Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Disk Dünya 40: Buhar Kaldırmak
Disk Dünya 40: Buhar Kaldırmak

Disk Dünya 40: Buhar Kaldırmak

Terry Pratchett

Geleceğin rotasını çizen “demir yollar”… Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen kırkıncı kitabı Buhar Kaldırmak, Disk’i…

Geleceğin rotasını çizen “demir yollar”…

Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen kırkıncı kitabı Buhar Kaldırmak, Disk’i baştan başa kateden destansı bir roman!

Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan kırk bir kitaplık külliyatın “Yeniliğin karşısında hiçbir şey durmaz!” diyen bu en devrimci macerası, “Sanayi Devrimi” alt serisinin de altıncı ve son halkası.

Pratchett, geleceğe sahip çıkanlarla geçmişe takılıp kalanları Ankh-Morpork’un demir yollarında çarpıştırdığı romanında, değişime kapalı toplumların ve fikirlerini teröre bulaşmadan aktaramayanların her daim kaybetmeye mahkûm olduğunu hatırlatıyor.

Ortada bir hayal varsa, gerçeğe çok daha yakın olursun.

Asrın icadı “buharlı lokomotif” sayesinde artık uzaklar her zamankinden çok daha yakın! Ta Sto Ovaları’ından yola çıkan demir atlar, çuf çuf koşuyor…

Bilenler bilir, Ankh-Morporklular değişimden hoşlanmadıklarını iddia ederler ama karşılarına çıkan her yeni eğlenceye, her yeni oyuna da takıntı ölçüsünde ilgi duyarlar. Fakat bu seferki değişim epey büyük. Ezber bozan cinsten! Öyle ki bu kozmopolit, kadim şehre yepyeni, devasa bir araç geliyor, herkesi şaşırtarak… Görenleri mest eden; gürültülü kazanını çufçuflatarak şişiren, demir ve çelikten bir şaheser: Demir Yol!

“Şimdi eski olan her şey bir zamanlar yeniydi,” dedi Nemly, “ama sonra hepsi de hayatın bir parçasına dönüştü. İnan bana, demir yol konusunda da aynı şey olacak…”

Emektar dostumuz Nemly von Lipwig yine haklı çıkacak. Tarih bildiğini okuyacak! Ama illa ki birileri bu duruma ayak diretecek. Neyse ki yeniliklere düşmanların, katı muhafazakârların ve “dediğim dedik” örümcek kafalıların karşısında bu kez tüm dünya, hatta tüm ırklar yekvücut olacak. Zira tarih, bir kez daha, yazılmak için can atacak…

Diskdünya okurlarını, Sanayi Devrimi’nin yarattığı köklü değişimin kaçınılmaz sonuçları üstüne düşünmeye iten Buhar Kaldırmak, modern dünyanın inşasında imzası olan yenilikçi ruhların anısına mum yakıyor.

*

Hiçliği anlamak zordur ama çokluevren onunla doludur. Hiçlik her yerdedir, her zaman bir şeylerin önünden gider ve muazzam bilinmezlik bulutunun içinde bir şeylere dönüşmeyi âdeta özler; kalıplarını kırmayı, hareket etmeyi, hissetmeyi, değişmeyi, dans etmeyi, deneyimlemeyi… Kısacası, bir şey olmayı.

Şimdi, tam da şu anda, esîrde süzülürken bir şans bulmuştu nihayet. Hiçlik bu “bir şey”den elbette haberdardı ama bu “bir şey”, farklıydı. Böylece, hiçlik, sessizce bir şeye dönüşmeye başladı, aklında envaiçeşit şeyle alçaldı, alçaldı ve bir kaplumbağanın sırtına kondu. Çok büyük bir kaplumbağaydı ve hiçliğin bir şey olma çabasını hızlandırdı. İlkeldi de. En iyisi buydu hatta. Ve aniden, ilkel, yakalandı! Yem işe yaramıştı.

Muhtelif pisliklerle dolu yatağında kayıp giden Ankh Nehri’ni gören herkes, Ankh-Morpork halkının, su ürünlerini neden Quirmli balıkçı filolarından sağladığını anlar. Ankh-Morpork balık satıcıları, vatandaşların korkunç mide hastalıklarına yakalanmamaları için şehirden çok ama çok uzakta yakalanmış ürünler getirtmeye özen gösterirler.

En kaliteli deniz ürünlerini satan Bowden Jeffries de bunlardan biriydi. Tabii, Quirm’in balıkçı rıhtımları ile Ankh-Morpork’taki müşteriler arasında üç yüz kilometre mesafe vardı ve bu yol kışın da, güzün de, ilkbaharda da can sıkıcı ölçüde uzun geliyordu. Yazın hele resmen işkenceydi, çünkü Quirm ile “Büyük Şehir” arasındaki anayol uzun ince bir fırına dönüşüyordu. Aşırı ısınmış bir ton ahtapotla uğraştıktan sonra bu hissi bir daha asla unutmazdınız; koku günlerce geçmezdi, sizi her yerde takip ederdi, yatak odanıza bile girerdi. Kokuyu giysilerinizden asla çıkaramazdınız.

Halk zaten talepkârdı ama Ankh-Morpork’un özellikle seçkinleri –aslında diğer herkes de– mevsimin en sıcak günlerinde dahi balıksız yapamazdı. Kendi elcağızlarıyla yaptığı buzhaneye –ve hatta yarı yolda kurduğu ikinci buzhaneye– rağmen ağlayası geliyordu

Bowden’ın; gerçekten ağlayası geliyordu. Bunu bostancı kuzeni Relief Jeffries’e söylediğinde Relief birasına baktı ve “Herkes için aynı,” dedi. “Kimse küçük girişimciye yardım etmek istemiyor ki. Çileklerin o sıcakta ne kadar çabuk küçük yumuşak topçuklara dönüştüğünü hayal edebiliyor musun? Eh, ben sana söyleyeyim: ânında. Göz açıp kapayana dek bozuluyorlar, hem de herkesin çilek istediği zamanda. Sonra bir de terecilere sor, tereleri iki günlük ceset kadar ölü olmadan şehre getirebilmek ne kadar zor… Hükümete dilekçe falan yazmamız lazım.”

“Hayır,” dedi kuzeni. “Artık canıma yetti. Bence gazetelere yazalım! İşi anca böyle hallederiz. Herkes meyve, sebze ve deniz ürünlerinden şikâyet ediyor. Vetinari küçük girişimcilerin hâl ve vaziyetini anlamalı artık. Ne de olsa, neden arada bir vergi ödüyoruz?”

Dick Simnel’in babası, Dick daha on yaşındayken, Koyunsırtı’ndaki aile demirhanesinde, fırın parçaları ve uçan metaller arasında pembe bir buhar bulutu hâlinde yok oluvermişti. O korkunç, kavurucu ıslaklık içinde izi bile bulunamamıştı adamın ama küçük Dick Simnel o gün, kaynayan buharların arasında babasından her ne kalmışsa, ona yemin etmişti: O buharları kölesi yapacaktı.

Annesinin başka fikirleri vardı gerçi. Kadın ebeydi ve komşularına da dediği gibi, “Her yerde bebek doğardı, asla müşterisiz kalmazdı.” Bu yüzden Elsie Simnel, oğlunun dileklerine kulak asmamış, onu “o lanetli yerden” alıp uzaklara götürmeye karar vermişti. Sonra da pılısını pırtısını toplamış, Sto Lat yakınlarındaki köyüne dönmüştü. En azından orada insanlar pembe bulutların içinde yok olmuyordu.

