu görmezlikten geldi. Hal hatır sormak için kalkıp yanına gitmeyi onurlu bir tavır bulmadı. Nasıl olsa dışarıya çıkarken veya içeriye girerken bir punduna getirip ona rastlamış gibi yapardı.
Önündeki notlarla meşgul olan Mustafa başını kaldırınca, Helga ile göz göze geldi. İkisi de gülümseyerek el sallayıp birbirlerini selamladılar. Kabalık yapmamalıyım bahanesiyle kendini ikna eden Mustafa yerinden kalkıp masasına gitti; Helga da onu tatlı bir yüzle karşıladı.
– Nasılsın? Umarım tatilin gönlünce geçmiştir.
–  İyiyim. Tatilde bir sürprizle karşılaşmadım; her zamanki gibi hoştu. Sen nasılsın? Memleketine gittin mi?
–  İyiyim; ülkeme gitmedim. İnsan ister istemez tanıdıkları, dostları arıyor. Geçen hafta burada yoktun. Sen geldiğine göre herhalde Doris de gelir.
–  İlk günler öğretimle ilgili pek bir şey yapılmıyor; tatile ilaveten bu haftayı da ailemin yanında geçirdim. Doris’in geleceğini sanmıyorum; çünkü mezun oldu. Bir arkadaşımızdan öğrendiğime göre Ulm’da bir firmada çalışmaya başlamış.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıDoğunun Ölümsüz Çocuğu
  • Sayfa Sayısı188
  • YazarMehmet Niyazi
  • ISBN9754377354
  • Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2009

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ağıtın Sonu ~ Menekşe ToprakAğıtın Sonu

    Ağıtın Sonu

    Menekşe Toprak

    Ertesi gün ayrılacak buradan. Kız öğrenci yurduna alındığına dair belge elinde. Veda edercesine bakıyor mahalleye, sadece oraya değil, dört yüz kilometre uzaklıktaki amca evine...

  2. Gittiğim Her Yerde Çiçek Açacağım ~ Gregor – Ali BayamGittiğim Her Yerde Çiçek Açacağım

    Gittiğim Her Yerde Çiçek Açacağım

    Gregor – Ali Bayam

    “Yaşamak, bir yolda yürümeye benzer… Bir rota çizersin ve yolun her türlü kolaylıkları ve zorluklarına boyun eğersin. Engebeli süreçlerde yorulur, bazen de normal bir...

  3. Anayurt Oteli ~ Yusuf AtılganAnayurt Oteli

    Anayurt Oteli

    Yusuf Atılgan

    “Ne ölü, ne sağ” bir yaşamın kahramanı Zebercet. Gözünü ilk açtığı ve yaşadığı Anayurt Oteli’yle aynı kaderi paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur