İnancı Gözlemlemek
İnsanlık tarihi doğadan duaya bir yol alış olarak da değerlendirilebilir.
İnsan, “kültür” aracılığı ile bir parçası olmaktan, hâkimi olmaya doğru konum değiştirdiği doğadan kopmasıyla ortaya çıkan boşluğu “dua” ile doldurdu.
Canlı varlık insanın doğaya yabancılaşması ve kendini “canlı-üstü” sayar hâle gelmesiyle koşut biçimde, doğanın yerine konulan doğaüstü varlıklara yakarı, maneviyatın temeli oldu.
Kısaca, doğa gitti dua geldi!..
Elinizdeki kitap, yukarıdaki iddiaları temellendirme yolunda özellikle endüstri devrimi sonrası yapıp etmeleri itibarıyla bir “doğa zararlısı” hâline gelmiş insanın inançla teşrik-i mesaisine günümüz dünyasında bakan, eleştirel ve çözümleyici antropolojik denemelerden oluşuyor.
Ve insanın doğaya yabancılaşmadan çıkma, kendi iyiliği ve geleceği için doğanın kendisine öncelikliliğini sağlama yolunda, Nâzım’ın şu dizelerini her türden ayin ya da merasimin merkezine bir “dua” gibi oturtmayı öneriyor:
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm…
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ Doğadan Duaya İnsanın Yolculuğu / 11
Tapılacak En Kutsal Varlık Doğadır / 17
Halkların İnanç Kardeşliği: Hıdırellez / 23
Noel Baba Ceddimizdir! / 29
Şeytan En Masumumuz / 35
Orta Doğu Maneviyat Rahminin Nadide Meyvesi:
Ezidilik / 41
Orucun Sırrı Nerede Saklı? / 47
Kurbanın Hakikati / 51
Totemi Kesmek Hak mı? / 59
Cami de Cemevi de Cemdendir / 63
Mevlânâ’yı Utandıranlar / 69
Trans ve Kutsal / 77
İçkinin Sarhoşluğu İktidar Sarhoşluğundan Evlâdır / 81
İslam Antropolojisi-Giriş:
Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değil / 87
İslam’da İlk Seçim: Halifelik / 95
“Kuzgun”dan “Barbi”ye: İran’da İslamcılığın Dünü,
Bugünü, Yarını / 101
“Gerçek İslam”ın İstinatgâhı: Yeni Zelanda / 107
Dinbazlık Arttıkça Dindarlık Azaldı / 113
Tesettür “Açılımı” / 119
“Helal Teşhir”de Türkiye Gururu: Modanisa / 123
VIP Müslümanlığı / 129
Kazanç, Kâr, Faiz: Diyanet A.Ş. / 133
Diyanet’in Yanlış Mobil’izasyonu / 137
Ataerkilliği Doğallaştırmanın Diyanet’çesi / 143
Bir Simülasyon Olarak Mevlit / 147
Dinsellik, Sekülerlik ve Bir “Bilimsi” Yanlışlık / 153
Osmanlı’yı Hak Etmeyen “Osmanlıcılar” / 163
Darwin’in Dua ile Başlayıp Doğa ile Biten Yolculuğu / 169
Çağımızın Hâkim İdeolojisi: Kıyametçilik / 177
İnsan, “Eşerr-i Mahlûkat”tır! / 187
SONSÖZ Beyaz Zürafanın Ahı: Korona / 193
Kaynakça / 201
Din ve dua deyince,
bir “iyilik-doğruluk-güzellik” olarak aklıma gelen,
Mübeccel Uğurlu, nam-ı diğer “Tonton” için…
ÖNSÖZ
Doğadan Duaya İnsanın Yolculuğu
İnsanlık tarihi antropolojik motivasyonla bir dizi tanımsal başlığa oturtulabilir. Sözgelimi denilebilir ki insanlık tarihi, mağaradan mağazaya bir yol alıştan ibarettir. Ormanda ağaçların üzerini kendisine korunak kılmış bir maymun türünün, yere inip iki ayağı üzerinde dik durarak ormanlardan çayırlık alanlara yayılmasından sonra “insanlaştığı” aşamada, mağaraları kendisine mesken tutmaya başlamasından, artık hayatının merkezine oturttuğu mağazalarda (AVM’ler) aktif zamanını geçirir olmasına kadar süregelen bir yolculuktur bu. Ya da insanlık tarihi, “Taş ile aşk”tan (alet yapımı) “Toprak ile aşk”a (tarım devrimi) oradan da “Makine ile aşk”a (endüstri devrimi) bir yol alış olarak başlıklandırılabilir. Şempanzelerle kopuştan, peygamberle sarmaşmaya doğru bir seyir olarak da basite indirgenebilir. İngilizce terminolojinin uyak avantajını önceleyerek söyleyecek olursak caveman’den cyberman’e, yani mağara insanından siber insana varış öyküsüdür de denilebilir. Tüm bunların yanı sıra insanlık tarihi, doğadan duaya “kültürel mutasyon”la gerçekleşen bir yörünge değişimi olarak da tartışmaya açılabilir. Bir başka deyişle insan, kültür dolayımı ile bir parçası olmaktan, hâkimi olmaya doğru konum değiştirdiği doğadan bu biçimde kopma sonucu ortaya çıkan boşluğu “dua” ile doldurmuştur iddiası dillendirilebilir.
Bu iddiayı “kültür” üzerine bir şeyler söylemeden daha ileri noktalara taşımamız mümkün değil; o yüzden şimdi bunu yapalım!.. Kültür insanın ikinci doğasıdır. Ama aynı zamanda kültür, insanın birincil doğasıdır. Dikkat edilsin! “Birinci” demiyorum, “birincil” diyorum. İnsanın birinci doğası, biyolojiktir. İnsan, bir canlı varlık, bir memeli hayvan. Bu bağlamda o, biyolojik doğanın bir parçası ve tüm canlılar gibi bir biyolojik varlık alanına sahip. Bununla birlikte bu canlı, varoluşunun belli bir aşamasında artık doğanın kendisine sunduklarıyla sınırlı bir hayatın ötesine geçerek, yaşamak için kendi yapıp-etmelerine bağlı (“canlıüstü”) bir varlık hâline geliyor ki, işte bu da “kültür”; en standart değerlendirmeyle, bir primat türünün “alet-yapan varlık” hâline gelmesiyle ortaya çıkan doğa (biyoloji) dışı bir yetkinlik.
Paleoantropoloji ve prehistorik arkeoloji alanlarından gelen bulgular, insanın “alet-yapan hayvan”, diğer deyişle “kültürlü” varlık hâline gelmesinin günümüzden yaklaşık iki milyon yıl öncesinde gerçekleştiğini gösteriyor. Bu, günümüz insanı Homo sapiens’ten farklı türde bir insan ve adı da Homo Habilis. Habilis, “yetenekli” demek. Alet yapabilme kabiliyeti dolayısıyla böyle adlandırılmış.
Doğu Afrika’da Kenya, Tanzanya, Etiyopya üçgeni içerisinde (şimdi dünyanın en yoksul, insanların en perişan yaşadığı bölgesinde) bol miktarda yapıp kullandığı taş aletleriyle birlikte, onun çok sayıda fosil buluntusu tespit edildi… İlk “insan” nitelemesi uygun bulunan varlık bu ve böyle nitelenme nedeni, doğanın kendisine sağladığı imkânların ötesine geçerek çevresinde bulduğu doğal malzemelerden belli amaçlara yönelik yeni malzemeler, alet ya da araç-gereçler yapabilmesi. Yani, kültürel yaratıcılık yeteneği. İnsanın bu şekilde kültür sayesinde doğal koşullar karşısında hayatta kalan bir tür hâline gelmesi sonrasında, bu olağandışı yetkinlik eşliğinde onun doğa ile olan ilişkisinde kendisinden yana bir asimetri (eşitsizlik) ortaya çıkmaya başladı. İnsanın yaşamı doğal olmaktan çıktı, kültürel hâle geldi. İşte bu bağlamda kültür, insanın ikinci doğası ama yine yukarıda verdiğimiz örneklerin çarpıcı biçimde düşündüreceği üzere aynı zamanda da “birincil”leşmiş (asli) doğası. Artık biyolojik anlamda doğal bir yaşam, insan için söz konusu değil.