Köye varmalarından kısa süre sonra oğlanın başına önemli bir şey gelmişti. Bir gün, annesinin zor bir doğumdan dönmesini beklerken Dick ilginç görünen bir binaya girmişti ve bina bir kütüphane çıkmıştı. Dick, kütüphanelerde sırf “hayalci” şeyler olduğunu zannederdi önceden: krallar, şairler, âşıklar, savaşlar hakkında kitaplar… Ama gizemli bir kitapta, matematik denen bir şey ve bir sayılar dünyası buldu.

Sonuç olarak, on sene sonra bir gün, tüm cesaretini toplayıp “Anne,” dedi, “hani geçen sene bizim arkadaşlarla Überwald dağlarında doğa yürüyüşü yaptık demiştim ya? Eh, bu… yani… yalandı. Ama çok küçük bir yalandı.” Dick kızardı. “Ben, ee… babamın eski barakasının anahtarlarını bulmuştum ve, şey… Koyunsırtı’na gidip bazı deneyler yaptım ve…” Endişeyle annesine baktı. “Babamın hatasını buldum sanırım.”

Dick annesinin şiddetle karşı çıkmasını beklemişti ama gözyaşlarına hazır değildi. Hem de ne gözyaşları… Ve onu teselli etmeye çalışırken ekledi: “Sen ve Flavius dayım anne, eğitim aldırdınız bana. Sayıları öğrenmemi sağladınız, ki buna aritmetik ve Ephebeli filozofların uydurduğu tuhaf tuhaf şeyler de dâhil.

Orada develer bile toynaklarını kullanarak logaritma yapıyormuş. Babam bütün bunları bilmiyordu. Fikirleri doğruydu ama teknolojisi yanlıştı.”

Bu noktada Dick annesinin konuşmasına izin verdi ve annesi, “Dur desem durmazsın ki oğlum,” dedi. “Hık demiş babanın burnundan düşmüşsün, keçi kadar inatçısın… Ahırda yapıp durduğun şey bu muydu? Tek-ol-o-ci?” Suçlarcasına oğluna baktı ve sonra içini çekti. “Anladım ki sana ne yapıp ne yapamayacağını söyleyemem. Ama söyle bana: Bu senin logar-it-ma, zavallı yaşlı babanın uçup gittiği gibi gitmeni engelleyecek mi?” Yine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Dick, minyatür sihirbazlar için yapılmış gibi görünen ve küçük bir asaya benzeyen şeyi çıkardı ceketinden. “Bu beni koruyacak anne!” dedi. “Sürgülü cetvel kullanmayı biliyorum ben! Sinüse ne yapacağını söyleyebiliyorum, kosinüse ne yapacağını söyleyebiliyorum. Hatta ikinci dereceden denklemlerin tanjantını hesaplayabiliyorum! Hadi ama anne! Endişelenmeyi bırak ve benimle ahıra gel. Kız gibi oldu! Görmen lazım!”

Bayan Simnel, oğlunun kazayla kendine bir kız bulmuş olması için dua ede ede, gönülsüzce de olsa o büyük, açık ahıra yollandı peşinden. Dick ahırı Koyunsırtı’ndaki atölye gibi donatmıştı. Girdiklerinde Bayan Simnel, zeminin büyük kısmını kaplayan kocaman, metal halkaya çaresizce baktı. Metalin üzerinde, yine metalik bir şey, kafese kapatılmış sincap gibi fır dönüyordu ve kâfuruyu andıran bir koku yayıyordu.

“İşte bu, anne. Gerçekten de kız gibi, değil mi?” dedi Dick mutlulukla. “Adı, Demir At.”

“İyi ama bu… ne ki oğlum?”

Dick geniş geniş sırıttı. “Pro-to-tip dedikleri şey anne. Mühendis olacaksan, önce pro-to-tip yapman lazım.”

Annesi solgun solgun gülümsedi ama Dick’i durdurmak imkânsızdı. Sözcükler ağzından çağlarcasına dökülüyordu:

“Şöyle yani anne, herhangi bir şeye girişmeden önce ne yapmak istediğine dair fikrin olmalı. Kütüphanede bulduğum kitaplardan biri mimarlık hakkındaydı ve o kitapta, kitabı yazan adam, büyük bir ev yapmadan önce çok küçük modeller yaparmış, böylece nasıl olacağını görürmüş. ‘Önemsiz şeylere emek harcıyormuş gibi görünebilirsin ama ağır ağır ve titizlikle çalışman lazım,’ diyordu. Bu yüzden ben de onu ağır ağır sınıyorum işte. Nelerin çalışıp nelerin çalışmadığına bakıyorum. Aslına bakarsan kendimle gurur duyuyorum; hayli iyi oldu. Başta rayları tahtadan yapmıştım ama sonra makinenin çok ağır olacağını tahmin ederek tahta rayları kesip odun olarak kullandım ve tekrar demirhaneye döndüm.”

Bayan Simnel ahır zemininde, halkanın üzerinde dolanıp duran küçük mekanizmaya baktı ve gerçekten anlamaya çalışan birinin sesiyle, “Ee, oğlum… ne yapıyor bu peki?” dedi.

“Eh, babam bir seferinde, kaynayan bir tencereyi seyrederken, buharın basıncıyla kapağının tıngır tıngır oynadığını fark etmiş. Demişti bana. Hatta bir gün birilerinin, tencere kapağından daha fazlasını kaldırabilecek çok daha büyük bir kazan yapacağını söylemişti. İşte ben, doğru düzgün bir kazan yapmanın yolunu bulduğumu düşünüyorum anne.”

“Peki o kazan ne işe yarayacak oğlum?” dedi annesi sertçe.

Ve oğlu, “Her işe anne,” dedi. “Her işe.”

Gözleri nasıl da parlıyordu…

Sonra Bayan Simnel, hâlâ hafif bir anlayamama pusu içinde, oğlunun büyük ve epey kirli bir kâğıdı açmasını izledi.

“Buna tasarım deniyor anne. Bir tasarımın olması lazım. Her şeyin birbirine nasıl uyduğunu gösteriyor.”

“Bu da potorotipin parçası mı?”

Delikanlı, annesinin sevgi dolu yüzüne baktı ve biraz daha açıklaması gerektiğini fark etti. Kadının elini tuttu. “Anne,” dedi, “bunlar senin için yalnızca çizgiler ve halkalar, biliyorum, ama çizgileri ve halkaları öğrendiğin zaman bunun bir makine resmi olduğunu da anlıyorsun.”

Bayan Simnel oğlunun elini sıktı. “Bununla ne yapacağını düşünüyorsun peki?”

Genç Simnel sırıttı. “Değişmesi gereken şeyleri değiştireceğim anne,” dedi mutlulukla.

Bayan Simnel oğluna bir süre merakla baktı, baktı, biraz daha baktı ve sonra, istemeye istemeye de olsa bir sonuca varmış gibi göründü. “Sen benimle gelsene biraz,” dedi.

Oğlunu eve geri götürdü ve tavan arası merdivenini tırmandılar. Bayan Simnel tozla kaplanmış, sağlam görünüşlü bir denizci sandığı gösterdi oğluna.

“Bunu bana, ihtiyaç duyduğunu düşündüğümde sana vermem için deden vermişti. Al, anahtarı burada.”

Dick anahtarı elinden kapmayınca ve sandığı açmadan önce dikkatle inceleyince kadın memnun oldu.

Delikanlı kapağı kaldırdığında ise hava aniden altınların ışıltısıyla doldu.

“Deden birazcık korsan adamdı ama sonra dine döndü, biraz korkuya kapıldı ve ölüm döşeğinde bana son sözleri şunlar oldu: ‘O genç delikanlı bir gün bir şeyler yapacak, aha da buraya yazıyorum Elsie, kızım. Ama ne olacağını biliyorsam ne olayım.’”

Bu yöre demirhaneleriyle ünlüydü, kasaba ahalisi her gün muhtelif demirhanelerden gelen patırtı ve tangırtılara alışıktı. Ama genç Simnel, kendi demirhanesini kurmuş olsa da, demircilik yapmamaya karar vermiş gibiydi; muhtemelen baba Simnel’in bu dünyadan aniden, korkunç şekilde ayrılması yüzünden. Yerel demirciler, genç Bay Simnel’in titizlikle çizdiği gizemli şeyleri üretmeye alıştı kısa zamanda. Delikanlı ne yaptığını onlara asla söylemiyordu ama bol bol para ödediğinden demirciler de aldırmıyordu.

Dick’e kalan miras duyuldu elbette –altın, kendini duyurmayı her zaman başarır– ve bazı kafalar kaşındı. Kasabanın en yaşlı kişisi, meyhanenin önünde otururken, “Eh, tanrılar belamı versin!” dedi. “Oğlana bir ton altın miras kaldı ve o da onu bir ton eski demire çevirmeyi başardı!”

Sonra adam kahkahalar attı, diğer herkes de öyle ama yine de hepsi, harabeye dönmüş eski ahırın her zaman çift kilitle kilitlenen kapısından girip çıkan genç Dick Simnel’i izlemeye devam etti. Simnel, bir şeyler yapıp taşımasına yardım edecek iki de çırak buldu kasabadan. Zamanla ahıra bazı barakalar eklendi. Daha fazla çırak alındı, çekiç sesleri gece gündüz kesilmedi ve böyle böyle, kaçınılmaz biçimde, “yerel bilinç” denebilecek şeye küçük bilgi kırıntıları aktı:

Anlaşılan o ki, delikanlı bir tür… pompa yapmıştı; suyu çok yükseklere pompalayabilen ilginç bir pompa. Ama sonra her şeyi fırlatıp atmış ve “Demirden çok çeliğe ihtiyacımız var!” gibi bir şey söylemişti.

Genç Simnel’in, kendi deyişiyle “harika bir girişim” üzerinde çalışırken masalara koca koca kâğıt ruloları serdiği söyleniyordu. İtiraf etmek lazımdı, arada bir patlamalar da oluyordu. Sonra “Sığınak” denen bir şey yaptıklarını duydular: Ufak tefek, ee, olaylar yaşandığında, onun içine dalıyordu anlaşılan. Sonra bir de yeni –ve bir şekilde sevimli gelen– ritmik “çuflama” sesleri vardı. Gerçekten de çok hoş bir sesti, neredeyse büyüleyiciydi ki bu tuhaftı; çünkü sesi çıkaran mekanik yaratığın, bekleyebileceğinizden çok daha canlıymış gibi hissedilmesine sebep oluyordu.

Kasabalılar, genç Simnel’in –ya da artık bazılarının deyişiyle “Deli Demir” Simnel’in– yanında çalışan başlıca iki işçinin de değişmiş gibi göründüğünü fark etti: Daha yetişkindiler, kendilerinin daha fazla farkındaydılar, genç erkekler olmuşlardı, kapıların ardındaki gizemli şeyin müridi hâline gelmişlerdi. Meyhanede de onları ne birayla ne de kadın vaadiyle kandırabilmişlerdi, ahırda sakladıkları kıymetli sırları vermeye bir türlü ikna edememişlerdi.* Gençler artık kor-kızıl ocağın efendilerine yakışır şekilde davranıyordu.

Sonra, elbette, güneşli günlerde genç Simnel ve işçileri ahırın yanındaki çayıra uzun hendekler kazıyorlardı ve bunları metalle dolduruyorlardı. Demirhane ocağı gece gündüz parlıyordu, herkes başlarını iki yana sallıyor, “Delilik bu!” diyordu.

Bu döngü sonsuza dek devam etti sanki; ta ki sonsuzluk gerçekten gelene ve patırtılar, tangırtılar ve döküm işi bitene kadar. Sonunda, Bay Simnel’in yardımcıları büyük ahırın kapılarını açtılar ve dünyayı dumanla doldurdular.

Sto Lat’ın bu yöresi pek olaysız bir yerdi; salt kapıların açılması bile herkesin koşa koşa gelmesine yetti yani. Çoğu kişi tam zamanında geldi ve bir şeyin, buharlar saçarak, nefes nefese yaklaştığını gördü. Nesnenin hızla dönen tekerleri vardı, pus ve dumanların içinde tekinsizce salınarak bir görünüp bir kaybolan çubukları vardı. Dick Simnel, dumanın ve ateşin kralı gibi, odaklanma çabasıyla çarpılmış bir yüzle, bütün bunların üzerine kurulmuştu. Bu şeyin bir insanın kontrolünde görünmesi biraz olsun teskin ediciydi. (Gerçi biraz daha derin düşünebilen seyirciler, Ee ne olmuş? Kaşıklar da öyle, diye ekleyebilirdi ve buharlar saçan, oynayan, fırıl fırıl dönen, çubukları yükselip alçalan makine ahırdan tamamen çıkıp çayıra döşenmiş raylarda ileri atıldığında, kaçmaya da hazırlanabilirdi.)

Ve gerçekten de izleyiciler –çoğu şimdi aynı zamanda koşucuydu ve bazı örneklerde izdihamcıydı– yakınarak kaçtılar. Her yaştan oğlan çocukları hariç. Onlar, fal taşı gibi açılmış gözlerle makineyi izlemeye devam ediyordu ve bir gün kendilerinin de bu pis kokulu korkunç makinenin kaptanı olacağına yemin ediyordu; ah, kesinlikle! Buharlar prensi! Kıvılcımların efendisi! Şimşeklerin arabacısı!

Ve sonunda, dışarıda özgürlüğüne kavuşan dumanlar, büyük amaçlılıkla barakadan uzağa, dünyadaki en büyük şehre doğru süzüldü. Dumanlar başta yavaştılar ama gittikçe hızlandılar.

O günün ilerleyen saatlerinde, çayırdaki kısa demir yolda pek çok muzaffer tur attıktan sonra Simnel, yardımcılarıyla birlikte oturdu.

“Wally, Dave… param azaldı çocuklar,” dedi. “Annelerinize söyleyin de eşyalarınızı toplasınlar, bize ekmek arası bir şeyler hazırlasınlar ve atları çıkarsınlar. Demir At’ı Ankh-Morpork’a götürüyoruz. Orası her şeyin olduğu yermiş, öyle duydum.”

Ankh-Morpork’un Ataerki ve biricik despotu Lord Vetinari, Überwald Valisi Leydi Margolotta’yla zaman zaman görüşüyordu elbette. Neden görüşmeyecekti ki? Ne de olsa zaman zaman, Koom Vadisi yakınlarındaki Trollerin Elmas Kralı’yla ya da Überwald’in altındaki mağaralarında Cücelerin Alçak Kralı Rhys Rhysoğlu’yla da görüşüyordu. Herkesin bildiği gibi, siyaset buydu.

Ah, siyaset… Dünyanın savaşa boğulmasını engelleyen gizli tutkal… Geçmişte çok savaş yaşanmıştı, hem de çok fazla; ama her öğrencinin bildiği gibi –ya da en azından, öğrencilerin cips paketlerindeki yazılardan daha zor herhangi bir şeyi okuyabildiği günlerde her öğrencinin bildiği gibi– fazla da uzun olmayan bir süre önce gerçekten korkunç bir savaşın eşiğinden dönülmüştü: muhtemel bir Koom Vadisi Savaşı’nın. Fakat sonra cüceler ve troller, tam olarak barış denemese de, bir umut, barışın yolunu açabilecek karşılıklı bir anlayış tesis etmişti. Eller sıkılmıştı, önemli eller; hararetle sıkılmıştı hem de ve sonuç olarak, düşünce kadar müphem bir umut vardı.

