Gerçek Hiç Bu Kadar Çarpıcı Olmamıştı!
Amerikan Edebiyatının güçlü kalemi Jack London 1900´lerin başında İngiltere´ye giderek Londra´nın doğu yakasındaki işçi sınıfının zorluklarla dolu hayatını gözlemler. İlk elden tanıklığını romanlaştırdığı zaman dünya kamuoyunu şaşkınlığa uğratan yazar, bu eseriyle büyük saygı kazanmıştır.
Jack London, bir yazardan öte bir sosyolog gibi davranarak, işsiz ve beş parasız bir sefil kılığına girer ve kendi deyimiyle “bir kâşifinkine benzetebileceğimiz” bir ruh hali ile Londra´nın fakir mahallelerine, Doğu Yakası´na gider. Burada diğer insanlar gibi aç, uykusuz ve pisliğin içinde yaşar.
Jack London bu kitapta yoksulluğu ve acıyı bizzat yerinde gözlemleyip, edindiği tecrübeleri okurla paylaşıyor. Yazar Doğu Yakası´nda şahit olduğu sefaleti, çürümüşlüğü, tüm yalınlığı ve çarpıcılığıyla, ancak bir o kadar da estetik bir tarzda anlatıyor. “Üzerinde güneşin batmadığı” 20. yüzyıl İngilteresi´nde, toplumdaki çatlakları son derece eleştirel bir dille aktarıyor. Jack London bu kitapla sadece kendi döneminin değil, günümüzün toplumsal sorunlarına da ışık tutuyor.
***
ÖNSÖZ
Bu yazıda anlatılan tecrübeleri 1902 yılının yazında yaşadım. Daha çok bir kâşifinkine benzetebileceğim bir ruh hali ile Londra’nın fakir mahallelerine gittim. Oraları hiç görmeden anlatanlardan ya da daha önce gidip de görenlerin sözlerinden çok, kendi gözlerimle gördüklerime inanmak istiyordum. Dahası, fakir insanların yaşamını ölçmek için, kendimce kafamda kriterler bile oluşturmuştum. Şöyle ki: İnsanın fiziksel ve ruhsal sağlığına katkıda bulunan hayat, iyi hayat; onu inciten, küçülten ve kötüleştiren hayat ise kötü hayattı.
Okuyucunun da hemen anlayacağı gibi, ben daha çok hayatın kötü tarafını gördüm. Bir de benim yazdığım dönemlerin, İngiltere’nin “iyi dönemleri” olduğunu unutmamak lâzım. Gördüğüm açlık ve evsizlik, hiç kaybolmayan kronik bir sefalet durumu meydana getirdi; hem de en zengin dönemlerde bile.
Sorunlarla dolu bir yazdan sonra, zor bir kış dönemi geldi. Büyük sayıdaki işsizler ordusu on iki kişilik konvoylar oluşturdu ve sokaklarda ekmek diye inleyerek yürüdüler. 1903 Ocak sayısı için New York Independent Gazetesi’ne yazan Bay Justin McCarty bu durumu şöyle özetliyor:
“Aşevlerinde, sabah akşam kapılarını yemek için aşındıran açlar ordusu için artık yer kalmadı. Yardım kuruluşları ellerindeki kaynakların tamamını, Londra’nın cadde ve sokaklarında, tavan arası ya da bodrumlarda yaşayan fakirlere yardım etmeye çalışırken tükettiler. Selamet Ordusu’nun1 farklı merkezleri, kendilerine yatacak yer ya da yiyecek yemek sağlanamayan işsizler ve açlar tarafından her gece kuşatılıyor.”
Bu konuyla ilgili eleştirilerin oldukça kötümser olduğu söyleniyor. Biraz da hafifleterek şunu söylemeliyim ki ben iyimser olanların dahi en iyimseriyim. Fakat ben insanlığı politik hesaplardan çok kişilerle ölçüyorum. Politik makineler insanları parçalayıp “kırıntılara” ayırırken toplum büyüyor. İnsanlık, mutluluk ve sağlık devam ettikçe Ingilizler için parlak bir gelecek görüyorum. Fakat şu anda iyi hizmetler vermeyen bu politik çarkın devamı halinde, onlar için bir kırıntı yığınından başka bir şey de göremiyorum.
JACK LONDON PIEDMONT, CALIFORNIA
Başrahip ve yöneticiler yalvarırlar:
“Tanrımız ve Efendimiz, suç bizim değil ki,
Biz de tıpkı babalarımız gibi binalar inşa ettik. Eserlerini böyle daim kıl hep,
Asıl ve eşsiz bu topraklarda.
Vazifemiz ağır —aynı tutmak Dünya’yı her daim, Kılıç ve kalkanla.
Ve bıraktığın gibi düzgün tutmak sürülerini, Demirden kamçılarla.
Derken İsa aradı becerikli, eli iş gören birini, Geldi bir adam küçük alınlı, numaracı, süzgün,
Ve ince parmaklı bir kız, kaybetmiş annesini, Belirsiz arzu ve günahlarından bezgin.
Bunlar Onu aldılar tam ortalarına,
Korkup da kirinden, çekerlerken elbiselerini,
‘Siz, buradakiler’ deyiverdi O,
Şekiller yaptınız kullanarak beni.”
JAMES RUSSEL LOWELL
1. BÖLÜM
İNİŞ
“Acılarımızı ve tesellilerimizi taptaze tutarak, İsa bizi bu şehirde seyretti,
Ve döndürdü yüzümüzü cennete Acılarla büyümeyelim diye…”
—THOMAS ASHE
“Fakat bunu yapamazsın, biliyorsun değil mi?” dedi, kendimi Londra’nın Doğu Yakası’na atmak konusunda yardımına başvurduğum bütün arkadaşlarım. İkinci kez düşündükten ve kendilerini kimliği aklından daha iyi olan bu deli adamın yerine koyduktan sonra, “Sana yol göstermesi için bir polisle görüşebilirsin” diye eklediler.
“İyi de ben polisle görüşmek falan istemiyorum” diye itiraz ettim. “Benim istediğim Doğu Yakası’na gitmek, kendi gözlerimle orada olanları görmek. Oradaki insanların nasıl yaşadığını, neden orada yaşadığını ve ne için yaşadıklarını öğrenmek istiyorum. Kısacası, orada kendim yaşamak istiyorum.”
“Orada YAŞAMAK falan istemiyorsun” dedi herkes yüzünde kocaman bir itiraz ifadesiyle. “Neden bir insanın hayatının iki kuruş dahi etmediği yerler vardır ki Dünya’da!”
“Tam benim görmek istediğim yerler” diye kestim sözlerini.
“Fakat yapamazsın, biliyorsun” cevabı ise ısrarla tekrar ediliyordu.
Biraz da onların anlayışsızlığına kızarak “Bu sizi görmeye gelmemdeki asıl neden değil” diye kaba bir cevap verdim. “Burada yabancıyım, bana Doğu Yakası hakkında ne biliyorsanız söyleyin ki bir başlangıç yapmak için benim de elimde bir şeyler olsun.”
“İyi de Doğu Yakası hakkında hiçbir şey bilmiyoruz ki. Orası uzaklarda bir yerlerde.” Daha sonra ellerini Güneş’in nadiren yükseldiğinin görülebileceği bir yöne doğru belli belirsiz salladılar.
“Öyleyse ben de Cook’a gidip soracağım” dedim.
“Evet” dediler biraz rahatlayarak. “Cook mutlaka bilir.”
Yol gösterici ve iz sürücü Bay O. Cook! Dünya’nın her tarafına işaretlerini bırakan ve yolunu kaybetmiş yolculara ilk yol gösteren… O. Thomas Cook ve oğlu, beni hiç tereddüt etmeden ve hemen, kolayca ve çabucak, Afrika’nın en karanlık bölgesine ya da Tibet’in tam ortasına gönderebilirsiniz ama Ludgate’in sirkinden iki adım ötede olan, Londra’nın Doğu Yakası’na gönderemez misiniz?
“Bunu yapamazsınız, biliyorsunuz” dedi Cook’un ucuzluk bölümünde rotalar ve yol masrafları konusunda bir bilgi merkezi haline gelmiş kişi. “Bu çok, yani çok sıra dışı bir şey.”
Ben ısrar edince “Polise bir danış” dedi sertçe. “Biz Doğu Yakası’na yolcu götürmeye alışık değiliz. Hiç kimse bizi oraya gitmek için aramaz ve o yer hakkında doğru dürüst bilgimiz de yok.”
Onun itirazları arasında, karakoldan atılmamak için “Önemli değil” diyerek sözünü kestim. “Benim için yapabileceğiniz bir şey var. En başta benim ne yapmaya niyet ettiğimi anlamanızı istiyorum ki herhangi bir sorun olursa kimliğimi teşhis edebilesiniz.”
“A, anladım! Eğer öldürülürseniz, biz de cesedi tanıyabilelim.”
Bunu öyle neşeli ve soğukkanlı söyledi ki o anda gözümün önüne kaskatı kesilmiş ve parçalanmış cesedimin, soğuk suların aralıksız damladığı bir beton üzerinde serili olduğu geldi ve onu Doğu Yakası’nı görmek İSTEYEN akılsız bir Amerikalının cesedi üzerine yavaşça ve üzgünce eğilirken gördüm.
“Hayır, hayır” diye cevapladım. “Yalnızca birkaç serseri ile başım belaya girerse, beni onlardan ayırabilmeniz için.” Bu son cümlelerimi öyle dehşet içinde söyledim ki ne yalan söyleyeyim o sırada dilimi ısırdım.
“Bu, ana merkezin ilgilenmesi gereken bir konu” dedi.
“Hiç alışılmış bir durum değil bu, biliyorsunuz” diye ekledi özür dilercesine.
Ana merkezdeki adam lafı biraz geveledi. “Müşterilerimiz hakkında bilgi vermemeyi kural edindik” diye açıklama yaptı.
“Ama bu durumda” diye atladım söze, “hakkında bilgi verilmesini isteyen kişi müşterinin ta kendisi.”
Biraz daha lafı geveledi.
Ne diyeceğini önceden kestirerek “Tabii, haklısınız. Bu alışılmamış bir durum” dedim çabucak.
“Tam söylemek üzere olduğum gibi” diye devam etti ısrarla. “Bu alışılmamış bir durum ve sizin için yapabileceğimiz bir şey olduğunu hiç zannetmiyorum.”
Fakat elimde Doğu Yakası’nda yaşayan bir detektifin adresi ile oradan ayrıldım ve doğruca Amerikan Konsolosluğu’na gittim. Ve nihayet burada kendisi ile “iş yapabileceğim” birini buldum. Ortada ne laf geveleme, ne kalkan kaşlar, ne açık açık kuşkulanma, ne de gereksiz bir şaşkınlık vardı. İlk dakikada kendimi ifade ettim ve kayda değer bulduğu projemi anlattım. İkinci dakikada bana yaşımı, boyumu, kilomu sordu ve beni şöyle bir süzdü. Ve üçüncü dakikada el sıkışıp ayrılmak üzere iken bana, “Peki, Jack. Seni aklımda tutacağım ve durumunu takip edeceğim” dedi.
Rahat bir nefes aldım. Gemilerimi yakıp arkada bıraktıktan sonra, kimsenin hakkında bir şey bilmediği insan çölüne kendimi atmak için artık özgürdüm. Fakat hemen akabinde, gri bıyıklı ve hayranlık uyandıracak kadar kibar davranışlı, hiç istifini bozmadan beni saatlerce “şehir” etrafında dolaştıran, taksici kılığına girmiş yeni bir problemle karşılaştım.
“Beni Doğu Yakası’na götür” dedim arabaya binerken.
“Nereye, efendim?” diye sordu açık bir şaşkınlıkla.
“Doğu Yakası’nda herhangi bir yere. Devam et.”
Fayton birkaç dakika amaçsızca ilerledi ve sonunda ne yapacağını bilemeden durdu. Faytonun üstündeki örtü açıktı ve sürücü merakla bana baktı.
“Ben dediydim ki” dedi şoför. “Nere gitmek istersiniz?”
“Doğu Yakası’na” diye tekrar ettim. “Öyle belirli bir yer yok, orada herhangi bir yerde bırak beni.”
“İyi de beyim, tam adres ne ki?”
“Bana bak” diye kükredim. “Beni Doğu Yakası’na götür, derhal!”
Şoförün anlamadığı kesindi ama gene de kafasını geri çekti ve söylene söylene faytonu hareket ettirdi.
Londra’nın hiçbir mahallesinde amansız yoksulluk manzarasından kaçmak mümkün değildir. Beş dakikalık bir yürüyüş bile insanı harabelere götürür; ama şimdi faytonumun girdiği bölge hiç sonu olmayan bir harabeydi. Sokaklar tıknaz, perişan ve sarhoşluktan yerinden kımıldayamayan, yeni ve değişik bir insan ırkıyla dolu idi. Tuğla yığınları ve pislik arasında kilometrelerce dolaştık ve her köşe başında, başka bir harabe ve sefalet manzarasıyla karşılaştık. Geçtiğimiz her yerde sarhoş bir kadın ya da adam sendeleyerek yürüyordu ve ortam ağza alınmayacak lakırdı ve hırgür sesleriyle doluydu. Bir pazaryerinde, yaşlı kadın ve erkekler titrek ellerle çöplerde çürümüş patates, fasulye ve sebze ararken, çocuklar da uçuşan sinekler gibi çürümüş meyvelerin başında öbekleni-yor ve kollarını omuzlarına kadar pis suların içine sokarak çıkardıkları, çürümeye yakın lokmaları hemen yutuyorlardı.
Yol boyunca başka hiçbir fayton ile karşılaşmadım. Bindiğim fayton ise sanki başka bir dünyadan gelen bir görüntü idi ve çocuklar faytonun yanında koşturuyorlardı. Yol boyunca görebildiklerim sadece kiremitten oluşmuş kaskatı duvarlar, incecik kaldırımlar ve çığlıklarla dolu sokaklardı; hayatımda ilk defa beni kalabalık korkusu sarıyordu. Bu deniz korkusu gibi bir şeydi; sokaklar dolusu sefil kalabalık, sanki uçsuz bucaksız, kötü kokan bir denizin dalgaları gibi akıp beni sarıyor ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyordu.
“Stepney, beyim; Stepney İstasyonu” diye seslendi şoför bana doğru.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDoğu Yakası
- Sayfa Sayısı320
- YazarJack London
- ÇevirmenNilüfer Dadandı Güler
- ISBN9789944184816
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAntik Kitap / 2008-7
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kitap Kurtları ~ Emily Henry
Kitap Kurtları
Emily Henry
Küçük bir tatil. İki rakip. Akıllarının ucuna bile gelmeyen bir aşk. Nora Stephens’ın hayatı kitaplardan ibarettir. Zira yaptığı iş de kitaplarla ilgilidir. Daha doğrusu...
- Gerileyiş ve Çöküş ~ Evelyn Waugh
Gerileyiş ve Çöküş
Evelyn Waugh
Oxford’dan “ahlaka aykırı davranışı” nedeniyle atılan Paul Pennyfeather kısa süre içinde kendini Galler’de bir okulda öğretmenlik yaparken bulur. Buradaki meslektaşları kuşkularla dolu Prendy ve...
- Buz Sarayı ~ Tarjei Vesaas
Buz Sarayı
Tarjei Vesaas
“İki dalga geçti içinden: İlki insanı hareketsiz bırakan bir soğuk dalga, ikincisi canlılık veren bir sıcaklık… Tıpkı başımızdan geçen ender olaylarda olduğu gibi.” Hem...