Tersine, biyolojik doğa, insanın alabildiğine yabancılaştığı bir varlık alanı. Çünkü hayatımızı sürdürürken o biyolojik doğanın varlığını, etkisini, sınırlayıcılığını ne hissetmekte ne de üzerine düşünmekteyiz. Bunu kültüre borçluyuz. Kutuplardan çöllere, dağlık, ormanlık, tropikal alanlara, hatta denizlerin altından uzayın karanlık derinliklerine kadar her yerde yaşamı olanaklı kılabilmemizi kültüre borçluyuz. Bu şekilde yabanıl doğa karşısında her koşulda insanın hayatta kalmasını mümkün kılan kültür, başlangıçtan bugüne giderek doğanın kendi iç uyum ve dengesini bozacak düzeye de geldi ama… Yani kültür, insanın doğaya uyumunu sağlayan (adaptive) bir yetkinlik olmanın ötesine geçerek, son tahlilde insanın da içinde ve ona bağımlı olduğu doğanın uyum ve dengesini bozan (maladaptive) bir mahiyet kazandı. Bu bakımdan bugün kültürü sayesinde dünyanın her yerinde yaşayabilir hâle gelen insandan, yine kültürü sayesinde dünyanın her yerini, başta diğer varlıklar, giderek de kendisi açısından yaşanmaz hâle getiren insana vardığımız söylenebilir. Dolayısıyla biraz yukarıda kaydettiğimiz, hayatımızı sürdürürken varlığını, etkisini, sınırlayıcılığını ne hissettiğimizi ne de düşündüğümüzü söylediğimiz “biyolojik doğa”nın varlığını da, can çekişmesini de artık hissetmekte ve bunun üzerine kara kara düşünmekteyiz!..
Hâlihazırda ucu küresel iklim krizine, daha doğrusu kıyametine kadar varmış bu insani-kültürel tahribat tartışmasının bu kitap bünyesinde ve an itibarıyla bizi ilgilendiren boyutu, en kestirmeden “insanın bilinmeyenle ilişki kurma çabası” demek olan dinsellik ve tinselliğe (maneviyata) ilişkin… Öncelikle belirtmek gerekir ki insanın, kültür üzerinden bir kopuş yaşadığı doğa ile bu yeni (kültürel) yaşam koşulu içerisinde dahi tekrar bağ kurma çabasının / girişiminin karşılığı sayılabilecek maneviyat pratikleri ve inanç örüntüleri dünden bugüne kendini gösterir. Kitabımızın bu önsözü izleyen ilk yazısında mevzubahis edilecek olan Kongo, Ituri Yağmur Ormanları’nda yaşam sürmüş Mbuti’lerin (dünyanın en kısa boylu insanları) “orman inancı” buna bir örnek. İnsan ile doğanın tek vücut oldukları düşüncesinin dışavurumu olarak, özellikle antropolog Claude Lévi-Strauss’tan hareketle kaydedilebilecek totemizm bir diğer örnektir.
Keza Şamanizm de, paganizm de, paganizmin bir türevi olan Wicca inancı yahut o çok yaygın tabirle “Cadılık” da aynı doğrultuda, doğadan “kültür”le kopan insanı yeniden doğayla buluşma, bütünleşme ve uyum içine sokmaya dönük inanç seçenekleri olarak değerlendirilebilirler. Bunlar, insanın doğadan ayrışmasının henüz çok radikal olmadığı avcı-toplayıcı kültürel evre ya da küçük ölçekli tarımsal faaliyet (çapa tarımı) ile koşut ve örtüşük pratikler olarak şekillenirler. Diğer taraftan, büyük ölçekli tarımsal faaliyet (saban tarımı) yaygınlaşıp doğayla ilişki çok daha radikal ve asimetrik (eşitsiz) şekilde ayrıştıkça insanın artık hâkimi olduğu doğaya da hükmeden antropomorfik (insanbiçimli) yaratıcı tasarımların (tanrılartanrıçalar) önünün alabildiğine açıldığını söyleyebiliyoruz. Sürecin seyri, topraktan fışkıran bereket ve üretimle, dişiliğin doğurganlık ve üretkenliğini buluşturan bereket tanrıçaları (Toprak Ana) tasarımından, mülkiyetin ve ataerkilliğin belirmesiyle birlikte yerin göğün hâkimi ve göklerde yerleşik eril tanrı (Tanrı Baba) motiflerine doğrudur.
Bu tarihsel seyre bakıldığında ileri sürülebilir ki, doğalbiyolojik varlık insanın, doğadan kökten kopuşuyla ortaya çıkan boşluk, tanrılar-tanrıçalarla doldurulmuş gibidir. Canlı varlık insanın doğaya yabancılaşması, doğanın yerine konulan doğaüstü varlıklara yakarı, yani “dua” ile aşılır olmuştur. Demek ki doğa gittikçe dua gelmiştir!.. İşte başta değindiğimiz üzere, kültür dolayımı ile “insanlık katarı”nın tarihin raylarında doğadan duaya “makas değiştirmesi” savını böyle tartışmaya açmak mümkün olabilir. Elinizdeki çalışma, yukarıda aktarılan görüşler doğrultusunda, özellikle endüstri devrimi sonrası kültürel kapasite (yapıp etmeleri) itibarıyla bir “doğa-zararlısı” hâline gelmiş insanın inançla teşrik-i mesaisine günümüz dünyası özelinde bakan, kritik-analitik çerçevede üretilmiş denemelerden oluşuyor. Onları yakın zamanda Türkiye ve dünyada kendini gösteren güncel politik, aktüel, popüler, magazinsel olaylarla da bağlantılı olarak çeşitli mecralarda toplumun ilgisine sundum. Şimdi Oğlak Yayınları’nın destek ve katkısıyla bir kitap formunda organik bir bütünlüğe kavuşturmuş bulunuyorum.
Türkiye’de 2002 yılından itibaren ülkeyi yöneten, toplumun gidişatına yön vermek isteyen, buna bağlı olarak insanların gündelik yaşam akışına belirleyici etkide bulunmaya çalışan ve siyaseten İslam’a referansla yol aldığı hemen herkesçe malum bir iktidar var. Dünyada ise küresel tekno-ekonomipolitik işleyişin (postmodern tüketim kapitalizmi), nüfusu artık sekiz milyara dayanmış insanlığı maddi-manevi, fizikselruhsal, zihinsel-duygusal bakımlardan alabildiğine zorladığı bir hayat akışı var. Bu, inanç-temelli olarak “çare” mahiyetinde, “kaçış” mahiyetinde, “tepki” mahiyetinde, “sapma” mahiyetinde, “çığlık” mahiyetinde ve “dehşet” mahiyetinde hem siyasal-ideolojik hem de kültürel-kimliksel pek çok hareketliliği yeryüzünün her köşesinde öne çıkarmış durumda. Böylesi, âdeta “yangın yeri”ne dönmüş bir yeryüzü ortamında dine ilişkin yapılacak değerlendirmelerin, artık bir canlı varlık olarak “hayvani tevazu”dan alabildiğine uzaklaşmış insan türüne bu “hayati” tevazunun önemini yeniden hatırlatmaya dönük bir perspektiften uzak olmaması gerektiği kanaatindeyim. İzleyen sayfalardaki yazılar, doğrudan ya da dolaylı, açık ya da örtük, az ya da çok, böylesi bir “antropolojik” kanaat temelinde şekillenmiş bulunmaktalar. Bu kitap, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hâli dünyanın hâli gibi olan ama elbette kendi özgül tarihsel, toplumsal, kültürel karakteristikleriyle de hâllice olan Türkiye’de dinin, devletten topluma, politikadan popüler kültüre, meydanlardan medyaya, camilerden cemevlerine, dağ tepelerinden moda defilelerine ve daha nice kesite açılan yelpazede belirimlerini, denilebilir ki “kaleydoskopik” çerçevede sergilemeye dönük bir seçki olarak karşınızda. Önerisi, daha doğrusu hayali ise, insanın biyolojik doğasına yabancılaşmadan çıkma ve kendi iyiliği, geleceği için “kültürel doğa”sını elbette yok ya da hiçe saymayarak, bile isteye ikincilleştirme yolunda, Nazım’ın şu dizelerini her türden ibadet ya da ayinin merkezine “liturji” gibi oturtmaktan ibaret:
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme İnceleme/Araştırma
- Kitap AdıDoğadan Duaya
- Sayfa Sayısı208
- YazarTayfun Atay
- ISBN9789753298179
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviOğlak Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kelimeler ve Kader ~ Esra Yalazan
Kelimeler ve Kader
Esra Yalazan
Esra Yalazan, kahramanlarının kaderini yazan, ama kendi kaderini tayin edemeyen yazarların hikâyelerinde dolaşırken, bu serüvene sadece kendi sesini, hayallerini, hatıralarını mı ekliyor? Yoksa hükümranı...
- İnce Hayat ~ Mümine Yıldız
İnce Hayat
Mümine Yıldız
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim.” Kutsî Hadis Bu kitap, sonsuz huzurlu bir yuvadan dünyaya düşen bir seyyahın serüvenidir. Yuvaya dönüşün izini süren...
- İlmihal yahut Arzuhal ~ Mustafa Kutlu
İlmihal yahut Arzuhal
Mustafa Kutlu
“Aydınlığa ve vuzuha açılan bir kapı, sonsuzluğa doğru uzanan bir yol, hakikat ve merhamet deryasına doğru akan bir nehir, göğe yükselen bir miraç… Mustafa...