Gerçekten de, diye düşündü Lord Vetinari, arabası ünlü Koom Vadisi’ni takip eden gül pembe atmosferde Überwald yolunda takırdayarak yol alırken, goblinler bile sonunda zeki varlıklar olarak tanındı, birader olmasa bile en azından “kayınbirader” muamelesi görecek varlıklar olarak… Uzaktan bakıldığında dünyaya “barış” geldiği dahi düşünülebilir: yani eninde sonunda her zaman savaşla sona eren bir durum.

Arabanın tekerleri yoldaki korkunç tümseklerden birine daha denk geldiğinde irkildi. Koltuklara fazladan döşeme de doldurtmuştu ama insanın mabadına bir türlü rahat vermeyen onca çukur ve tümsekle, Überwald yolculuğunu işkence olmaktan hiçbir şey çıkaramazdı. Çok da yavaş ilerliyorlardı. Neyse ki yol boyunca, klak kulelerinde mola verdiklerinde sekreteri Drumknott günlük kare bulmacaları alabiliyordu. Kare bulmaca çözmeden Vetinari’nin günü geçmezdi.

Dışarıdan bir gümleme daha geldi.

“Aman tanrılar! Yoldaki her çukura girmek zorunda mıyız Drumknott?”

“Çukur değil de… Çok özür dilerim efendim ama öyle görünüyor ki hanımefendi şimdi bile Wilinus Geçidi’ndeki haydutları kontrol altına alamamış. Sık sık itlaf ettirtiyor onları ama işte… Fakat gerçekten, en az tehlikeli rota buydu.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıDisk Dünya 40: Buhar Kaldırmak
  • Sayfa Sayısı408
  • YazarTerry Pratchett
  • ISBN9786052349977
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Canavar Alayı ~ Terry PratchettCanavar Alayı

    Canavar Alayı

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz birinci kitabı Canavar Alayı, savaş meydanlarında yitip giden nice isimsiz ruhun anısına...

  2. Görünmez Akademisyenler ~ Terry PratchettGörünmez Akademisyenler

    Görünmez Akademisyenler

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz yedinci kitabı Görünmez Akademisyenler, kadim geleneklere ve uzun bir geçmişe sahip...

  3. Beşinci Fil ~ Terry PratchettBeşinci Fil

    Beşinci Fil

    Terry Pratchett

    Beşinci Fil’in sırtında, karanlıktan aydınlığa koşanlar… Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Beşinci Fil, siyaset ve...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. El Greco’ya Mektuplar ~ Nikos KazancakisEl Greco’ya Mektuplar

    El Greco’ya Mektuplar

    Nikos Kazancakis

    Hafızamdan hatırlamasını istiyorum, hayatımı havadan toparlıyorum, generalin karşısındaki asker gibi dimdik duruyor ve El Greco’ya mektuplar yazıyorum; çünkü aynı Girit toprağından yoğrulduk, yaşayan ya...

  2. Gir Kanıma ~ John Ajvide LindqvistGir Kanıma

    Gir Kanıma

    John Ajvide Lindqvist

    Yer Blackeberg Size Hindistan cevizli kurabiyeleri, hatta belki de uyuşturucuları düşündürürdü. “Saygın bir hayat.” Metro istasyonu, banliyö hayatı. Muhtemelen aklınıza başka bir şey gelmez....

  3. Almanca Dersi ~ Siegfried LenzAlmanca Dersi

    Almanca Dersi

    Siegfried Lenz

    “Toplumlar aykırı olanların karşısında kendilerini her zaman meydan okunmuş, tehdit altında ya da korunmasız hissettiklerinden, tüm ilgilerini ve şüphelerini onlara yönlendirip sonunda düşmanca takibe...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur