Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un uzun bir aradan sonra merakla beklenen yeni romanı Doğu’dan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasız kıskacında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor.
Doğu’dan Uzakta, gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, hayalleri ve umutları olan bir grup insanın, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılmasını ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi dolayısıyla tekrar ülkelerine dönmeleriyle başlayan 16 günlük bir yüzleşmenin romanı. Romanın başkahramanı Adam, tıpkı Maalouf gibi, savaştan sonra Fransa’ya yerleşmiş ancak doğduğu topraklara sevgisi ve bir dönem içinde yaşadığı çokkültürlü ve çokdinli bu coğrafyayı anlama çabası hiçbir zaman küllenmemiştir. Ancak uzun bir aradan sonra giriştiği eve dönüş yolculuğu ve eski arkadaşlarını bulma düşüncesi sanıldığı gibi kolay olmayacaktır. Çünkü ne insanlar ne de doğup büyüdüğü topraklar aynı kalmıştır.
Açıkça belirtilmese de Lübnan iç savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının yaşadığı kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlara dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu’dan Uzakta‘da Maalouf yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğu’yu anlatıyor.
“Geldim, gördüm, hayal kırıklığına uğradım…”
***
Adımda doğmakta olan insanlığı taşıyorum, ama ben nesli giderek tükenen insanlığa aidim, diye kayıt düşecekti Adam not defterine acı olaydan iki gün önce.
Annemle babamın bana niye bu ismi koyduklarını hiçbir zaman öğrenemedim. Doğduğum ülkede pek rastlanan bir isim değildi ve ailemde de benden önce kimseye konmamıştı. Bir gün babama bunu sorduğumu, onun da “O hepimizin atası!” diye geçiştirdiğini hatırlıyorum, sanki ben bilmiyormuşum gibi… On yaşındaydım ve bu açıklamayla yetinmiştim. Belki de henüz hayattayken bu tercihin arkasında bir niyet, bir düş olup olmadığını sormalıydım ona.
Bana öyle geliyor ki vardı. Babama göre, ben kurucular topluluğunun bir üyesi olacaktım. Bugün, kırk yedi yaşımda, bana biçilen görevin yerine getirilmemiş olarak kalacağını kabullenmek zorundayım. Ben bir soy zincirinin ilk değil son halkası, kendi insanlarımın en sonuncusu, onların birikmiş hüzünlerinin, hayal kırıklıklarının ve utançlarının emanetçisi olacağım. En berbat vazife bana düşüyor: Sevdiklerimi teşhis edeceğim, sonra başımı sallayacağım ve örtü yeniden yüzlerinin üstüne çekilecek.
Ben nesli tükenenler görevlisiyim. Ve sıra bana geldiğinde hiç eğilip bükülmeden bir kütük gibi devrilecek ve duymak isteyenlere şunu yineleyeceğim: “Haklı olan benim, hatalı olan Tarih!”
Bu gururlu ve saçma çığlık kafamda sürekli yankılanıyor. Zaten on gündür sürdürdüğüm gereksiz hac ziyaretinin alt yazısı da olabilirdi bu cümle.
Sular altında kalmış ülkeme dönerken kendi geçmişimin ve yakınlarımın geçmişinin bazı kalıntılarını kurtarabileceğimi düşünmüştüm. Bu konuda artık fazla bir şey beklemiyorum. İnsan batışı geciktirmeye çabaladıkça, onu hızlandırma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Bununla birlikte, bu yolculuğa çıktığıma pişman değilim. Gerçi her akşam anavatanımdan niçin uzaklaştığımı bir kez daha keşfettiğim doğru; ama her sabah ondan niçin asla kopmadığımı da keşfediyorum. Suların ortasında Doğu Akdenizli inceliği ve dingin şefkat adacıkları bulmak en büyük sevinç kaynağım oldu. Bu bana, en azından şimdilik, yeni bir yaşama iştahı, savaşmak için yeni nedenler, hatta bir umut ürpertisi veriyor.
Peki ya daha uzun vadede?
Uzun vadede, Âdem ile Havva’nın tüm evlatları yitik çocuklardır.
BİRİNCİ GÜN
1
Adam, Perşembe günü uykuya dalarken, uzun yıllar kendi isteğiyle uzak durduktan sonra, ertesi gün köklerinin bulunduğu ülkeye uçacağı ve bunu, bir daha asla konuşmamaya ant içtiği bir adamın yanına gitmek için yapacağı aklından bile geçmiyordu.
Ama Murad’ın eşi, önünde durulamayacak sözcükleri bulmayı bilmişti: “Arkadaşın ölecek. Seni görmek istiyor.”
Telefon saat sabahın beşinde çalmıştı. Adam el yordamıyla telefonu almış, ışıklı tuşlardan birine basmış ve “Hayır, emin ol uyumuyordum” diye cevap vermiş veya buna benzer başka bir yalan uydurmuştu.
Telefonun diğer ucundaki kadın daha sonra “Onu veriyorum” demişti.
Ölüm döşeğindekini dinleyebilmek için soluğunu tatmak zorunda kalmıştı. O vaziyette bile karşısındakinin sözlerini işitmekten çok tahmin etmişti. Uzaklardan gelen ses bir kumaş hışırtısını andırıyordu. Adam iki üç kez “Tabii” ve “Anlıyorum” diye tekrarlamak zorunda kalmış, ama aslında ne bir şeyden “Tabii” diyecek kadar emin olabilmiş ne de bir şey anlayabilmişti. Karşısındaki sustuğunda, ağzından temkinli bir “Hoşça kal” çıkmış, daha sonra kadının telefonu tekrar almadığından emin olmak için birkaç saniye beklemiş ve telefonu kapatmıştı.
O zaman eşi Dolores’e dönmüştü; Dolores ışığı yakmış ve yatağın içinde sırtını duvara dayayıp oturmuştu. Olayın artısını eksisini tartıyor gibiydi, ama aslında bir kanıya varmıştı.
“Arkadaşın ölecek, sana telefon ediyor, tereddüt etmeye hakkın yok, gitmelisin.”
“Arkadaşım mı? Ne arkadaşı? Yirmi yıldır konuşmuyoruz!”
Gerçekten de yıllardır ne zaman Murad’ın adı geçse ve onu tanıyıp tanımadığı sorulsa, “Geçmiş bir arkadaş” diyordu. Karşısındakiler çoğunlukla “eski bir arkadaş” demek istediğini varsayıyorlardı. Ama Adam sözcüklerini rastgele seçmezdi. O ve Murad geçmişte arkadaştılar, sonra arkadaşlıkları bitmişti. Bu nedenle onun gözünde en uygun ifade “geçmiş bir arkadaş” tı.
Normalde Dolores’in yanında bu ifadeyi kullandığında, kadın merhametli bir gülümsemeyle yetinirdi. Ama o sabah hiç gülümsemedi.
“Yarın kız kardeşimle aram açılsa benim ‘geçmiş’ kız kardeşim mi olacak? Ağabeyim de ‘geçmiş’ ağabeyim mi olacak?”
“Aile girince olay değişir, insanın seçim şansı yoktur…”
“Burada da seçim şansın yok. Gençlik arkadaşı, kardeş yarısıdır. Onu kardeşliğe aldığın için pişman olabilirsin, ama reddedemezsin.”
Adam, kan bağlarının niçin farklı bir doğası olduğunu ona uzun uzun açıklayabilirdi. Ama kaygan bir zeminde maceraya atılmak istememişti. Sonuçta eşiyle kendisi arasında da kan bağı yoktu. Bu nedenle şimdi birbirlerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar, yarın öbür gün birer yabancı olma ihtimali var mıydı? İçlerinden biri ölüm döşeğindeyken diğerini çağırtsa, reddedilebilir miydi? Böyle bir olasılığı hatırlatmak bile alçaltıcı olacaktı. Susmayı tercih etti.
Zaten akıl yürütmek hiçbir işe yaramıyordu. Er veya geç teslim bayrağım çekecekti. Murad’a hınçlanıp arkadaşlığını kesecek, hatta eşi ne derse desin, onu “reddedecek” bin bir neden ileri sürebilirdi; ama ölüm yaklaşırken bu bin bir nedenin hiçbir değeri kalmıyordu. Geçmiş arkadaşının başucuna gitmeyi reddederse, ömrünün sonuna kadar pişmanlık duyacaktı.
Bu nedenle seyahat acentesine telefon edip, ilk aktarmasız uçuş için bir yer ayırtmıştı. Uçak o gün, saat on yedi otuzda kalkıp saat yirmi üçte iniyordu. Bundan daha hızlısı da elinden gelmezdi zaten.
2
Bazı insanlar ancak yazarken düşünür. Adam da onlardandı. Bu onun için hem bir ayrıcalık hem de bir engeldi.
Eli kalem tutmadığı zaman zihni daldan dala atlıyor, fikirleri ehlileştiremiyor veya bir mantık inşa edemiyordu. Düşüncelerinin bir düzene girmesi için yazmaya başlaması şarttı. Onun için düşünmek, elle yapılan bir etkinlikti.
Bir anlamda nöronları parmak uçlarındaydı. Neyse ki parmakları becerikli ve oynaktı. Hiç duraksamadan kalemden klavyeye, kâğıttan ekrana geçebiliyorlardı. Bu nedenle cebinde her zaman esnek kapaklı kalın bir not defteri, öğretmen çantasının içinde de bir dizüstü bilgisayar taşırdı. İçinde bulunduğu çevreye ve yazmayı düşündüğü şeyin niteliğine göre, kâh birini, kâh diğerini açardı.
O gün, yolculuk başlarken, defterde karar kıldı. Defteri cebinden çıkardı, ilk boş sayfayı arayıp buldu; sonra önündeki servis masasını indirmek için uyarı ışığının sönmesini bekledi.
20 Nisan, Cuma
Uçak havalandığından beri beni bekleyen sınava hazırlanmaya çalışıyorum, Murad’ın kendini haklı çıkarmak için neler söyleyebileceğini ve benim nasıl cevap vermem gerektiğini kafamda canlandırıyorum; normal zamanda kendisine ne derdim ve mevcut durumunda neler diyebilirim; fazla yalan söylemek zorunda kalmadan ruhunu huzur içinde teslim etmesini nasıl sağlayabilirim; kendi yargılarımdan vazgeçmeden onun içini nasıl rahatlatabilirim, bunları düşünüyorum.
Ölüm döşeğindekilerin affedilmeleri gerektiğinden emin değilim. Her insan ömrü sona ererken sayacı sıfırlamak; bazılarının zulmünü ve açgözlülüğünü, bazılarının da merhamet ve fedakârlığını sahte bir sofulukla kâr ve zarar hanelerine kaydedip geçmek fazla basit bir çözüm olurdu. Katiller ve kurbanları, zalimler ve mazlumlar ölüm gelip çattığında eşit ölçüde masum sayılacaklar, öyle mi? Her halükârda benim için öyle değil. Benim bakış açıma göre, suçun cezasız kalması da adaletsizlik kadar ahlak bozucudur. Gerçeği söylemek gerekirse, bunlar aynı madalyonun iki yüzüdür.
Hıristiyanlık’ın ilk yüzyıllarında, yeni din Roma İmparatorluğu’nda yayılırken, bazı patricilerin Hıristiyanlık’ı mümkün olduğunca geç kabul ettikleri anlatılır. Vaftiz olduklarında tüm günahlarının silineceği söylendiği için, sefih hayatlarını sürdürüp ancak ölüm döşeğinde vaftiz olurlarmış.
Bu gecikmiş tövbelerin dinin gözünde bir değeri olup olmadığını bilmiyorum. Benim gözümde hiçbir değerleri yok. Ne antik Romalıların ne de kendi çağdaşlarımın tövbelerinin.
Bununla birlikte ölüm anının zorunlu bir adabı vardır. Eğer insanlığımızı korumak istiyorsak, o anın saygınlığına el sürülmemelidir. Ölüm döşeğindeki kişi ve onun yaptıkları hakkında ne düşünürsek düşünelim böyle davranmamız gerekir. Evet, en kanlı katil söz konusu olsa bile…
Hemen söyleyeyim, Murad öyle biri değil. Onu birçok şeyle suçlayabilirim, dahası bunların bazıları benim gözümde cinayetten farksız. Ama kullanılan dil maksadını aşmamalı. Bir insan cinayet işlemesine rağmen, cani diye nitelendirilmeyi hak etmemiş olabilir. Suçun cezasız kalmasına nasıl isyan ediyorsam, niyetleri, boyutu veya koşulları dikkate almadan tüm kötülükleri aynı kefeye koymayı da reddediyorum. Bu koşullar suçu aklamasalar bile, yine de yasalarda dendiği gibi “hafifletici sebep” sayılabilirler.
Geçmiş arkadaşımın savaş yılları içindeki davranışının paylaştığımız ortak değerlere bir ihanet olduğundan hiç kuşkum yok ve bunu inkâr etmeye kalkışmayacağını umuyorum. Ama onu ihanete sürükleyen de sadakati değil mi? Ülkesine bağlılığı yüzünden, savaş başladığında çekip gitmeyi reddetti; kalınca da birtakım düzenlemeler içine girmek, olayların akışı içinde bazı ödünler vermek zorunda kaldı; bu ödünler de onu kabul edilemeyecek bir noktaya kadar sürükledi. Ülkede kalsaydım belki ben de onun gibi davranacaktım. Uzaktan bakarken, hiçbir zarar görmeden hayır denebiliyor; olay mahallinde ise her zaman bu özgürlüğünüz bulunmuyor.
Kısacası onu erdemleri mahvetti; beni ise kusurlarım kurtardı. Yakınlarını korumak, atalarının ona miras bıraktıklarını elinde tutmak için yırtıcı bir hayvan gibi savaştı. Ben bunu yapmadım. Benim yetiştiğim sanatçı ailesinde aşılanan erdemler bunlar değildi. Ne o fiziksel cesarete, ne o vazife duygusuna ne de o sadakate sahiptim. İlk katliamlar başlar başlamaz çekip gittim, kaçtım; ellerim temiz kaldı. Namuslu bir kaçak olarak kazandığım tabansızca bir imtiyazdı bu.
Uçak inişe geçmeye başlarken aklım kalkıştakinden daha karışık. Murad şu anda bana, onu aşan bir trajedinin içinde yolunu kaybederek bozulmuş, acınılası, küçük bir insan olarak görünüyor. Hâlâ hatalarını affetmeye istekli değilim, ama hem kendime hem de kâinatın geri kalanına aynı ölçüde kızgınım.
Bu nedenle hiçbir hınç sergilemeden onun başucuna gideceğim, laik günah çıkarıcı rolümü oynayacağım, onu dinleyeceğim, elini tutacağım, vicdanı rahatlamış bir halde, huzur içinde ölebilmesi için günahlarını bağışlayan sözler mırıldanacağım.
3
Havaalanında onu bekleyen hiç kimse yoktu. Gelişini kimseye haber vermediği için aslında öngörmesi gereken bu sıradan terslik, Adam’da bir hüzün patlamasına ve geçici bir zihin karışıklığına neden oldu. Doğduğu şehre, kendi ülkesine indiğini hatırlamak için biraz çaba harcaması gerekti.
20 Nisan, devam
Gümrüğü geçiyorum, pasaportumu uzatıyorum, geri alıyorum ve terk edilmiş çocuksu bakışlarımı kalabalığın üzerinde gezdirerek dışarı çıkıyorum. Hiç kimse yok. Kimse bana seslenmiyor, kimse beni beklemiyor. Kimse beni tanımıyor. Hayalet bir arkadaşla buluşmak için geldim buraya ve daha şimdiden kendim de bir hayalet oluverdim.
Yanıma yaklaşan bir şoför beni götürmeyi teklif ediyor. Razı olduğumu bakışlarımla anlatıp valizimi arabasına taşımasına izin veriyorum. Nizami taksi kuyruğunun epey uzağına park edilmiş eski bir Dodge. Korsan taksi olduğu belli: Ne kırmızı plakası ne de sayacı var. İtiraz etmiyorum. Normal zamanda böyle işler beni öfkelendirir, ama bu akşam gülüp geçiyorum. Aşina olduğum çevre koşulları belleğimde tazelenirken, birtakım tedbir refleksleri de geri geliyor. Adama Arapça ve ülkenin aksanıyla, beni kaça götüreceğini soruyorum. Turist sanılma utancını yaşamak istemiyorum.
Yolda giderken içimden kuzenlerimi, arkadaşlarımı aramak geçti. Gece yarısına beş vardı, ama saati sorun etmeyecek ve beni ısrarla evinde kalmaya davet edecek en az birkaç arkadaş tanıyorum. Sonunda kimseyi aramadım. Birdenbire tek başıma, kimliğim bilinmeden, neredeyse gizli saklı kalma arzusu uyanmıştı içimde.
Bu yeni duygu hoşuma gitmeye başlıyor. Kendi ülkemde, kendi insanlarımın arasında, doğduğum şehirde kimliğimi gizleyerek yaşamak.
Oteldeki odam geniş, çarşaflar temiz, ama bu saatte bile gürültüsü kesilmemiş bir sokağa bakıyor. Ayrıca kan ter içinde uyanmak korkusuyla kapatmaya cesaret edemediğim klimanın da insanı serseme çeviren homurtusu buna ekleniyor. Gürültünün beni uykusuz bırakacağını sanmıyorum. Uzun bir gündü, hem bedenim hem de zihnim çok geçmeden uyuşacak.
“Doğu’dan Uzakta” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDoğu'dan Uzakta
- Sayfa Sayısı460
- YazarAmin Maalouf
- ÇevirmenAli Berktay
- ISBN9789750823848
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İmdat! Çıkarın Beni Buradan ~ Salah Naoura
İmdat! Çıkarın Beni Buradan
Salah Naoura
Bazı ailelerin tuhaf alışkanlıkları vardır. Her cuma günü ketçaplı balık köftesi yemek ya da yüz yüze konuşmak yerine telefonlaşmayı tercih etmek gibi. Kazma Ailesinin...
- Yavaş Adam ~ J.M. Coetzee
Yavaş Adam
J.M. Coetzee
Altmış yaşındaki fotoğrafçı Paul Rayment, bir bisiklet kazası sonucu sağ bacağını kaybedince, o güne dek yalnız sürdürdüğü yaşamı tamamen değişir. Başkalarına bağımlı olmaktan nefret...
- Cehennem Kapıları ~ Gregg Loomis
Cehennem Kapıları
Gregg Loomis
Dünyanın farklı yerlerinde gerçekleştirilen, birbirine benzer izler taşıyan cinayetler Jason Peters’i sıra dışı kayalıklara götürür. Antik dönemde bu kayalıkların, cehenneme giden kapı olduğuna inanılmaktadır....
Doğu’dan Uzakta dünyanın farklı köşelerine ayrılmış üniversite arkadaşlarının bir arkadaşlarının ölümü vesilesiyle yıllar sonra bir araya gelmelerini anlatıyor. Kitabın kahramanı Adam tüm arkadaşlarını bir araya getirebilmek için gayret sarf ediyor. Aynı zamanda bir tarih profesörü olan Adam geçmişini yeniden kurcalıyor ve içinde hiç sönmemiş olan vatan hasretini yeniden canlandırıyor. Kitapta her bir karakterin hayat hikayesini öğreneceksiniz. Lübnan’daki iç savaşın hepsinin hayatını değiştirdiğini göreceksiniz. Savaş sonrasında yaşananların en yakın arkadaşların ilişkisine bile zarar verdiğinizi göreceksiniz. Kitapta savaş sonrasını en iyi anlatan cümle “Geldim, gördüm, hayal kırıklığına uğradım.”